Dünya Sinemasının Kalbi Antalya Altın Portakal'da Atacak

17.08.2007 16:10
Dünya Sinemasının Kalbi Antalya Altın Portakal'da Atacak

Real’in ana sponsorluğunda, TÜRSAK ve AKSAV Vakfı’nın işbirliğinde gerçekleşen Antalya Altın Portakal Film Festivali 44. yılında bir kez daha dünya sinemasının birbirinden güzel filmlerini ve dünyaca ünlü konuklarını ağırlamaya hazırlanıyor. Festivalin uluslararası bölümü olan ve bu yıl üçüncü yaşına basan Uluslararası Avrasya Film Festivali, klasikleşen bölümlerinin yanı sıra özel gösterimlere de yer verecek; yan etkinlikler ve festival partileriyle 19 – 28 Ekim tarihleri arasında sinema dünyasının kalbini Antalya’ya taşıyacak. Bu yıl Festival jürisine ek olarak NETPAC (The Network for the Promotion of Asian Cinema) jürisi de filmleri izleyerek değerlendirecek. On yedi yıldır dünyanın en önemli film festivallerinde Asya bölümlerine katkıda bulunan kurum, çeşitli yayınlarla da sinema sektörünü destekliyor.

DÜNYA FESTİVALLERİNİN ÖNEMLİ FİLMLERİNİN TÜRKİYE İLK GÖSTERİMLERİ ANTALYA’DA YAPILIYOR

Festival’de seyirciyle buluşacak filmler arasında, 2007 yılında 60.’sı gerçekleşen Cannes Film Festivali’nde yarışan filmler de yer alıyor. Romanya’nın son yıllarda dikkatleri üzerinde toplayan yönetmeni Cristian Mungiu’nun Altın Palmiye’ye değer bulunan “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” isimli filminin Türkiye ilk gösterimi Antalya’da yapılacak. Komünist Romanya’da geçen bir kürtaj öyküsünden yola çıkan film, tüm dünyada büyük ilgi uyandırmış ve eleştirmenlerden övgü toplamıştı. Türkiye’de ilk kez izleyiciyle buluşacak filmlerden bir diğeri ise Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve büyük yankı uyandıran, farklı ve sade yorumuyla dikkat çeken “Persepolis”. İran’lı Marjane Satrapi’nin hayatını konu alan bir çizgi romandan uyarlanan ve siyah beyaz animasyon tekniğiyle çekilen filmin İran’da gösteriminin yasaklanması büyük yankı uyandırmıştı. Cannes’da yarışma bölümünde gösterilen, ünlü yönetmen Bela Tarr’ın son filmi “The Man from London”, Antalya’da Onur Ödülü alan Kim Ki Duk’un son filmi “Breath”, Emir Kusturica imzalı “Promise Me This”, Catherine Breillat’tan “An Old Mistress” ve Naomi Kawase’den “The Mourning Forest” de gala gösterimleriyle seyirciyle buluşacak filmler arasında.

Uluslararası Avrasya Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak bir diğer film ise ünlü yönetmen David Cronenberg’in son filmi “Eastern Promises”. Londra Film Festivali’nin açılış filmi olarak belirlenen filmin başrollerini Naomi Watts ve Viggo Mortensen paylaşıyor. Londra’nın köklü ve güçlü mafya ailelerinden birine mensup Nikolai’nin, sıradan bir kadının tesadüfen ailenin kabarık suç dosyasını ele verecek deliller keşfetmesiyle kesişen hayatlarından yola çıkan film güçlü ve sürükleyici bir seyirlik vaat ediyor.

Ayrıca Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde seyirciyle buluşan “And Along Come Tourists”, “The Pope’s Toilet” (El Bano del Papa) , “My Brother is an Only Child”,“Terror’s Advocate” ve Cannes’da ödül kazanan, seyirciden de büyük ilgi gören “The Band’s Visit” de Antalya’da izleyiciyle buluşacak filmler arasında yer alıyor.

Festival’in özel gösterimlerinden biri de Johnny To’nun son filmi “Mad Detective”. Premier’i Antalya’da yapılacak filmin büyük ilgi görmesi bekleniyor. 2007 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’ne layık görülen “Tuya’s Marriage” ve yönetmeni Gus van Sant’a Cannes Film Festivali’nin “60. Yıl Ödülü”nü kazandıran “Paranoid Park” ve aynı Festival’de Julian Schnabel’e “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandıran “The Diving Bell and the Butterfly”, Naomi Kawase’ye “Büyük Ödül” kazandıran “The Mourning Forest” da festivalin iddialı filmleri arasında yer alıyor. Festival süresince Antalya’da olacak Naomi Kawase, gösterimin ardından izleyicilerin sorularını yanıtlayacak.

