Guillermo del Toro'nun uzun zamandır beklenen "Frankenstein" uyarlaması: “Hayatı ararken ölümü yarattım.”

2006 yılında Guillermo del Toro'nun "Pan'ın Labirenti" (Pan's Labyrinth, El laberinto del fauno) filmini izlediğimden beri büyülendiğim yönetmenlerden biri oldu. O zamandan bu yana ismiyle çıkan çoğu yapıma mutlaka göz attım ve bu yılın "Frankenstein" filmi de istisna olmadı.

"Frankenstein", sadece bir film değil, usta bir yönetmenin otuz yılı aşkın süredir taşıdığı ve gerçekleştirmek için doğduğu bir hayalin, sinema perdesine yansıyan görkemli bir zaferi bana kalırsa. Del Toro, eski bir efsanenin kalbini yeniden çarptırıyor ve bunu yaparken, korkuyu laboratuvardan değil, vicdanın kendisinden buluyor.

Mary Shelley’nin 1818 tarihli ölümsüz eseri, "Modern Prometheus", yalnızca gotik bir klasik olmanın ötesinde, insanlığın yaratma tutkusuna yazılmış bir ağıt gibi. Yaratık yüzyıllardır defalarca diriltildi, ancak Del Toro’nun ellerinde yeniden nefes alması, hikayeyi artık yalnızca bir diriliş anlatısı olmaktan çıkarıp, biz izleyicilerle de ilgili hale getiriyor. 

Del Toro, bu kez bilimi değil, inancı ve deneyi değil, onun doğurduğu vicdani sancıyı anlatıyor. Film, Victor Frankenstein’ın pişmanlığının bir yansıması gibi ilerlerken, modern dünyanın yalnızlığıyla harmanlanıyor. Bu açıdan bakınca, "Frankenstein" filmi, yönetmenin "Pan'ın Labirenti", "Suyun Sesi" (The Shape of Water) ve "Kızıl Tepe" (Crimson Peak) gibi eserlerinin doğal bir sonucu gibi duruyor. Gotik güzelliğin, metafizik sorgulamaların ve insani sefaletin birleştiği bir dönüşüm eseri.

Filmin görsel dili, tam anlamıyla nefes kesici. Del Toro’nun kendine has, ayırt edici görsel üslubu, karmaşık ve güzel imgelerle dolu bir seriye dönüşmüş durumda. Hemen ayırt edilebilir ve kendine has bir tarzı olduğunu düşünüyorum. Renk paletindeki toprak tonlarıyla kan kırmızısı birbirine karışıyor, ışık kullanımı hem karanlığı hem iç karmaşayı gözle görünür hale getiriyor. Victor’ın anne ve babasının cenaze sahnelerinde kullanılan tabut tasarımlarından laboratuvar ekipmanlarına, robotronik mankenlerden Yaratık karakterinin prostetik makyajına kadar her detay, yapımın sanatsal bütünlüğünü destekleyen olağanüstü bir titizlikle hazırlanmış. Kostüm ve prop tasarımları, hem dönemin atmosferini hem de del Toro’nun karanlık estetik anlayışını kusursuz bir uyumla yansıtıyor. Her sahne tablo gibi. Sadece güzel görünmek için değil, hissettirmek için tasarlanmış. Del Toro seyirciyi sadece büyülemiyor. Aynı zamanda düşündürüyor, duygulandırıyor, hatta bazen suçluluk hissettiriyor. Her bir kare, Del Toro’nun sanatsal titizliğinin ve zengin gotik romantizm anlayışının göstergesi olarak parlıyor. 

Filmin büyük ölçüde fiziksel efektlerle inşa edilmiş olması, yapımın en takdir edilmesi gereken yönlerinden biri. Günümüzde dijital efektlerin baskın olduğu sinema ortamında bu tercih, hem nostaljik bir sıcaklık yaratıyor hem de sahnelere elle tutulur bir gerçeklik kazandırıyor. Özlediğimiz türden bu geleneksel sinema dokunuşu, filmin atmosferine derinlik ve özgünlük katıyor.

