
Çarpık bir aile, her zamanki gibi bir şeylerin ters gittiği üç kişilik kız grubu, romantizmle körü körüne bağlılığı birbirine karıştıran bir çift ve hayatlarını sürdürmeye çabalayan otel personeli ile “The White Lotus” yine bildiğimiz gibi!
Sıra dışı mizahı, öngörülemez dramatik durumları ve birbirinden absürt olayların norm hâline geldiği senaryosuyla “The White Lotus”, son yıllarda en beğenerek izlediğim dizilerden biri.
Her sezonu farklı bir şubesini ziyaret ettiğimiz otel zinciri, Hawaii ve İtalya’dan sonra bizi Tayland’da ağırlıyor.
Dizinin üçüncü sezonu hakkındaki izlenimlerimi ve bilgileri aktaracağım bu yazının keyif kaçırıcı detaylarla (spoiler) dolu olması kaçınılmaz. Eleştiriyi bu bilinçle tüketiniz.
Dizi, “The White Lotus” adetlerine uyarak bizi göreceklerimize hazırlıyor. Bu sadece sinir bozucu zenginler hakkında bir dizi değil. Aynı zamanda bütün sezon herkesin her hareketini sorgulatacak, arada da varlığını unutacağınız bir gerçek var: Bu gördüğümüz insanlardan biri ölecek.
Fakat şunu söylemem gerekir ki merakı doruklarda yaşatan açılış sahnesinden sonra maalesef diziyi aynı ilgiyle takip edememeye başladım. Sezon, tempo olarak önceki iki sezondan farklılık gösteriyor. Merak uyandırıcı olay eksikliği ve durağanlık sebebiyle yeni bölümlere her zamanki hevesi duymak zor. Heyecanın doruklara ulaşıp olayların çözümlendiği son birkaç bölüm ise bu dengesiz olay dağılımı sebebiyle biraz aceleye gelmiş hissettiriyor.
Öyle ki düzenli izlemeyi unutmaya başladığım bölümlere dönüşüm ancak diziye sürekli sosyal medyada rastlamam ve sürecin işleyişiyle ilgili yeni bilgiler öğrenmemle oldu.
Aklımda kalan bir ilginç sahne arkası bilgisi, bütün oyuncuların seçmeyle ekibe girme ve aynı maaşı alma şartı oldu. En popüler oyuncusundan en çiçeği burnundasına, bütün “The White Lotus” ana kadrosu bölüm başına 40 bin dolar almış.
Yine ilgi çekici bir sahne arkası bilgisi, bu sezonun en sevilen karakterlerinden biri Chelsea’yı canlandıran Aimee Lou Wood’un The Guardian ile yaptığı röportajdan geliyor.
Bu röportaja göre ekip, yedi ay boyunca Tayland’daki Four Season otelinde yaşamışlar. Normal misafirlerin ağırlanmadığı bu dönemde oyuncuların ve set ekibinin tek gördüğü insanlar birbirleri olmuş. Dizinin ilk sezonu pandemide çekildiği için zamanında böyle bir çekim standardı geliştirmişler. Wood, röportajına 2018 yılında “Survivor” isimli realite şovuna yarışmacı olarak katılıp benzer bir tropik fakat izole ortamda iç içe zaman geçirmeye deneyimlemiş dizinin yaratıcısı Mike White’ın bir yandan insanları sosyal olarak klostrofobik hissettirecek ortamlara koyup içlerinden çıkanları gözlemleme motivasyonuyla da bu yola başvurmuş olabileceğini not düşüyor.
Bu sezonu diğer sezonlardan ayıran bir şey de seyirciye daha çok ipucu veriyor olmasıydı. Silahlı soygun ve yılan saldırısına maruz kalmış Chelsea’nin Rick’e “kötü şeyler üçlü olarak gelir” (bad things come in threes) derken kendi sonunun yakın olduğunu fark etmemesi yürek burkan bir detaydı. Aynı şekilde Rick’le yemek yerken “Amor Fati”nin ne olduğunu açıklayıp “Senle ben artık bağlıyız. Senin başına kötü bir şey gelecekse benim de başıma gelir.” demesi hüzünlü kaderini cesurca ve biraz da çılgınca kabullenişini gördüğümüz andı.
Sezonun kurbanları Rick ve Chelsea’nin ilişkisi, bu şiirselliğini sezon boyu devam ettiriyor. Bir tarafta smoothiesiz yaşayamayan Saxon, bir taraftan çocukluk travmaları tetikleme çemberi kurmuş üç oryalli sarışın kız grubunun yanında Chelsea ve Rick, Şekspiryen bir yapıyla başlayıp sona eriyor.