BÜYÜK YANKI UYANDIRAN FİLM PERSEPOLİS ALTIN PORTAKAL’DA

60. Cannes Film Festivali’nde “jüri ödülü”nü kazanan, Marjane Satrapi’nin otobiyografik grafik romanından uyarlanan ve türünün başyapıtları arasına girmiş bir eser olan “Persepolis”, İran devrimi sırasında bir genç kızın yaşadıklarını animasyon olarak anlatarak sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Satrapi\'nin Vincent Paronnaud ile birlikte hazırladığı animasyonun seslendirme kadrosunda, Catherine Deneuve ve Gena Rowlands gibi dev oyuncular yer alıyor.

İran şahının devrilmesinin ardından yaşanan İran İslam Devrimi küçük bir kız olan Marjane’nin gözünden beyazperdeye aktarılıyor. Marjane’nin hayatındaki değişimler, “örtünme şartı”, kız-erkek sınıflarının ayrımı ve Fransız okulunun kapatılması filmde yer buluyor.

“Persepolis” Türk seyircisi ile ilk kez Uluslararası Avrasya Film Festivali aracılığıyla buluşacak.

PUNK PUNK PUNK

Festivalin merakla beklenen bölümlerinden biri de, bu yıl otuzuncu yaşını kutladığımız punk müzik üzerine. Bölümün en iddialı filmlerinden biri ise “Control”. Joy Division vokalisti Ian Curtis’in öyküsünü anlatan ve 2007 Cannes Film Festivali Yönetmenler Haftası’nın açılış filmi olan "Control", topladığı övgü ve ödüllerle özellikle öne çıkıyor. Orijinal punk sound’unun en ünlü takipçilerinden olan, çoğu müzik eleştirmenince en önemli post-punk grubu kabul edilen Joy Division, sadece iki stüdyo albümüyle büyük bir başarı yakalamış ve solistleri Ian Curtis\'in 1980 yılında intihar etmesi üzerine dağılmıştı. "Control"ün yönetmenliğini Hollandalı ünlü fotoğraf sanatçısı ve video klip yönetmeni Anton Corbijn üstlenmiş bulunuyor. Corbijn Depeche Mode, U2, Nirvana, Nick Cave and the Bad Seeds ve Joy Division gibi gruplara çektiği, klasikleşmiş video klipleriyle tanınıyor. "Control" Corbijn\'in ilk uzun metraj filmi.

İKİ ÖLÜMSÜZ USTAYA SAYGI

Festivalde, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, dünya sinemasının iki ünlü ismi Michelangelo Antonioni ve Ingmar Bergman için özel bir bölüm yer alacak. Sinemanın ufuk çizgisi olmuş iki büyük ustaya ayrılan bölümlerde dünya sinemacılarını derinden etkileyen filmlerden oluşan bir seçkiye yer verilecek. Ingmar Bergman’a ‘beyazperde düşünürü’ ünvanını kazandıran özgün bakış açısı, “Scenes from a Marriage” (1973) ve ustanın 30 yıl sonra bile aynı yorum pratiğini ödünsüzce sürdürdüğünü gözler önüne seren görkemli yapıtı “Saraband” ile anımsanırken, içeriği forma üstün kılma arayışında Bergman’la yarışan Antonioni de “Bulutların Ötesi” (1995) ve “Blow Up” (1966) ile anılacak. Antonioni’nin fantazya ve beyazperdeye özgü glamour’a olan eğilimlerini de ele veren bu iki yapıtın, aynı zamanda TÜRSAK’ın Sinema Tarih Buluşması seçkisinde sinemaseverlerle buluşturacağı daha özgün bir programın müjdecisi olduğu da söylenebilir.

USTA OYUNCU HANNA SCHYGULLA ANTALYA’DA

Festivalin “Bir Ustaya Saygı” bölümünde filmlerini izleme şansı yakalayacağımız isim ise Hanna Schygulla.. Son olarak Fatih Akın’ın Cannes Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülü kazanan filmi “Yaşamın Kıyısında”da izlediğimiz oyuncunun “Aşk Ölümden Soğuktur”, “Petra von Kant’ın Gözyaşları”, “Lili Marleen” ve “Die Ehe der Maria Braun” isimli filmleri Antalya’da gösterilecek filmler arasında yer alıyor. Filmlerin tümü sınıfsal çelişkileri ve cinsel kimlikleri cesurca, ikona kırıcı bir tavırla sorgulayan büyük yönetmen Rainer Werner Fassbinder’e ait. Festivalin sinemaseverlere sürprizi ise Hanna Schygulla’nın festival süresince Antalya’da bulunacak ve Festival Onur Ödülü’yle ödüllendirilecek olması.

