Ünlü Yönetmen Tayfun Pirselimoğlu ile Konuştuk

22.06.2014 23:46

Geçen yılın en önemli filmlerinden Ben O Değilim'in yönetmeni Tayfun Pirselimoğlu ve görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile geçen pazar günü sona eren 25. Ankara Uluslararası Film Festivali için bulundukları Kızılay Büyülü Fener sinemasında bir söyleşi gerçekleştirdik. Pirselimoğlu ile ödüllü son filmi Ben O Değilim'den, sinemaya bakışından, usta görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile ise Theo Angelopoulos'la ilişkisinden ve Pirselimoğlu'yla çalışmanın nasıl birşey olduğundan söz ettik. Usta isimlerle yaptığımız röportajın videosunu ve metnini sinemalar.com farkıyla sizlerle paylaşıyoruz.

- Öncelikle bize zaman ayırdığınız için sizlere çok teşekkür ederiz. Tayfun Bey, son filminiz Ben O Değilim'den başlamak istiyoruz. İstanbul Film Festivali'nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülünü kazandı. Filmle ilgili düşünceleriniz nelerdir, bu filmi diğerleri arasında nasıl bir yere koyarsınız?

Tayfun Pirselimoğlu: Ben daha önce bir üçleme yapmıştım. Yani önce üçleme olarak başlamamıştı ama sonra üçlemeye dönüştü. Rıza, Pus ve Saç diye. Bu sefer bireysel olan tamamen başka bir hikaye anlatmak istedim. Daha önce kafamda olan birşeydi, kimlik değiştirme konusu. Bunun üzerine birşey yapmak istedim. Sahiden biriyken bir başkası olma, felsefi bir problem aslında. Sinema dünyasında da, edebiyatta da çok kullanılmış zamanında. O yüzden filmle ilgili referanslarını kurmak isteyenler edebiyattan ve daha önce buna benzer çekilmiş filmlerden kurmaya çalışıyorlar. Öyle bir film.

- Filmi seyrederken Nihat'ın dönüşüm anlarında çok bilinçli hareket etmediğini, durum neyi gerektirdiyse onu yaptığını düşündüm. Bunun Türk halkının bazı konularda çok tepkisiz kalma ve rüzgarın yönüne göre hareket etme refleksiyle bir bağı olabileceğini düşündüm. Bu önerme üzerine ne söylemek istersiniz?

TP: Bu doğru. Nihat iken Necip olma planlı bir hal değil. Değişim önüne çıktığı zaman onun sürüklediği yere doğru gidiyor. Hatta ve hatta bir motif yok. Nihat iken Necip olmasını gerektiren ortada görünür hiçbir neden yok. Yani o böyle bir kimlik değişiminden sonra daha zengin olmuyor, daha mutlu olmuyor. Yaşadığı hayatı daha farklı bir kişi olarak yaşamaya devam ediyor. O anlamda böyle bir okuma da yapılabilir. Sokakta giden adamın hikayesi de üç aşağı beş yukarı bu yönde gidiyor denebilir, doğrudur.

- Bir sonraki projenize biraz değinelim isterseniz. İlk defa kendi yazdığınız bir romandan yola çıkacaksınız.

TP: Böyle birşeyden yola çıkarak yazıyorum ama birebir roman değil, kendi romanımdan esinlendim diyeyim. Hikayeyi çok fazla anlatmak istemiyorum ancak bir kişinin hikayesi olmaktan ziyade bir kasabanın, bir şehrin hikayesi. Çıldırmanın eşiğine gelmiş ola bir şehrin hikayesi de denilebilir.

- Edebiyat dünyasındaki mühendislerin diğerlerine göre farklı bir bakış açısı getirdiğini her zaman düşünmüşümdür. O açıdan Oğuz Atay çok farklı bir figürdür benim için. Siz bir mühendissiniz ve ortaya koyduğunuz tüm ürünlerde, sinema, edebiyat ve hatta resimde, nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?

TP: Açıkçası bunun nasıl çalıştığını bilmiyorum. Yani muhtemelen bir ilişkisi vardır, iş disiplini ile ilgili birşey getiriyor. Hesap yapmak, çünkü senaryo yazmak bir matematik gerektiriyor. Edebiyat da öyle aslında, yazmaya başladığınız zaman üç cümle sonrasını da üç aşağı beş yukarı tasarlamanız gerekiyor. Yani bir işin gidişatıyla ilgili kafanızda kurduğunuzu, tasavvurunuzu bir şekilde biçimlendiren bir disiplin. Ama bu mekanik bir işe dönüşme anlamında değil de, daha çok içsel bir mühendislik nizamı oluşturuyor zannediyorum.

