Enchanted: Masal mı Gerçek mi?

22.12.2007 15:53

 ‘Mesaj kaygılı’ filmler izlemekten sıkılanların imdadına ‘Enchanted’ (Manhattan’da Sihir) yetişti nihayet. Tek derdi ‘aşk’ olan bir film izlemeyeli ne çok olmuş meğer...Aşkın, insan hayatını nasıl değiştirip, güzelleştirebileceğini ‘sihirli’ ve eğlenceli bir dille anlatan Enchanted; kimi zaman iç geçirerek, kimi zaman hayallere dalarak izleyeceğiniz; klasik unsurlar taşıyan modern bir aşk masalı.

 

Aşk filmlerini sevmiyorsanız (ki bu çok üzücü), film sizin için bir ‘Çin işkencesine’ dönüşebilir. Zira, her sahnesi romantik öğelerle süslü; aşkı kutsayan repliklerle dolu bir film; Jean Claude Van Damme hayranları için hiçbir şey ifade etmez sanıyorum. Sadece masallarda değil, gerçek dünyada da mutlu son olabileceğini; herkesin mutlu yüzlerle hayatına devam edebileceğini gösteren filmlerden biri olan Enchanted; iki saatlik bir ‘Hayat Bayram Olsa’ müzikali adeta. Hikayenin ana karakterlerinden güzel prenses Giselle’in (Amy Adams) etrafına saçtığı aşk enerjisi tüm şehire karış karış yayılıyor ve Manhattan sokaklarında, tabir-i caizse bir Rio Karnavalı yaşanıyor. Genci yaşlısı, kadını erkeği, şekercisi dilencisi ile tüm Manhattan, hep birlikte şarkılar söyleyip dans ederek; mutluluğun resmini çiziyorlar.    

Peki nasıl başlıyor bu hikaye? Peri masallarındaki huzurlu dünyasında, evlenme sözü verdiği yakışıklı prensle, ‘ömür boyu birlikte ve mutlu olma’ garantisi ile sorunsuz bir şekilde yaşarken, kötü kraliçe Narissa’nın (Susan Sarandon) gazabına uğrayan güzel prenses Giselle; hiçbir şeyin garantisinin olmadığı, insanların birbirine karşı kayıtsız davrandığı gerçek dünyaya sürgüne gönderiliyor. Giselle; kanalizasyon çukurundan Manhattan sokaklarına adım attığı ilk dakikada, burada işlerin farklı yürüdüğünü öğrenmeye başlıyor. Hatta bir süre sonra, bu değişimden kendisi de etkileniyor ve gözü Prens Edward’dan (James Marsden) başkasını görmeyen prenses; bu macerasında kendisine evini açıp, yardımcı olan yakışıklı dul avukat Robert Philip’e (Patrick Dempsey) aşık oluyor. Elbette ki, insanın incitmeye kıyamayacağı kadar temiz bir kalbe sahip olan bu güzel prenses karşısında, Avukat Bey de tepkisiz kalamıyor ve aralarında biz dünyalılara pek de nasip olmayan türden bir aşk doğuyor.

Düşünsenize, işi insanları ayırmak olan bir boşanma avukatı için; her yerde, her şekilde şarkılar söyleyip dans eden; dokunduğu herşeyi güzelleştirip, beraberindeki insanları da mutlulukla büyüleyen, masallardan fırlamış güzel bir kadın, gökten zembille inmiş bir melek değil de nedir? Robert için bu duruma alışıp, Giselle’e kalbini kaptırmak çok zor olmuyor ancak masallardaki aşkı Prens Edward ve ‘gerçek aşkı’ Avukat Robert arasında kalan Prenses Giselle, peri masallarındaki dünyasında hiç tanık olmadığı türden bir çelişki yaşayarak, ‘aşk’ı sorgulamaya başlıyor. Manhattan’da geçirdiği günler sonunda, hoşuna gitmeyen bir durum karşısında ‘sinirli’ bir tepki verebilecek kadar ‘insanlaşan’ masal kahramanı Giselle; masallardaki kusursuz romantizmi değil; gerçek dünyadaki, flört ederek başlanan ‘garantisiz’ aşkları daha çekici bulduğunu farkederek; Robert’a karşı hissettiği dünyevi duyguların esiri oluyor.

Klasik masal motifleri ile süslenen filmde; masallardaki ‘ebedi mutluluk’ olgusunun gerçek dünyada var olmadığını farkeden Giselle’in, tüm karmaşası, güvenilmezliği ve acımasızlığına rağmen gerçek dünyada kalmayı ve kalbinde ilk kez ‘ince bir sızı’ hissetmesini sağlayan dünyalı aşkı Robert ile birlikte olmayı tercih etmesi; yaşadığımız hayatın ne kadar özel ve cezbedici olduğunu hissettiriyor bizlere. Çeşitli kumaşlardan kendine elbise yapmak yerine, kredi kartı ile istediği mağazadan dilediği elbiseyi satın almanın hazzını yaşayan Giselle, ‘insan’ olmanın ayrıcalıklarını bir bir keşfederken; bize de esas sihirin masallarda değil, üzerinde yaşadığımız bu dünyada olduğunu düşündürüyor.