GÜNEY ÇİN DENİZİ’NDEN AKDENİZ SAHİLLERİNE

Ülke Sineması bölümünde ise, kimi kez Batıya yakın üslubuyla dikkat çeken ama her zaman orijinalliğini korumuş, genç yeteneklere yer veren Uzak Doğu sineması, bize çok daha yaklaşıyor olacak. Yılın önemli filmlerinden “Eye in The Sky”, “Blood Brothers”, “Getting Home” ve “Seung Sing/Confessions of Pain”in gösterileceği ve Hong Kong’dan gelecek oyuncu ve yönetmenlerle zenginleşecek bölüm kapsamında söyleşi ve paneller de yer alacak. Bu yaklaşım özellikle Festivalin yıl içinde yaptığı çalışmalar üzerinden kurumsal olarak yakınlaştığı Hong Kong ve Şangay Film Festivalleriyle gelecekte daha da güçlenecek ilişkilerin müjdesi. Bir başka müjde de Çin Halk Cumhuriyeti’den beş yeni filmin Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ilk kez festivalde yer alacak olması.

AVRASYA FİLM MARKET’TEN İKİ YENİ PROJE: SENARYO GELİŞTİRME FONU VE AVRASYA YAPIM PLATFORMU

Avrasya Film Festivali’yle Antalya’yı yeni bir boyuta taşıyan Altın Portakal Film Festivali, 2. Avrasya Film Market’e çok daha etkili ve geniş olarak yer verirken Avrasya Yapım Platformu’yla da uluslararası yapımcıları selamlıyor olacak. Berlinale, Paris Cinema, Shanghai Co-Production, Pusan Asian Platform, Hong Kong HAF gibi etkinliklerin bir benzeri olarak tasarlanan proje platformu Avrupa Yapımcılar Kulübü, Çin Halk Cumhuriyeti Film Ofisi ve Hong Kong HAF’ca desteklenecek. Summer Palace ile Cannes gündemine oturan ve yeni projesi THE LAST HOUR üzerine çalışan Lou Ye’nin yanı sıra, Joachim von Vietinghoff (The Man From London), Antoine Simkin (FISSURES), Rustam İbragimbekov (NOMAD), Andrei Sigle (SUN, ALEXANDRA) yeni projeleriyle platforma katılacak isimler arasında yer alıyor. Projeler için başvuru ve seçim süreci 14 Eylül’ e kadar sürecek. Platform, Fondation Liban Cinema, Paris Cinema, China Film, Hong Kong Trade Council tarafından resmen desteklenirken, dünyanın en önemli festivalleri de platforma katkıda bulunuyor.

Avrasya Film Festivali ve Film Marketi kapsamında TÜRSAB’ın sponsorluğunda Senaryo Geliştirme Fonu adı altında bir proje destekleme ödülü de verilecek. Yapımcılardan birinin Türkiye’den olması koşulunu taşıyan Fona başvuran ortak yapımlar arasından seçilen proje 25,000 YTL ile desteklenecek.

Basın bülteni ile ilgili bütün görsellere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

http://www.tursak.org.tr/basin/resimler.zip

Bilgi için:
Meltem İnan – TÜRSAK – Kurumsal İletişim Direktörü - t.0212 244 52 51 – f.0212 292 03 37
Serdar Korucu – TÜRSAK – Medya Sorumlusu - t.0212 244 52 51 – f.0212 292 03 37

FESTİVAL’İN EN GÖZDE FİLMLERİ:

RAINER WERNER FASSBINDER
DIE BITTEREN TRANEN DER PETRA VON KANT

Fassbinder’in taşkın ve kuralları yıkan draması “Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları” iktidar oyunları ile duygusal ilgi arasındaki gizli ilişkiye dair yakıcı bir eleştiri sunuyor.
Sadece 10 gün içinde tek ve kapalı bir mekanda çekilen filmde Fassbinder divaları Margit Carstensen ve Hanna Schygulla göz kamaştırıcı performanslar sergilerken başyapıtın coşkun görsel ustalığı öyküdeki orkestre edilen duygusal görkemle yarışıyor.

İkinci kocasından boşanmış ve ilk evliliğinden bir kızı olan Narsist modacı, duygusal anemik Petra von Kant, dekadan fildişi kulesi kabul ettiği, zengince döşenmiş apartman dairesinde, ona adeta bir köleymişçesine bağlı olan sekreteri, yardımcı tasarımcısı ve asistanı Marlene ile birlikte yaşmaktadır.

Petra, 23 yaşında bir genç kız olan model olma heveslisi Karin ile tanıştığında Karin’i sadece kendine ait kılma isteğiyle ona aşık olur. Petra Karin’in kalbine girmeyi başarır fakat Karin Petra’nın servetini sömürmekten ve kendi bağımsızlığını haykırmaktan geri durmaz. Karin’in yurtdışında olan kocası ansızın eve dönünce Karin durmaksızın ona geri döner ve Petra’yı yalnız ve çaresiz bırakır. Böylece Petra gerçekte Karin’i hiç sevmediğinin farkına varır: onu sadece fanatik bir biçimde sahip olmak için istemiştir.

