Beren Saat ile Kariyeri Üzerine Röportaj

28.10.2013 10:34
Beren Saat ile Kariyeri Üzerine Röportaj

Kıyafetleri, duruşu, yeni projeleri hep merak konusu ama o mümkün mertebe konuşmak istemiyor, kendini uzun uzun anlatmayı sevmiyor. Son filmi ‘Benim Dünyam’ vesilesiyle buluştuğumuzda “Tek derdim, tek hayalim ölene kadar oyunculuk” dese de dekolte krizi çıkaranlara sansürün dozunu arttıranlara kendini rolüne kaptırıp sette şiddet uygulayanlara karşı lafını da sakınmadı

 

 

Kendinize sessiz bir yer bulun ve gözlerinizi kapayın. Bu karanlığa ne kadar dayanabilirsiniz? Bir

 

dakika? Bir saat? 1880’de doğan Helen Keller, 68 yıl bu şekilde yaşadı. Siyah bizim için bir renkken

 

onun için güçlü bir duygu oldu. Beren Saat, yeni sinema filmi ‘Benim Dünyam’da canlandırdığı Ela

 

karakteriyle doğuştan kör ve sağır Helen Keller’ın hikâyesini beyazperdeye taşıyor. Çift engeline

 

rağmen Uğur Yücel’in canlandırdığı Mahir öğretmen sayesinde üniversiteye başlayan Ela,

 

duymamasına rağmen konuşmayı öğreniyor. O da karakteri canlandırırken birçok konuda hayal

 

dahi edemeyeceği farkındalıklar yaşadığını saklamıyor. Rolün zorluğunu “Altından kalkabildiysem izi

 

kalacak bir rol oldu” diyerek vurguluyor. Yine de hafif bir tebessümle ekliyor: “Ama burası Türkiye.

 

Her an rüzgâr tersine dönebilir.”

 

‘Aşk-ı Memnu’, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’, ‘İntikam’ ve son olarak ‘Benim Dünyam’… Hepsi uyarlama

 

işler. Ne çektim bu uyarlamalardan diyor musunuz? 

 

- Hayır. Sanırım biz bu işe yeni yeni alışıyoruz. Eskiden de bir sürü hikâyeyi, romandan ya da

 

filmden uyarlıyormuşuz ama haklarını ödemiyormuşuz. Oysa artık haklarını satın alıyoruz. Yine de

 

“çalıntı ya da aynısını yapmışlar” tantanaları çıkıyor. Filmde canlandırdığınız Ela doğuştan kör ve

 

sağır. Bu sebepten konuşamıyor da.

 

Onun hissettiklerini anlayabilmek için nasıl bir çalışma yaptınız?

 

- Çekimler başlamadan nasıl olabileceğini hayal bile edemiyordum. Gerçeği oynarken idrak etmeye

 

başladım. Mesela metinde; “Senfonisini yöneten bir orkestra şefi gibi” diye bir cümle vardı. Yardım

 

aldığım İşitme Engelliler Federasyonu Başkanı Ercüment Tanrıverdi ‘senfoni’ diye bir kelimelerinin

 

olmadığını söyledi. Çünkü onlar için müzik yoktu. Müziği duyabilmenin bana nasıl duygu değişimleri

 

yaşattığını ve müzik dolu anıları düşündüm ve sustum.

 

 

Hiç konuşmadan izleyiciye duygu aktarmak zor muydu?

 

- Filmde entresan şekilde kendini ifade etmenin tek yolunun konuşmak olmadığını anlıyorsun.

 

Kendini son derece kuvvetle ifade edebileceğin mimiklerin ve ellerin olduğunu keşfediyorsun. İşin

 

en zor yanı duyan biri olarak duymayan birinin seslerini taklit etmekti. O konuda Ercüment

 

Tanrıverdi’nin yardımını aldım. Helen Keller’ın hikâyesi olduğu için çok fazla hedeften şaşmadım, bol

 

bol videolarını izledim.

 

O videolardan çıkardığınız hayat dersleri oldu mu? 

 

- Kendi başarısını ve engellere karşı nasıl durduğunu anlattığı çok etkileyici bir konuşması var. Bizim

 

hayatın içinde zafer diye addettiğimiz bir sürü şeye göre, onun hayatında aslında çok daha büyük

 

bir zafer olduğunu görüyorsun. Bizim zaferlerimiz ne kadar anlamsız diye düşündünüz mü?

