The Fountain (Kaynak)

28.05.2007 11:26

Öncelikle ben şuna inanırım, sinema bazen sözlerin gerekliliğinin kalmamasıdır. Şiirsel görselliğin içinde başka bir şeyi umursamaksızın kaybolmaktır. Bazen sessiz bazen ışıklı, gösterişli bir haykırıştır. Masal içinde masal, tablo içinde tablodur. Sinema bazen perdeden size fışkıran bir patlamadır. Bir süpernovadır.

İşte Kaynak da böyle bir film. Konusu ile kurgusu ile müzikleri ile ama hepsinden önce görselliği ile aklımı başımdan alan sıra dışı bir film. Kaynak, Darren Aronofsky’nin üçüncü filmi. Daha önce çektiği Pi ve Bir Rüya İçin Ağıt filmleriyle izleyicilerin gözünde çok özel bir yere sahip olan yönetmen, bu son filmiyle de yine denenmemişi denemeyi göze almış. Üç farklı zamanda geçen bir hikayeyi birbirine oldukça karmaşık bir kurguyla bağlamış.

Hikaye üç farklı zamanda geçiyor demiştik. Birincisi günümüz diyebileceğim zaman ve başrollerde bir doktor ve hasta karısı var. Doktor karısını iyileştirmek için hırsla çalışır, elinde hastalığı alt edeceğini bildiği bir sır vardır. İkinci zamana kısaca geçmiş diyelim. Başrollerde ise sadık bir asker ve bir prenses var. Asker, ölümsüzlük ağacına, Kaynak’a doğru bir yolculuğa çıkar. Burada dikkatinizi çekerim, geçmiş ile günümüz zamanı arasındaki geçiş eşsiz. Çok çok ustaca bir kurguyla baş başa bırakıyor bizi yönetmen. Üçüncü zaman ise gelecek. Bir hipergelecek. Öyle ki, ben bunu bir arkadaşımın deyimiyle HerAn olarak görüyorum. Zamanın ve mekanın olmadığı boşluktaki yolculuk. Diğer iki zamandaki olayların bağlandığı yer, bir nevi harç. İşte bu zamanda ise bir keşiş ölümsüzlüğe doğru yola çıkar, bir amaç için.

Bu üç zaman birbiriyle iç içe anlatılmasının ötesinde birbiriyle sıkı sıkı bağlantılı, birbirinin devamı. Her üç zaman, birbirini takip ediyor, bir çember, bir sonsuz döngü oluşturuyor. Zaten filmin en hayranlık verici noktası da burası. O kadar birbirini tamamlarcasına iç içe geçmiş ki, etkilenmemek elde değil. Bazen bu karışık kurgu bir çorba gibi karışıyor, başınızı döndürüp anlaşılmaz bir hal alabiliyor ama sadece bazen.

Filmin görselliğini çok övdüm, ama hak ediyor. Kanımca, sinema tarihinde az görülür böyle sahneler. En sıradışı kamera açılarının sahibi Aronofsky, burada da uygulamış bunu. Bir sahnede atın koşturduğu, bir diğerinde arabanın otobanda yol aldığı sahnede, kameranın devinimine bakın, tepetaklak oluşuna. Ne güzel değil mi? Bazı sahneler de unutulmaz; mesela  hayat ağacını gözü dönmüşçesine içen askerin Kafkavari sonu? Ancak Kafka kitaplarında görülür. Ya o finali? Ha?

Oyunculuklara gelirsem, valla ben Hugh Jackman’ı tanıyamadım en başta. Çok yakışmış adama sakal. Rachel Weisz de harika. Ayrıca üç zamanda üç farklı insanı canlandırmak, üç farklı rolde oynamak demek. Özellikle Jackman her üçünü de ayrı bir güzellikte canlandırmış, tekrar helal olsun adama. (Bir askerkenki haşin haline, bir de keşişkenki huzuruna, yürüyüşüne bakın)

Sonuç olarak, benim gibi sinemada görselliği fazlasıyla ön planda tutan biri için bu film eşsiz, kusursuz bir deneyim oldu. Konunun zayıf kaldığı eleştirilerine katılmıyorum. (ki okuduğum nerdeyse tüm eleştiriler olumsuzdu) Şahsen, filmin bitip jeneriğin akmaya başladığı anda ne filmin tümünü anlamaya çalışmak gibi bir derdim oldu, ne de yok efendim üç farklı zamanmış, yok film şu şuymuş gibi filmi bir mantık çizgisine oturtmak isteğim… Bırak, film anlaşılmaz kalsın; bırak aradaki ancak çok dikkatli izlenirse fark edilecek bağlantıları fark etmeyeyim. İzin verin de o muhteşem finali, nefesimi kesen finali tekrar tekrar kafamda oynatayım; izin verin de daha önce hiç yaşamadığım görselliğin tadını çıkarayım.

Son söz olarak, sinemanın bu en sıradışı örneklerinden birini, farklı bir deneyim yaşamak istiyorsanız, izleyin. Sinemayla kalın efendim…