Boğulmakta olan Petra işbirliği, özgürlük ve aşka dair vaatlerle bu defa Marlene’e yaklaşır. Fakat Marlene valizlerini toplar ve tek kelime etmeksizin Petra’yı terk eder.

LILI MARLEEN

Yıl 1938, Willie ve Robert birbirine aşıktır. Willie, bir Zürih gece klübünde sahne alan, tanınmamış ve büyük çıkışını gerçekleştireceği günü bekleyen bir Alman şarkıcıdır. Robert ise zengin bir Yahudi ailesinin oğludur. Robert’ın babası Yahudilerin Nazi Almanya’sından kaçmalarına yardım eden bir organizasyonun başındadır ve Robert’ın bir Alman kızı ile ilişki kurmasına, bu durum organizasyonun faaliyetlerini tehlikeye atabileceği için karşı olsa da Almanya’ya yapılacak gizli bir görevde Willie’nin Robert’a eşlik etmesine izin verir. Aşıklar İsviçre’ye döndükten sonra Robert’ın babasının onları acımasız bir şekilde oyuna getirdiğini fark ederler: Willie ülkeye giriş yapamamaktadır. İkili ayrılmak zorunda kalır. Willie Almanya’da yaşamaya başlar ve ünlü olur. En başta Münih’teki “Alter Simpl”da “Lili Marleen” ile bir çıkış yapar. Daha sonra güçlü bir Nazi olan Henkel, Willie’yi destekler ve Willie’nin söylediği şarkıyı plağa kaydettirir. Belgrad’daki Alman Askeri Radyosu bu ezgiyi çaldığında Willie kısa sürede Führer’in bile hayranlığını kazanan büyük bir Alman Nazi yıldızı olup çıkar. Robert takma isim kullanarak Willie’yi Berlin’de ziyaret eder. Ne var ki buluşmaları Gestapo tarafından gözlenmiştir. Robert tutuklanırken her şeyden habersiz Willie Doğu Cephesi’nde tura çıkar. Willie, Robert’ın babasının oğlunu özgür bırakmak için delil olarak kullanması adına Zürih’teki organizasyona teslim edilmek üzere doğu cephesindeki imha kampları hakkında bilgi taşımayı kabul eder. Ne var ki bu planlar günyüzüne çıktığında Willie’nin kariyeri mahvolur. Ümitsizliğin ve Nazilere olan korkunun pençesinde Willie intihara teşebbüs eder. Robert Calais’deki İngiliz Ordu İstasyonu’nun Willie’nin tutuklanışını ve idam kararını duyurmasını sağlayarak ona yardım eder. Willie’nin olağanüstü popülerliği Nazileri haberleri yalanlamaya iter. Willie bir kez daha sahnelere dönmeye zorlanır. Savaş bittiğinde, Willie Bir kez daha Robert’ı görür, ne var ki artık eski mutluluklarının geride kaldığını anlayacaktır.

DIE EHE DER MARIA BRAUN

II. Dünya Savaşı yılları, şehirler bombardıman altındadır. Hermann Braun ve Maria böyle bir zamanda evlenmeye karar verirler. Hermann’ın cepheye dönmesi gerektiği için birlikte sadece tek bir gece geçirirler. Savaştan sonra – kocasının savaşta öldüğü söylenmiştir – Maria Amerikalı siyah asker Bill ile ilişki kurar. Fakat Herrmann tutsak olduğu ülkeden beklenmedik bir zamanda eve döner. Kocası ve aşığıyla yüz yüze geldiğinde Maria Bill’e bir şişeyle burur. Bill ölür. Herrmann suçu üstlenir ve hapse atılır. Maria sanayici Oswald ile tanışır ve onun yaşamının ve işinin vazgeçilmez bir parçası oluverir. Fakat hala Hermann’ın salıverilmesini beklemektedir. Zaman geldiğinde, Hermann arkasında bir iz bırakmadan kaybolur. Ancak Oswald’ın ölümünden sonra ortaya çıkar. Maria daha sonra iki erkeğin aralarında bir anlaşma yaptıklarını öğrenir: Hermann Oswald yaşadıkça Maria’yı ona feda edecek, Oswald ise Hermann ve Maria’yı varisi ilan edecektir. Oswald’ın ölümünden sonra, uzun zamandır beklenen kutlama yerine bir felaket gerçekleşir: Maria – isteyerek veya istemeyerek – havagazı fırınını açık unutur ve radyo yayını Alman futbol takımının 1954 dünya şampiyonasını kazandığını duyururken ev büyük bir patlamayla havaya uçar.