 

- Anlamsız demeyelim. Sonuçta herkesin kendi serüveni ve herkes kendi hayatının lideri. Hiçbir

 

zaman insanların hedeflerini küçümsemem. Yalnızca bazı insanların savaşları çok daha büyük. Bu

 

yüzden kazanımlarının adı gerçekten zafer!

 

 

İNATLA YOLUNA DEVAM EDEN BİRİYİM

 

Sağır ve dilsiz alfabesini gerçekten öğrendiniz mi?

 

- Sahnelerdeki diyaloglar üzerinden bir sürü kelime öğrendim. 

 

Her dilin bir ruhu vardır. Peki işaret dilinin ruhu neydi?

 

- Anlatım çok net, bedeniniz üzerinden hissettiğiniz her 

 

şeyi dümdüz anlatmak üzerine bir dil. İma yok, laf sokma yok… Çok dürüst. Sadece dokunarak

 

koca bir dünyayı anlamlandırmak ne kadar mümkün?

 

- Altı üstü bir rol oynadım diye ahkâm kesmek benim işim değil. Anlamaya çalıştığımda hayal

 

gücümün çok ötesinde ve çok zor olduğunu tahmin ediyorum.

 

Ela’nın yaşadıkları aynı zamanda bir mucize gibi. Siz mucizelere inanır mısınız?

 

- Kaderci, sadece inanmayı seçmiş, daha güçsüz insanların bazı şeyleri mucize olarak adlandırdığını

 

düşünüyorum. Diğerleri onu güçlükleri olan bir yol veya mücadele edilecek bir hedef olarak

 

görüyor. Ben mucize diyen tarafta değil, “Her şey başarılabilir, yeter ki istensin” diyen taraftayım.

 

Öğrenmediği tek kelime ‘imkânsız’. Sizin hayatınızda imkânsıza yer var mı?

 

- İmkânsıza inanmıyorum. İnatla yola devam eden bir tipim.

 

BENİM DE KUSURLARIM VAR AMA...

 

Aile sizin için ne demek?

 

- Seni sen yapan her şey demek. Eğitimini nasıl değerlendirdiğin, görgün, sevebilme yeteneğin,

 

hayatı nasıl algıladığın, ne kadar insan olduğun ailen demek.

 

Bürokrat şehri Ankara’da büyüyenler daha resmi daha mesafeli mi oluyor?

 

- Hayır, aksine Ankara’da dostlukların daha derin ve konforlu, ilk aşkın daha yoğun halleri vardır.

 

30’a bir kala hayatın nasıl bir dönemindesiniz?

 

- Güzel bir yıl oluyor benim için. Yıla ‘İntikam’la başladım tuttu, Oscar alan bir Disney filminde

 

seslendirme yaptım burada da gişesi iyi oldu. Reklam filmimin grafiği iyi görünüyor. Saygı

 

duyduğum bir yönetmenle bir film çektim, çok besleyici bir süreçti.

 

Dışarıdan çok kusursuz görünüyorsunuz. Hiç mi defonuz yok?

 

- Vardır muhakkak ama onları anlatmak profesyonelliğe sığmaz.

 

“Bağıra bağıra ağlıyorum” diyorsunuz. Neler ağlatır sizi?

 

- Her şey. Çok güzel güler, çok güzel ağlarım. Saçmalaya saçmalaya dans ederim. Sinir uçları

 

açıkta bir tipim. Bunlar da özgürlüğe dahil. Yalnız bunları küçük bir çevrede kontrollü olarak

 

yaşıyorum. Çünkü artık korkuyorum.

Neden korkuyorsunuz?

 

- Çapraz taktığım çantam gömleğimin bir düğmesini açtı ve çamaşırım göründü diye alkollü

 

olmadığım bir gecede ‘dağıttı’ diye haftalarca haber olmak istemiyorum. Anladım ki bu kafalara laf

 

anlatmakla zaman kaybetmek istemiyorum. Beni o çukura tekrar çekebilme ihtimalinden

 

korkuyorum.

 

Gelelim aşka…

 

- Spotlar işlerimle ilgili olsun diye bu defa gelmeyeceğiz aşka.

