Utancın Öyküsü: Okuyucu (Film Değerlendirmesi)

15.07.2014 15:31

SPOILER UYARISI: Aşağıdaki yazı Okuyucu (The Reader, 2008) filmiyle ilgili birtakım subjektif düşünceleri içermektedir. Filmin gelişimi ve sonucuyla ilgili ipuçları verebilir.

Okuyan bir adam, dinleyen bir kadın. İleride iyi yerlere gelerek muteber bir konuma yükselme ihtimali yüksek bir genç adam; eğitimsiz, hiçbir zaman önemli biri olmamış ve bulunduğu noktadan daha yukarıya çıkma ihtimali sıfır bir orta yaşlı kadın. Sonrasında tam beklenen şekilde herkesin gıpta ettiği bir hayata kavuşmuş adam; yıllarca hapis yatmış, biraz sevgi ve takdirden başka bir beklentisi kalmamış yaşlı bir kadın. Biri saygıdeğer toplum nezdinde her türlü itibara sahip, diğeri artık ne yapsa alnına sürülen karayı temizleyemeyecek. Bu iki insan acaba hangi ortak paydada buluşabilir? Hayatlarının herhangi bir anında bu iki insan nasıl eşit bir seviyeye gelebilir? Okuma hem gerçek anlamıyla, hem de -bizim de aşina olduğumuz gibi- kalın kitapları hatmedip herkesi önünü iliklemeye sevkeden bir meslek sahibi olmak şeklindeki geniş anlamıyla onların hem yegane bağı, hem de kalın bir kalemle çekilmiş sınırı oluyor.. İlk başta genç adam statü farkını asla önemsemiyor, ta ki kadının geçmişini öğrenene dek. Ama ilginçtir, adam etrafındaki diğer kadınları, "diğer seçenekleri" değerlendirmeye, kadının o zamanların Alman toplumsal Kast sisteminin en aşağılık seviyesine mensup olduğunu (Nazi Partisi'yle ilişkisi olduğunu) gördükten sonra değil de mahkemede hüküm giymesinden sonra başlıyor. Eh, bir hukuk adamının başka türlü davranması beklenemez. Belki bir yere kadar her şey görmezden gelinebilir, her hata affedilebilir. Ama o an geri dönülmez etkiyi yaratıyor adamın kafasında. Mahkemenin, kural koyucuların hükmü, onun da hükmü oluyor gibi. Halbuki insanın kendi hükümleri çok daha kıymetli olmalıdır, hele ki kişisel duygular beslediğimiz insanlara karşı.

 

Tesadüflerin bir araya getirdiği iki insan: Birinin minneti ve yepyeni bir tecrübeye duyduğu heyecanı, diğerinin insan sıcaklığına duyduğu özlemi ve eğitimlilere duyduğu kıskançlıkla karışık saygısı var. Adeta tencere ve kapak gibi birbirlerini tamamlıyorlar. İkisi de birbirinde farklı şeyler bulurken, daha önce karşılaşmadıkları şeylerin tadını doyasıya çıkarmaya çalışırken bunun geçici olduğunu biliyorlar mıydı? Herhalde kadın biliyordu en azından. Ama nihai sonu belirleyen adam oldu. Bu yüzden bitmesi gereken anı o belirledi. Kadının hayatta sahip olduğu belki tek dosta ya da sevgiliye tutunması için müebbet hapse mahkum olması gerekiyordu anlaşılan. Peki adamın kadına hakettiği ilgiyi göstermesi için kadının ölmesi mi gerekiyordu? Galiba bu da doğru. Çünkü sahip olduklarımızın değerini hep kaybettikten sonra anlarız hepimiz. O da geçmişiyle yüzleşmeyi, yani -tıpkı kadın gibi- ihmal ettiği kızıyla yüzleşmeyi ancak kaybedecek birşeyi kalmadıktan sonra başarıyor ya da ancak o zaman akıl ediyor. Kadın mezardan kalkıp gelemez, ama kız hayattadır. Bu yüzden belki bir önceki cümleyi düzeltmek gerekiyor, hala tamamen kaybetmediği tek şeyi kızıdır ve ona tutunabilmek için kadının hatırasıyla barışması gerekmektedir.