LIEBE IST KALTER ALS DER TOD

Küçük çaplı bir kadın satıcısı olan Frank, sendikaya üye olmamakta direnmektedir ve Joanna adlı bir fahişeyle birliktedir. Sendika, Franz’ın peşinde bir gangster olan Bruno’yu takar. Ne var ki Franz yakışıklı takipçisi Bruno’ya aşık olur ve onunla sevgilisi Joanna’yı paylaşmayı isteyecek ölçüde büyük bir dostluk kurar. Sendika Bruno’ya bir cinayeti havale ettiğinde Franz onu işbirliğine ikna etmek için kullanılır.

Bunlar olurken ikilinin üzerinde çalıştıkları silahlı soygun planı da gerçekleşmeyi beklemektedir. Ne var ki Joanna Bruno’dan usanır ve ikilinin planlarını polise bildirir. Soygun anının keşmekeşinde Bruno bir polis kurşunuyla vurulur ve ölür. Aşıklar yine eskisi gibi birbirlerine aittirler ve özgürlüğe kanat açmaya hazırdırlar.

İkonik olanla ironik olanı görkemli bir sahnede kavuştururken Chabrol, Röhmer ve Straub gibi öncü isimlere selam gönderen, Anti-tiyatro grubunun suç dünyası üçlemesinin ilk bölümü ve Fassbinder’in beyazperde auteur’lük kariyerinin şafağı olan “Aşk Ölümden Soğuktur”, yeraltı dünyasında gelişen bir üçlü ilişkinin kaderini izlerken gangster türünün lügatini karıştırıyor ve yapıbozuma uğratıyor.

EYE IN THE SKY / GUN CHUNG
Bo, görevi suçlular hakkında istihbarat toplamak ve onları “gökyüzündeki bir göz” gibi gözetim altında tutmak olan Hong Kong Polis Departmanı’nın en gizli bölümü Suç İstihbarat Bürosu’nda çalışmaya henüz başlamış olan acemi bir ajandır. Aldığı ilk iş bir mücevher hırsızlığı çetesinin gizemli liderini takip etmektir.

Yasa koruyucuları operasyonun güvenliğini sağlamak için gereken olan herşeye sahip olsalar da suçluların lideri Shan da dehadan ve polisin başını döndürecek şeytani numaralardan yoksun değildir. Bo’nun cesur fakat kuralları hiçe sayan suçluları yakalama girişimden sonra kovalamaca Hong Kong caddelerinde tehlikeli bir kedi-fare oyununa dönüşür.

BLOOD BROTHERS
Genç Tayvanlı yönetmen Alexi Tan, prodüktör koltuğunda John Woo ve Terence Chang gibi isimlerin oturduğu ve kadrosunda Çin sinemasının önde gelen yıldızlarını barındıran ilk filmi “Kan Kardeşler”de göz kamaştırıcı bir suç, romans ve aksiyon öyküsü kurguluyor. Sergio Leone’nin “Bir Zamanlar Amerika”sını andıran ve hatta ünlü yönetmene selam gönderden epik öğeleriyle “Çin Western”i yakıştırmasını hak eden film galasını 2007 Venedik Film Festivali’nin kapanışında yapmıştı.
1930’ların dejenere, suç ve uyuşturucu ticareti başkenti Şangay’ın dumanlı caddelerinde dolaşan “Kan Kardeşler”, yaşlarına rağmen masumiyetlerini kaybetmemiş fakat kendilerine daha iyi bir yaşam kurma hırsıyla suç bataklığına dalmaktan çekinmeyen üç arkadaşın öyküsü etrafında gelişiyor. Üç arkadaş, yeraltı dünyasına daha derinden bağlandıkça yolları kaçınılmaz olarak ayrılır. Bir zaman sonra, aralarındaki kankardeşlik yemini de onları birbirlerini düşman olarak görmekten alıkoyamayacaktır.

GETTING HOME

50 yaşlarındaki Zhao, Hong Kong yakınlarında bir şehir olan Shenzen’de çalışmakta olan fakir bir göçmen işçidir. İş arkadaşı ve en iyi dostu Yaşlı Wang beklenmedik bir biçimde ölünce, Yaşlı Zhao arkadaşının ölüsünü evine götürmeye karar verir. İnatçı köylü Çin’in göz kamaştırıcı bölgelerinden geçtiği yolculuğunda her çeşitten, çok renkli Çinli karakterlerle ve eğlenceli durumlarla karşılaşır. Zhao, karşısına çıkacak her sınavı iradesi ve nüktedanlığıyla aşmayı bilecektir.

Çin bağımsız sinemasının yetenekli yönetmeni Zhang Yang, ulusal ölçekte ve uluslararası alanda pek çok ödüle layık görülen üç başarılı filmin ardından bu filmde kara komedi türünün sivri dilli üslubunu kuşanıyor ve bir adam ve bir ceset arasındaki ilginç dostluğu perdeye taşıyor. 2007 Berlinale Panorama Bölümü’nde seyirci karşısına çıkan ‘Getting Home’ Selanik Uluslararası Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ dalında Altın İskender ödülüne ve Trondheim Film Festivali Büyük Ödül’üne layık görülmüştü.