En şaşırtıcı yanı, bu kadar yoğun ve uzun bir hikayenin çok akıcı bir şekilde ilerlemesi. Del Toro burada kalem yerine kamerasını kullanarak, yönetmenden çok bir yazar gibi davranıyor. Filmi izlemek, sanki kısa bir romanı birkaç saatte bitirmek gibi bir his veriyor. Yaratığın nefes alışını değil, varoluşun ritmini duyuyorsun.

Filmin müziklerinde, yönetmenle daha önce "Suyun Sesi" ve "Pinokyo" (Guillermo del Toro’s Pinocchio) projelerinde de iş birliği yapan Alexandre Desplat, bir kez daha olağanüstü bir iş ortaya koyuyor. Besteleri, hikayenin duygusal derinliğini ve gotik atmosferini zarif bir biçimde tamamlayarak anlatının ruhunu güçlendiriyor.

Victor’ın deney sahnesinde kullanılan görüntü kolajının sanatsal yaklaşımı özellikle etkileyici. Del Toro, bu sekansları iğrenç ya da rahatsız edici bir estetik üzerinden değil, adeta bir heykeltıraşın yaratım sürecini izliyormuşuz hissiyle kurgulamış. Sahne, bedenin işleyişine dair doğal bir sanatsallık sunarak hem yaratma eyleminin güzelliğini hem de dehşetini aynı anda görünür kılıyor.

Oyunculuklara gelince, Jacob Elordi’nin Yaratık performansı bence kariyerinin dönüm noktası olacak seviyedeydi. Çoğu sinema uyarlamasının aksine, Del Toro’nun Yaratık’ı zekaya, duyarlılığa ve özünde bir nezakete sahip. Elordi, kariyerinin belki de en içsel, en katmanlı performansına imza atmış. Fiziksel güzelliğinin, karakterin trajedisinin bir parçası haline getirilmesi, yani "güzelliğin laneti" teması, bilinçli bir tercih olarak öne çıkıyor. Zira film, çirkinliğin artık bedende değil, niyette gizli olduğunu anlatmaya çalışıyor. Elordi, sessizliğiyle, bakışlarıyla ve bazen de hırlamalarıyla Yaratık’ın zihnindeki çatırdamaları aktarmayı başarmış. Elordi, hiç değilse benim gözümde artık yalnızca bir ekran yüzü değil, sinema kültürünün en önemli parçalarından biri. Oscar Isaac’in Victor Frankenstein’ı ise, bilimsel arayışıyla saplantılı, kibirli ve dehasını her fırsatta ilan eden, ukala bir yaratıcının portresini çiziyor. Isaac, Victor'un kalitesini ve amacına olan takıntısını mükemmel bir şekilde yansıtıyor.

Film, yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkiyi basit bir baba-oğul alegorisinden çıkarıp, neredeyse ilahi bir çatışmaya dönüştürüyor. Burada neredeyse ilahi bir hesaplaşma var. Del Toro, John Milton'ın epik şiiri "Kayıp Cennet"ten ilham alarak "Ben mi istedim yaratılmayı?" sorusunu merkeze koyuyor. Bu sadece Tanrı’ya başkaldırı değil; Tanrı’nın sessizliğine dair bir isyan. Del Toro’nun sinemasında hep dışlanmış olanın kalbi merkezde olurdu, burada da öyle. Belki de Yaratık bizden daha insancadır ve asıl lanet de bu farkındalıkla başlar. "Frankenstein", sadece ve sadece insan olmanın korkunç sorumluluğu üzerine, ardından günlerce konuşulabilecek kadar derin bir anlatı bana kalırsa.

Guillermo del Toro'nun bu filmde bize sunduğu her sahne insanın kendi karanlık yönüne tuttuğu bir ayna gibi. Ve o aynada, canavardan değil, kendimizden korkuyoruz. Eksik, hasarlı, suçlu, meraklı ama hala umut eden benliğimizden. Bu versiyonda korku artık dışarıda değil, kendi bedenimizde. Del Toro’nun bu tutku projesi, kaynak materyale duyduğu büyük saygı ve kendi eşsiz ustalığıyla, sinema dünyasına kattığı, atan bir kalbi olan görkemli bir başyapıt.

Ezgi Eyici

Yorumlar (0)

avatar