Doğa, Aşk, Yemek, İtalya

14.01.2011 15:13

2007 yılında Michael Clayton ile Oscar alan Tilda Swinton\'ın başrolünü oynadığı bir italyan filmi I Am Love. Tıpkı Tilda Swinton\'ın kendisi gibi sade ve duru bir film. Ancak biraz daha derine inince filmdeki güzellikleri bulmak mümkün oluyor. 2010 yılında çekilmiş en güzel filmlerden birisi kesinlikle.

 

3 bölümlük bir kitap gibi geçiyor film önce Milano. Müthiş italyan mimarisini müthiş açılar ile izleyicilere veren yönetmen Luca Guadagnino, bizleri bir malikanede misafir ediyor önce. Bir akşam yemeği hazırlanıyor o sırada, garsonlar tatlı bir telaş içerisinde büyük yemeği hazırlamaya uğraşıyorlar. Dev gibi bir yemek odasında dev gibi bir masasında dönüp duran çalışanlar bir fotoğraf karesi gibi yansıyor izleyiciye. Ardından tıpkı \"Son Akşam Yemeği\" tasviri gibi bir yaşlı adam masanın başına oturuyor, Recchi ailesinin en yaşlı üyesi büyükbaba Recchi\'nin doğum günü yemeği. Bu bölümün sonunda ise Recchi ailesi dışında bir karakter daha katılıyor filme ve bir daha da gitmiyor zaten. Edoardo Recchi\'nin arkadaşı Antonio, marifetleriyle Tilda\'nın yani Emma\'nın dikkatini çekiyor hemen. Aşçı olan Edoardo\'nun yaptığı müthiş yemekler damaktan damağa, kulaktan kulağa dolaşıyor ve biz izleyenlere kadar geliyor. Özellikle Recchi kadınlarının restoranda yedikleri yemekte Emma\'nın yemeği yerken aldığı hazzı biz de aynı şekilde alıyoruz. Müthiş bir ışık kullanımı ile o an Emma\'yı dünyanın merkezinde farzederek Edoardo\'nun yaptığı yemeğin yüceliğini hissediyoruz.

 

İkinci bölümde ise San Remo\'da geçiyor. Öncelikle Emma\'nın anayurduna duyduğu özlemi görüyoruz St. Basil katedraline benzer bir kiliseyi görüp heyecanlanmasından hemen ardından ise tatlı bir takip başlıyor ve tam burada yönetmenin müzik kullanımının da ne kadar olağanüstü olduğunu anlıyoruz. Bir takip müziği bu kadar tatlı, bu kadar kendini belli eden, bu kadar merak dolu olabilirdi. San Remo\'da bir de aşk var. Farkında olmadan, imkansız olsa bile yenik düşülen, kelimelere dökülmeden hayat bulan, bakışlarla, dokunuşlarla tasvir edilen bir aşk bu. Özellikle bu bölümde sergilenen cinsellik yine yönetmenin başarısıyla çok güzel kotarılmış durumda. Çıplak vücutlarda net alan derinliğini iyice azaltan yönetmen, belirli bölgelere ,açıkça uyarılan bölgelere, odaklanarak olayın bütünü yerine parçayı vermeyi daha uygun bulmuş. Aynı kullanımı doğal vücutlarda görmeden hemen önce ise doğada da görüyoruz. Tek bir çiçeğe odaklanan kamera, çiçek ile arka plan arasındaki bağlantıyı keserek evrendeki en önemli nesne haline getiriyor çiçeği. Bir DSLR fotoğraf makinesi reklamından fırlamış sahneler rüyası gibi geçen bir bölüm oluyor böylece San Remo.

 

Üçüncü bölüm ise Londra bölümü. Londra\'nın globalleşme ile eşdeğer olması sayesinde işin nereye varacağı belli ediliyor apaçık. Büyükbaba Recchi\'nin ölümünden sonra şirketin başına geçen baba Recchi, yani Emma\'nın kocası şirketi birarada tutmak yerine şirketi dağıtmayı tercih ediyor ki bu olayın öngörüsünü ilk bölümdeki akşam yemeğinde büyükbaba görüyordu. Bu yüzden de şirketi sadece oğluna değil torunu olan Edoardo\'ya da bırakıyordu. Çünkü kendisi gibi aileyi birarada tutabilecek kudreti sadece torununda görebiliyordu. Ancak onun tüm isteklerine rağmen aile dağılıyor Edoardo ise aileyi birarada tutmakta başarısız oluyor.

 

Sadece şirket açısından bir değişim geçirmiyor Recchi ailesi. Aynı zamanda tüm bireyler de apayrı değişimler geçiriyorlardı. Özellikle de Emma. Rusya\'dan gelip İtalyan hayatına uyum sağlayıp, memleketine özlemi yemekler ile gideren Emma, yaşadığı çelişkileri geride bırakma zamanının geldiğini ise büyük bir şokla anlıyor. Recchi ailesinin tamamı bu şok ile dalgalanırken 5 dakikalık müthiş final sahnesi ile Luca Guadagnino bizleri de ailenin içine dahil ediyor. Kimse bir şey konuşamıyor, herkes heyecandan eli ayağı titrer durumda ve kimse kimsenin yüzüne bakamıyor. Diller tutulurken gözler konuşmaya başlıyor, gözler ve hareketler ile tasvir ediliyor bir anda. O anda bir katharsis durumuna giriliyor ve tüm olanlardan arınma zamanının geldiğini anlıyoruz karakterler ile birlikte.

 

I Am Love, 20. yüzyılın klasik aile dramlarına benziyor. Ancak işleniş açısından, görsellik açısından, müzikler açısından bambaşka bir yere oturuyor film. İtalya\'nın müthiş doğasını, müthiş mimarisini, güzel yemeklerini, güzel dilini adeta yıllardır orada yaşıyormuşuz gibi hissettiriyor bizlere. Son olarak filmde yer alan cinsel sahnelere fazla takılınmamalı, doğanın birer parçası olarak görülmeli vücutlar. Doğanın kanunu olarak görülmeli, doğanın karşı konulamaz hissi olarak kabul edilmeli. I Am Love, doğanın ve ailenin bir tasviri olarak izlenmeli.