CONFESSION OF PAIN
Melankoli ve kasvetle yıkanmış bir Hong Kong, Andrew Lau ve Oscar ödüllü “Köstebek”in yazarlarından Alan Mak’ın elinden çıkan şaşırtıcı ve derinlikli öykü “Confession of Pain”’de kusursuz bir cinayetin ve fedakarlık öyküsünün sahnesi olarak karşımıza çıkıyor. Etkileyici sinematografisiyle 2007 Hong Kong Film Ödülleri’nde “En İyi Görüntü” ödülünü kazanan ve “En İyi Aktör” ve “En İyi Özgün Film” dahil olmak üzere altı kategoride ödüle aday gösterilen filmin öyküsü, deneyimli dedektif Hei’nin kayınpederi, hayırsever milyarder Kim’in görkemli malikanesinde korkunç bir cinayete kurban gitmesi ve Hei’nin eski ortağı, artık özel dedektiflik yapan Bong’un yardımını istemesiyle gelişiyor.
Cinayet, alınması bir ömre mal olmuş bir intikamın sonucu gibi gözükse de detektifler bir süre sonra kusursuz bir cinayetin faili olan bir canavarın peşinde olduklarını anlarlar: her ayrıntı özenle düşünülmüştür, her şey kusursuzca mantığa oturtulmuş ve olası sanık ve tanıkların her biri gizemli bir şekilde ortadan kaldırılmıştır.

Polis, özel dedektif ve katil, düşmüş meleklerin şehrindeki kayıp ruhlar gibi üzerlerine düşeni yapmaktadırlar. Yolculuklarında attıkları her adım onları birbirlerine daha da yaklaştıracaktır; ta ki tüm taşları devirecek ve sahnede hiç kimseyi lekelenmemiş bırakmayacak korkunç bir son kapılarını çalana dek.

4 MONTHS 4 WEEKS 2 DAYS

2007 Cannes Altın Palmiye ödülü sahibi, festivalde ve büyük beğeni toplayan “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”de Romanyalı yönetmen Cristian Mingui, süssüz, neredeyse çiğ bir gerçekçilikle, istenmeyen bir eylemin bireysel sonuçları üzerinden totaliter bir toplumdaki soğukkanlı adalet anlayışını ifşa ediyor. “Altın Çağ’dan Öyküler” başlıklı toplayıcı bir projenin parçası olarak tasarlanan ve şehir efsaneleri ve bireysel zorluklar etrafında gelişen anlatılardan yararlanarak komünizm dönemi Romanya’sının sivil tarihine öznel bir bakış geliştiren film, rejimin son yıllarında Romanya’da küçük bir kasabada yaşayan iki oda ve okul arkadaşı Otilla ve Găbiţă’nın öyküsünü beyazperdeye taşıyor.

İstemediği bir gebelikten muzdarip olan Găbiţă Otilia’dan yardım ister. Otilia Găbiţă için ucuz bir otelde bir oda kiralar ve Găbiţă, hatasını temizleyecek olan kürtajcı Mr. Bebe’yi beklemeye başlar. Găbiţă cezadan ve horgörüden kaçmak için herşeyi yapmaya hazırdır fakat hiçbirşey göründüğü kadar kolay olmayacaktır.

PERSEPOLIS

Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud tarafından, Marjane Satrapi imzalı ödüllü çizgiromandan uyarlanan Persepolis, İran İslam Devrimi sırasında ergenliğe adım atan bir genç kızın öyküsünü beyazperdeye taşıyor. Küçük Marjane dokuz yaşındayken – köktendincilerin iktidarı ele geçirdikleri, kadınları örtünmeye zorladıkları ve binlerce insanı hapse attıkları yıllarda – başlayan Persepolis’in öyküsü, Marjane’yi ebeveynlerinin onu güvenlik endişesiyle gönderdikleri ve Marjane’nin ülkesinden kaçmasının tek nedeni olan dinsel köktencilik ve aşırılıkla bir tutulduğu Avrupa’da geçirdiği yıllara ve kahramanımızın yetişkinlik çağına dek izliyor.
Fransız versiyonunda seslendirme kadrosu içinde Catherine Deneuve gibi star’lara da yer veren Persepolis, 2007 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştı.
THE MAN FROM LONDON

Ünlü Macar yönetmen Bela Tarr’ın Belçikalı yazar Georges Simenon’un aynı adlı romanından uyarladığı, 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan “The Man From London” 60’ların ünlü film-noir’larının gergin ve yoğun atmosferini canlandırırken güçlü “varoluşçu tonlaması”yla dikkat çekiyor.