 

Hapiste yatmakta olan kadın, adamın yardımına fazlasıyla muhtaç ve belki tek başına da başarabileceği birşeyi sadece onun motivasyonuyla yapmak istiyor, sadece bu düşünceyle harekete geçiyor. Müebbet hapse mahkum birinden daha fazla heves beklenemez herhalde. Adam ise salt eski zamanların anısı ve minnet duygusuyla yaklaşıyor, eski hislerinden eser yok. Gençlik yıllarında onlara yan gözle bakan herkesi (örnegin gittikleri kasabadaki garson kadını) hiçe sayarak, tamamen hislerine güvenerek ve hiçbir utanmaya yer bırakmadan sevdiğini gösterirken şüphesiz başka bir insandı, onun kafasındaki kadının imajı da başkaydı.

 

İşte, hayatlarının büyük bölümünde ortak olarak taşıyacakları tek bir duygu bundan sonra kontrolü ele alır: utanç. Biri, zamanın Alman toplumunda en rezil suça bulaştığını herkesin bildiği bir kişiyle, artık ölene dek saklaması gereken bir anı birikimine sahip olduğunu anladığında utanmaya başlamıştı. Diğerinin hayatı zaten utanarak geçmişti, saklanarak, kaçarak, gerçeğin ortaya çıkabileceği tüm ortamlardan kaçarak... Utancı o kadar büyüktü ki bir şekilde hoşlandığı birini bile kendinden uzaklaştırıp yıllarca aradığı mutluluğun kırıntısını feda etmeye hazırdı. Ya da mesleğinde yükselme fırsatlarını cömertçe harcamaktan çekinmeyecekti.

 

Filmdeki Yahudiler'den özür dileme faslı benim için filmi bir miktar sıradanlaştıran bir detay sadece. Utancı, filmi hepimizin yaşadığı insani duygulara yaklaştıran temayı daha konuşulmaya değer buluyorum. Yoksa kamptan kurtulan kadının söylediği gibi, kamplara gitmek bizi vicdanen rahatlatsa bile onları daha iyi anlamamızı sağlamaz. Dünyanın her yerinde ve her zaman ateş düştüğü yeri yakar.

 

The Reader, iki başarılı sinema adamı Sydney Pollack ve Anthony Minghella'nın yer aldığı son yapım. Her şey güzel, hoş olsa da İngilizce konuşan Almanlar filmlerin inandırıcılığından çok şey kaybettiriyor benim gözümde. Hele ki oyuncuların çok çok büyük kısmının ana dili Almanca iken. Ama bir filmin iyiliğini bunlar etkilememeli. The Reader iyi bir film. Başyapıt değil, olamaz da. Ama hepimizin zaman zaman içinde yüzdüğü utanç çukuru için güzel bir yorum getirdiğini düşünüyorum. Adam utancının sonucunda kazanıyor, kadın kaybediyor. Tıpatıp aynı bir duygu iki insanı 180 derece farklı noktalara itiyor. Belki de ikisi birden kaybediyor, biri hayatını, diğeri gençliğini ve öz saygısını.. Bilinmez, belki de tek suçlu yanlış zamanlarda doğmuş olmalarıdır. Çünkü ikisinde de toplum bilinci var, ikisi de zamanları neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Kadın öldürmesi gerekeni öldürüyor, adam dışlaması gerekeni dışlıyor. İkisi de kara koyun olmaktan korkuyor ama geç doğan tabii ki daha avantajlı oluyor. Kadının biraz daha saf, daha bilinçsiz olduğunu kabul etmek lazım, kendini kurtarabilecekken ya da en azından diger suçluları, belki de gerçek suçluları da tokmağın altına itebilecekken utancı onu mahvediyor. Yukarıda söylediğimiz gibi aynı duygunun 2 farklı tezahürü olabiliyor.

 

Kate Winslet ve Ralph Fiennes son 20 yılın bence en başarılı birkaç Britanyalı oyuncusundan ikisi. Birlikte oynadıkları ilk ve şimdilik tek film bu. Sırf bu bile bu filmi izlemeye değer kılacaktır. Başyapıt değil ama izlenmesi bende asla bir zaman kaybı hissini uyandırmayacak filmlerden biri oldu diyebilirim.

 

7/10