Uyurgezer: Hasarlı Ruhlar, Uyuyan Hayatlar

08.08.2008 12:48

Büyük prodüksiyonlarda pek görülmeyen o bağımsızlara özgü atmosferiyle “Uyurgezer”, sağlam ve sakin bir dram olarak bu hafta bizleri selamlıyor. Karmaşık bir hikaye yerine derin karakter analizleriyle öne çıkan film, tutarlı anlatımıyla ilgiye değecek bir bağımsız yapım.

Üç sene evvel, Zac Stanford ilk senaryosunu yazdığı “The Chumscrubber” isimli bağımsız yapım ile güzel bir başlangıç yapmıştı. Festivallerden boş dönmeyen bu filmin yardımcı yönetmeni ve görsel efekt uzmanı ise William Maher idi. Bu ikili üç sene sonra yine bağımsız bir yapımda bir araya geldiler: Uyurgezer (Sleepwalking). Bu filmde Maher yönetmen koltuğuna otururken senaryoda yine Stanford’un ismi yer alıyor. Normalde, yapımcılar tarafından pek ilgi gösterilmeyen bu tip filmlerin hayat bulması/gösterime girmesi/daha iyi iş yapması için günümüzde paralı ve vizyonu olan bir ünlünün elinden tutması gerekiyor. (Maalesef bağımsızların kaderi böyle) Bu filmde de hem yapımcı olarak, hem de az ama önemli bir rolde Charlize Theron’un ismini görüyoruz.

Film, konu olarak çok yeni bir şey vaat etmiyor gibi görünse de karaktere ağırlık veren, böylece biçimden ziyade anlatımıyla izleyiciyi yakalayabilecek ince nüansları olan bir hikayeye sahip. Joleen (Theron), on iki yaşındaki kızı Tara (AnaSophia Robb) ile kalacak bir yer aramaktadır. Erkek kardeşi James (Nick Stahl) evini onlara açar. Aradan çok zaman geçmeden, anne Joleen, kızını ve kardeşini bırakarak gizlice kaçar. Tara ve dayısı James’in artık birbirlerinden başka kimseleri yoktur. Böylece birbirlerini tanımayan, iletişimleri had safhada kopuk karakterlerin birbirini tanıma, dahası kendilerini tanıma süreçlerini izlemeye başlarız.

En başta da belirttiğim gibi, filmin en büyük artısı bir bağımsız yapım olması. Böylece, gişe endişelerini daha en başta bırakıp istediğini özgürce yapma avantajını yakalamış. Zaten yönetmen ve senarist de bunun farkında olan insanlar ki özgürlüklerini en iyi şekilde değerlendirmişler. Konusundan da anlaşıldığı üzere bu bir karakter filmi. Filmde kendine yer bulan dört ana karakteri anlama çabası. Anne, kızı, erkek kardeşi ve babası. Hikaye bu dört karakterin üstüne giderek bize onları anlama fırsatı verirken, onların üzerinden iletişimsizlik, aile ve sevgi kavramlarını usulca deşiyor.

Uyurgezer’in, karakter odaklı bir film olmasının sonucu olarak çok özenle seçilmiş oyuncular görüyoruz. Filmi sırtlayan bahsettiğimiz dört oyuncu da –rolleri kısa ya da uzun olsun- çok sağlam performanslar sergilemişler. Joleen rolüyle Theron, nispeten kısa performansında bazen bir cümlesinde, bazen bir mimiğiyle karakterine ait önemli ve derin ipuçları veriyor. Kamyoncu sevgilisine “Beni sevdiğini söyle, bir anlamı olması gerekmez.” derken aslında izleyiciye sayfalarca şey anlatıyor. Tara rolüyle Robb ve dayısı James rolünde Stahl ise döktürüyorlar adeta. Özellikle Nick Stahl gösterişten, abartılı jest ve mimiklerden uzak, sade ama sarsıcı performansıyla bir adım öne çıkyor. Filmde ikinci yarıda gözüken büyükbaba (Dennis Hopper) ise sert görünüşü ile etkisini perdeden bizlere ulaştırıyor. Bir de bahsetmeden olmaz, genç oyuncu Robb’un yer aldığı havuz sahnesi filmin en güzel sahnesi olarak hafızamda yer alıyor.

İşleri bir türlü yoluna sokamayan ve sonunda çareyi kaçmakta bulan bir anne. Etrafındaki tüm bu düzensizlikleri, nereye varılacağı belirsiz yolculukları anlamlandırmaya, kendi yolunu bulmaya çalışan bir kız. O vakte kadar hayatı üzerinde kafa yormaya zaman bulamamış bir dayı. Tavizsizliği ve zalimliği ile sevgiye olan ihtiyacını öldürüp gömmüş bir büyükbaba. Bu dört insanın birbirleriyle olan ilişkilerinde kendini belli eden, hatta haykıran sevgisizlik, çaresizlik, iletişimsizlik.  İşte Uyurgezer’in bize anlattığı bu. Ele aldığı konuyu sadelikle sunan, bize yer yer tual gibi kareleri ve sessizce bizi yakalayan müziklerini hediye eden bir film. Uyurgezer, hepsinden öte, baştan sona inandırıcılıktan uzaklaşmayan, naif ve hüzünlü bir yapım.

Film boyunca bir yandan karakterleri adım adım tanırken, diğer taraftan da geçmişle yüzleşmelerine tanık oluyoruz. Babası ile ilişkisi iyi olmayan Joleen’in “seni seviyorum”u duyma ihtiyacını, James’in onu kabuğuna hapseden babasına olan yirmi küsür yıllık “tepkisini” anlıyoruz. Yemek sahnesinde örneğin, işler istediği gibi olsa, aslında kızını sevmeye, torununu da kabullenmeye hazır bir babayı fark ediyoruz. (Aslında film böylesine derinlikli ilerlerken eksik kalan bir taraf var. Büyükbabayı acımasız olmaya itmiş sebebi, neden kızı ve oğluyla sorunlu bir ilişkisi olduğunu tam olarak öğrenemiyoruz. Keşke büyükbabayı daha fazla tanısaydık.)

Filmin ilerleyen kısımlarında yuvaya, yani problemler dehlizinin merkezine biraz isteyerek, biraz istemeyerek “düşen” James’in babasıyla olan diyalogları bazı soruların cevabı. Tüm bu olanlar sırasında Tara ise dayısının değişiminde kilit bir noktaya sahip. Başta herkes gibi dayısını da çemberinin dışına iten Tara’nın sonradan dayısına ihtiyaç duymasının nedeni sadece eşyalarının çalınması değil. Sevgiyi yakalama çabası. James diyor, “Nereye gitmek istersin? Şu an söyleyeceğin herhangi bir yere gidebiliriz...” Bu sefer gelen cevap farklı: “Hiç fark etmez.” Bu fark dayısına da yansıyor. James bir yandan yeğenine “babalık” yapmaya alışırken, diğer yandan Tara’nın enerjisi ile uyuyakaldığı “kötü rüya”dan uyanmaya başlıyor. Öfkesi ve ömrü boyunca hissettiği yetersizlik duygusu yüzünden elleri kana bulansa da tünelin ucundaki ışığı görüyor. Filmin sonunda, en sonunda kaçıyor. Biliyor ki artık eskisi gibi olmayacak. Uyandı ve “yeni bir güne” hazır. Diyor ki, bugün farklı olacak.

Çünkü bugün geri kalan hayatımın ilk günü.