Fransa’da bir limanda çalışan orta yaşlı bir görevli esrarengiz bir cinayete şahit olur ve cinayet mahallinde para dolu bir bavul bulur. Olayın hemen ertesinde İngiltere’den bir müfettişin bölgeye gelmesiyle, bir vurgunun ganimetine el koyduğunu anlar. Bu noktadan sonra yaşamı hiçbir zaman aynı olmayacaktır.

THE MOURNING FOREST

1997 Cannes Altın Kamera ödülü sahibi, 2003’te Altın Palmiye için yarışan Japon yönetmen Naomi Kawase, yaşlılık ve yas olgularını merkez alan içten ve dokunaklı bir öyküyle beyazperdeye geri dönüyor. Samimiyeti ve fedakarlığı insan ilişkilerinin merkezine geri çağıran “The Mourning Forrest”2007 Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’e layık görülmüştü.
Shigeki yaşamını bir huzur evinde geçirmekte olan yaşlı bir duldur. Ona en büyük desteği, kendisi de bir ailesinden bir yakınını kaybetmiş olan Machiko vermektedir. Machiko, Shigeki’nin doğumgününde onu arabayla bir kır gezisine çıkartır. Ne var ki ikilinin arabaları bir hendeğe düşer ve Shigeki, adeta gizemli bir sesi dinliyormuşçasına, kararlı bir şekilde ormana doğru ilerlemeye başlar. Machiko’nun onu takip etmekten başka seçeneği yoktur.

AND ALONG COME THE TOURISTS

2007 Cannes Film Festivali “Belirli bir Bakış” seçkisinde seyirci karşısına çıkan “And Along Came the Tourists”, alışılmadık bir artalanda gelişen bir aşk ve kültürlerarası ilişki öyküsü anlatıyor ve Auschwitz’den, günümüzün perspektifinden bakarak, zekice, empatik ve öğretici bir yoldan da bahsedilebileceğini kanıtlıyor.

Genç Alman Sven ülkesinde askerlik yapmak yerine yurtdışında sivil hizmet vermeyi seçer ve kendini Polonya kasabası Auschwitz’de bulur. Sven, ona lise tarih derslerini anımsatan boğucu gri havayla kaplı bu küçük kasabada, kampın eski tutsaklarından olan ve zamanını Avrupa’nın her yerinden kampa getirilen Yahudilerden alınan eski bavulları onararak ya da yaşayan bir tanık olarak ziyaretçilere konuşmalar yaparak geçiren ihtiyar Bay Krzeminski’ye bakmakla görevlendirilmiştir ve Krzeminski’nin huysuz tavırlarının yanı sıra yerli halktan kişilerin önyargılarıyla da baş etmek zorundadır.

Ne iyi ki genç adamın yanında, onun evinde kalmasına izin veren genç Polonyalı rehber Ania vardır. Karmaşık duygular içindeki Sven bir süre sonra bulunduğu yerin korunmasında kendine düşen görevi anlayacak ve Ania için beslediği duyguların farkına varacaktır.

THE POPE’S TOILET

Yıl 1988. Papa II. Juan Pablo Melo kentini ziyaret edecektir. 50,000 kişinin onu görmeye gelmesi beklenmektedir.

Kasabanın mütevazı sakinleri insanlara yiyecek ve içecek satarak zengin olacaklarına inanmaktadırlar. Bisikletiyle kaçakçılık yapan Beto, evinin önüne, gelen geçene kiralamak için bir tuvalet inşa etmeye karar verir. Ne var ki Papa’nın ziyaretinde hiçkimse hiçbirşey satamaz ve sadece yaşlı bir kadın tuvaleti kullanır. Beto’nun hayalleri suya düşmüştür fakat bu macera sayesinde kızı onu daha iyi anlama fırsatı bulacaktır.

Uruguaylı yönetmenler César Charlone ve Enrique Fernandez’in ortak imzasını taşıyan “The Pope’s Toilet”, gösterim tarihinden önce ödüllere layık görülmüştü.

MY BROTHER IS AN ONLY CHILD

2007 David di Donatello Ödülleri’nde ‘En iyi Senaryo’ ve ‘En İyi Aktör’ de dahil olmak üzere dört kategoride ödül alan “My Brother Is An Only Child” iki kardeşin öyküsü üzerinden İtalyan yakın tarihinin çalkantılı yıllarına uzanıyor. Accio serserice düşüncesiz ve kuralsız davranışları ile ebeveynleri için bir felakettir. Her mücadeleye ciddi bir savaşa giriyormuşçasına giren Accio, istediğini elde etmek için savaşan bir irade timsalidir. Öte yandan Manrico yakışıklı, sosyal ve karizmatiktir ve çevresi tarafından çok sevilmektedir. İtalya’nın yavaş yavaş politik mücadelenin girdabına kapıldığı yıllarda iki kardeş zıt politik kamplara düşerler. Aralarındaki rekabet, ikisinin de aynı kadına aşık olmalarıyla daha da alevlenecektir.