 

İNTİKAM RİSKLİ BİR PROJEYDİ O RİSKİ ALDIK VE YOLUMUZA DEVAM EDİYORUZ

 

Bu sene İntikam’ın ikinci sezonu. Çok umutluydunuz. Aradığınızı buldunuz mu?

 

- Bu sezon hesapta olmayan bir sürü şey yaşadık. Yönetmenimiz, senaristimiz, başrol

 

oyuncularımızdan biri ve görüntü yönetmenimiz gitti. Teknik olarak her şey çok kolay başlamadı

 

ama yerine oturdu. İşe yeniden başlıyor gibiyiz.

 

Nejat İşler gitti, Yiğit Özşener ve Alican Yücesoy geldi. Yeni oyuncular kadroya dahil oldu. Oyuncu

 

değişimleri size nasıl yansıdı? 

 

- Yiğit, tecrübesiyle kolay adapte oldu. Çalışması çok rahat biri. Tilbe Saran annemi canlandırıyor.

 

Geçenlerde bir kahvaltı sahnesi çektik. O an Tilbe Saran ile karşılıklı oynamak bir lütuf diye

 

düşündüm.

 

İkinci sezon daha karışık bir olay örgüsüyle başladı. Sizce, izleyici zorlanır mı?

 

- ABD’de de ilk bölümlerde biraz zorlanıp sonra bundan dersler çıkarıp sezon devamını ona göre

 

kurguladıklarını biliyoruz.

 

Canlandırdığınız Yağmur karakteri hakkındaki eleştirilerin çoğu donukluğu üzerine... 

 

- Evet. Birinci sezona göre karakter daha zenginleşti. İlk sezon süper cool, çok sert, donuk ve

 

katıydı. Bizim gibi fevri davranan Akdeniz insanı yapısına ve kadınlarına bu karakteri kabul ettirmek

 

zordu. Ama benim için yeni bir şeydi. Yeni sezonda karakterin karşısına annesi çıktı. Annesi onun

 

yumuşak karnı.

 

Dizide uçan tekmeler atıyorsunuz. Dövüş derslerine devam mı? 

 

- Aynen, devam! Başta daha zordu, artık alıştım. Ama aksiyon bir illüzyon. Bu kadar uzun

 

dakikalarda aksiyon çekmenin yolunu keşfediyoruz. Bu yüzden bu proje riskliydi. O riski aldık ve

 

yolumuza devam ediyoruz.

 

SENDROMA YAKALANSAM BIRAKIP KAÇMAZDIM

 

Yıllardır ekranda zengin adam, fakir kız ve onların aşkını izliyor, bir adım ötesine geçemiyoruz.

 

Bunun sebebi izleyici talebi mi yoksa senaristlerin yetersizliği mi? 

 

- Garanticilik hep var. Şimdi sansür denen bir şey de var. Bu da otosansüre dönüşmeye başladı ve

 

yapacak bir şey yok. Tabii yönetmenin 5 günde 110 dakikalık bir işi çekmesi, oyuncunun günde 16

 

saat oynaması da bekleniyor. En hayran olduğunuz yabancı yönetmen veya senaristi alın, bu

 

koşullarda daha vasat bir iş çıkarır. En hayran olunası oyuncu bile eline bir gün evvel aldığı

 

senaryosuyla, üç saatlik uykuyla, 16 saattir çalışıyorken “bu da böyle olsun napalım artık” deyiverir

 

kendi performansına.

 

Yorgunluk deyince hayatımıza ‘tükenmişlik sendromu’ kavramı girdi. Bu sendromun varlığına

 

inanıyor musunuz?

 

- Bir doktor bu tanıyı koyduktan sonra bir şey söyleyemem. 

 

Sizin tükenmiş hissettiğiniz oldu mu?

 

- Çok zorlandığım zamanlar oldu. Set ve ev arasında koştururken bazen özel bir hayatın kalmıyor.

 

Peki siz böyle bir sendroma yakalansanız… 

 

- Ben bırakıp kaçmazdım. Bu sadece mesleki bir şey de değil. Hayatın içinde de genelde bir şeyleri

 

bırakıp kaçmıyorum. Yapılacak her şeyi sonuna kadar deniyorum. Tabii burada bahsettiğimiz bir

 

hastalıksa bunu yapmayanı da suçlayamam. Önce insan gelir.