Öyle ki yıldızları barışmamış âşıkların suda süzüldüğü son sahne, akla nehirde bedeni süzülen, Sir John Everett Millais’ın 1851-52’de çizdiği "Ophelia" tablosunu akıllara getiriyor (görseli haberin sonunda inceleyebilirsiniz). Rick ve Chelsea’nin cansız bedenleri aynı zamanda bir Ying-Yang simgesine dönüşüyor.
Sezonda en hoşuma giden şeylerden biri sinir bozucu, zengin ve züppe bir finance bro karakteri olarak başlayan Saxon’ın çöküşünü ve aydınlanma potansiyelini izlemek oldu.
Oldukça sinir bozucu bir karakteri incelikle ve sahicilikle canlandıran Patrick Schwarzenegger, özellikle kardeşi ile yaşadığı “felekten bir gece”nin sonrası yaşadığı karakter dönüşümünü başarıyla sırtlamış.
“Kardeş sevgisi” daha önce dizide hiç bu şekilde işlenmemiş olsa da Saxon ve Lochlan’ın yakınlaşması bu sezonda en “The White Lotus” evrenine ait hissettiren dinamiklerden biriydi. Temposu düşük başlayan sezonun ortasına bomba gibi düşen bu olay, Ratcliff ailesinin Amerikan rüyası hayatındaki çatlaklardan biri hâline geliyor.
Sezonun tatlı sürprizlerinden biri ise Kate’i canlandıran Leslie Bibb’in gerçek hayattaki partneri Sam Rockwell’in Frank karakteriyle diziye katılması oldu. Asyalı kadın olmak üzerine yaptığı tiradıyla diziye yepyeni bir soluk getiren Frank, Rick’e Bangkok maceralarında eşlik edebilecek en orijinal sağ kol karakter.
Üçlü kız gruplarının kaçınılmaz dinamiğinden nasibini alan Laurie (Carrie Coon) ise sezonun en empati kurulabilir karakterlerinden biri. Neredeyse Nijerya “prens”lerininkini aratmayan bir dolandırma tuzağına düşecekken kıskanç sevgilinin gazabıyla şansı yaver giden Laurie, akşam yemeği sahnesindeki tiradıyla final bölümünün en akılda kalıcı sahnelerinden birine imza atıyor.
Fakat Laurie ne kadar empati kurulabilir bir karakter olursa olsun, bu sezonun şampiyonu olan Belinda’nın yerini tutamaz. Belinda sanki her sahnesinde dizinin genresını değiştiriyor, dördüncü duvarı kırarcasına “Ben de sizdenim ve etrafımdaki herkesin ayrı bir tuhaflıkta olduğunun farkındayım” diyerek izleyiciyi doğruluyor. Birinci sezonda sevgimizi kazanan ve bize çok sevgili merhume Tanya’yı bile eleştirten Belinda; bu sezon hem aşk, hem iş hem de para konusunda hak ettiklerini tadıyor. Bu emektar anne, sonunda mutlu sonuna ulaşmış olabilir mi yoksa her sezon karşımıza çıkan Greg parasının peşinden koşacak mı?
Bu sezon övmek istediğim son karakter/performans ikilisi ise kendi doğrularına körü körüne inanan ve sonunda bir annenin duymayı en çok isteyeceği sözler olan “haklısın”ı duyan Parker Posey’nin canlandırdığı Victoria. Kendisini bekleyen kaos hakkında hiçbir fikri olmadan sezonu başladığı gibi aklı havada bitiren Victoria, karikatürizeliği yüksek bir karakter olsa harika bir sahicilik ve komediye sahip. Zengin adam genç kadın çiftlerini kurtarmaktaki çabası ve kızını ait olduğu üst sınıf beyaz aile sıfatına çekme çakallıklarıyla sezonun en tempoyu arttıran karakterlerinden biriydi.
Başlarda o kadar ısınamadığım bu sezonu üstüne düşündükçe daha çok sevsem de içimin sinmediği birkaç seçim var. Bunlardan birisi Jason Isaacs’in karakteri Timothy’nin sürekli aksiyon dolu fakat “aa hayalmiş” diye kestirip atılan sahnelerde yer alması. Öyle ki oğlu bile en görkemli ölüm sahnesinin öznesi oldu fakat gerçekten ölmediği ortaya çıktı. Bir diğeri ise Sritala Hollinger’ın korumalarının gülünç bir derecede beceriksiz olmaları. Daha önce bu dizide gördüğümü hatırlamadığım bu yaratım seçimleri, bana “the White Lotus” dünyasına aykırı geldi. Yine de sezon, son bölümüleriyle ilk bölümlerin durağanlığını telafi etti ve sonraki sezon için hevesli bir hayran kitlesi bıraktı.
4. Sezonunun nerede geçeceği merak konusu olan “the White Lotus”un ilk üç sezonunu Türkiye’ye taptaze bir giriş yapan platform MAX’te izleyebilirsiniz!
Beren Demirci

Yorumlar (0)