TERROR’S ADVOCATE
Komünist? Anti-kolonyalist? Aşırı sağcı militan? Hangi fikirler Jacques Vergés’nin ahlak anlayışını temellendirir?
2007 Cannes Film Festivali “Belirli bir Bakış” bölümünde seyirci karşısına çıkan “Terror’s Advocate”, ‘şeytan’ın avukatı’nın izini sürüyor ve Fransız hukuk tarihine geçmiş en esrarengiz kişiliğin gizemini aydınlatmaya çabalıyor. Genç bir avukat olduğu yıllarda Cezayirli bağımsızlıkçılar adına café’leri bombalamaktan idama mahkum edilen ‘la Pasionaria’ lakaplı Djamila Bouhired’i savunmasıyla tanınan Vergés, etkileyici kariyeri boyunca Çakal Carlos gibi teröristlerin savunmalarını üstlendi ve Nazi teğmeni Klaus Barbie gibi tarihi canavarları mahkeme salonlarında temsil etti.

Genç yönetmen Erin Kolirin, 2007 Cannes Film Festivali “Belirli bir Bakış” bölümünden Coup de Coeur ödülüyle dönen film kültürlerarası ilişkilere odaklanıyor.
THE BAND’S VISIT

İskenderiyeli bir Polis Bandosu, bir Arap Kültür Merkezi’nin açılış töreninde çalmak üzere İsrail’e davet edilir. Ancak bürokratik bir karışıklık nedeniyle bando üyelerini havaalanında karşılamaya kimse gelmez. Müzisyenler verilen adresi kendi başlarına bulmak zorundadırlar. Bindikleri otobüs onları çölde unutulmuş kasabada bırakır. Ertesi sabaha kadar şehre dönme şansı kalmayan bando, kasabadaki café’nin güzel işletmecisi Dina’nın, geceyi onun evinde geçirmeleri teklifini kabul eder. Bu zorunlu konaklama sırasında yaşanacak aksilikler bando üyeleriyle kasabalılar arasında dil ve kültür engellerini aşan bir dostluğun temelini atacaktır.

TUYA’S MARRIAGE

2007 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne layık görülen “Tuya’nın Evliliği”nde yönetmen Quanan Wang, annesinin doğduğu topraklara uzanıyor ve modern dünya tarafından tehdit edilen yaşamları ve eski gelenekleri şiirsel bir üslupla perdeye taşıyor.

Hükümetin göçebe çobanları şehir yaşamına uymaya zorladığı kuzeybatı Moğolistan’ın uçsuz bucaksız steplerinde, güzel Tuya toprağını terk etmemek için direnmektedir. Tuya ayrıca engelli kocası Bater’in – iyi niyetli – boşanma ısrarlarına da karşı koymaktadır. Bir gün, ani bir hastalık Tuya’yı, en azından Bater’e bakabilecek birini bulabilme umuduyla tekrar düşünmeye iter. Ne var ki Tuya’nın taliplerinden hiçbiri Bater’in yükünü de üstlenmeye niyetli değildir, eski okul arkadaşı Baolier dışında.

PARANOID PARK

Amerikan bağımsız sinemasının ünlü yönetmeni Gus van Sant, Amerikan liselerini saran şiddet sorununa eğildiği 2003 tarihli sansasyonel filmi “Fil”in ardından “Paranoid Park”ta bir kez daha ergenlerin dünyasına giriyor. Blake Nelson’ın aynı adlı romanından uyarlanan “Paranoid Park” 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı ve 60’ıncı Yıldönümü Özel Ödülü’nün sahibi oldu.

”Paranoid Park”, kaza sonucu bir güvenlik görevlisinin ölümüne sebep olan genç kaykaycı Alex’in öyküsünü perdeye taşıyor. Vicdan azabı ve korkuyla felç olan Alex Portland bir süre tek başına Portland sokaklarında dolaşır ve kaza hakkında kimseye tek kelime etmemeye karar verir. Fakat yeni tanıştığı Macy’nin tavsiyeleri, acıyla başa çıkma sınavında ona yardımcı olacaktır.

EASTERN PROMISES

Efsanevi Kanadalı yönetmen David Cronenberg, 2005 tarihli “A History of Violence”ın ardından perdeye bir başka suç ve hesaplaşma öyküsüyle dönüyor.
Oyuncu kadrosu Viggo Mortensen ve Naomi Watts gibi güçlü isimleri barındran “Eastern Promises”, Londra’nın en ünlü suç şebekelerinden bir tanesinin üyesi olan Nikolai’ın öyküsü etrafında gelişiyor. Organizasyonu tarafından potansiyel bir tehdit olarak görülen Anna adlı masum bir ebeyle ilgilenmekle görevlendirilen Nikolai, bu görevde hayatının en büyük sınavıyla karşı karşıya kalacaktır.