- Yine bu anlamda merakımı cezbeden bir konu var. ODTÜ'yü bitirdikten sonra Viyana'ya gidip mühendislik eğitimi alıyorsunuz, bu alanda birçok eser verip sergiler açıyorsunuz. Daha sonra edebiyata yöneliyorsunuz, romanlar yazıyorsunuz ve en sonunda sinema... Senaryolar olsun, kendi yönettiğiniz filmler olsun, çok farklı disiplinlerde çok yetkin ürünler ortaya koydunuz şimdiye kadar. Bunu yapma sebebiniz var mıydı, bir arayış mı, yoksa insanlara anlatmak istediklerinizi farklı yollardan insanlara aktarma düşüncesi mi?

TP: Bir arayış olduğunu söyleyemem. Demin söylediğim gibi bunun mekaniği nasıl oluyor bilmiyorum. Şöyle oluyor: bir fikir geliyor ama bu fikir nasıl oluşacaksa o şekilde geliyor. Bu fikir birdenbire gördüğüm bir resim, bir ana ait bir fikir, birşey birdenbire parıldadığı zaman ya roman olarak geliyor ya senaryo olarak geliyor, -ben tematik sergiler yapıyorum mesela- ya da onun konusu olarak oluşuyor. Yani bu bana yetmiyor, bir de böyle anlatayım şeklinde bir derdim yok. Benim kendi fıtratımda olan birşey muhtemelen, zaman zaman bu şekilde ifade etmek, zaman zaman böyle anlatmak gibi... Ama bu dışarıdan bakıldığı zaman anlaşılamadığı gibi içeriden bakıldığında da anlaşılabilir birşey değil.

- Geçen günkü söyleşinizde de buradaydık, son filminizdeki ayakkabı sembolü üzerine bir soru gelmişti. Bunun kolay anlaşılır bir sembol olduğunu, insanların kafasını çok fazla zorlayacak bir tarafı olmadığını söylemiştiniz. Bu tür karışık olmayan sembolleri tercih etmenizin özel bir nedeni var mıdır?

TP: O sembollerden bir semboldü sadece, özellikle kolay olsun, bu zor olsundiye birşeyi işaret etmek üzere yapmadım. Ama o çok belirgin birşey, evet, ama bazı insanların benim koyduğumu farketmedikleri, belki de benim koyduğumu zannettikleri şeyler de var. Sinema biraz böyle birşey. Aşırı okuma diye birşey vardır ya, fazla derine indiğiniz zaman herkes kendi meşrebince birşeyler bulabilir. (Ingmar) Bergman'ın birşeyi vardır mesela, bir sinema kritiğiyle konuşurlarken -hangi filmdir hatırlamıyorum- geceyarısı varili yuvarlayan bir sahneden bahsederler. Sinema kritiği Bergman'a "Bu nasıl birşeydir, Tanrı'yı önüne katıp götüren bir adam mı?" der, o da "Yok, o yalnızca bir varildir." der. Bazı şeyler de gerçekten "varil"dir.

- Siz insanların algılanasında bir kolaylık düşünürken ayakkabı figüründe, ancak toplumun büyük kısmı bu filmi fazla entelektüel bulduğu için seyretme zahmetine bile katlanmıyor, bu size de ironik gelmiyor mu?

TP: Açıkçası filmi yaparken bu filmi kaç kişi seyredecek kaygısıyla yapmıyorum. Önce ben filmin bana ne anlattığının peşindeyim. Seyircinin çok olmasını tabii ki isterim, herkes ister. Ama az olduğu için de büyük bir sıkıntı duyduğum söylenemez. Yani bu anlamda seyircinin algısının ne kadarına hitap ettiğim gibi bir derdim hiç yok. Kendi algımın ne kadar olduğuyla ilgiliyim.

- Andreas Sinanos'la, böyle kendini ispat etmiş, çok başarılı, Theo Angelopoulos'la çok uzun süre çalışmış bir görüntü yönetmeniyle çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi?

TP: Çok önemli, Andreas filmin görüntü yönetmeni olmasının ötesinde benim çok yakın bir dostum her şeyden önce. Görüntü yönetmeni-yönetmen ilişkisi içerisinde kafaların uyuşması çok önemli, birbirini anlamak çok önemli. O anlamda benim çok rahat ettiğim, çok mutlu olduğum, çok şey öğrendiğim, gerçekten çok önemli bir insan. Çok keyifli çalışıyoruz. Biriyle daha önce ortak yaptığınız çalışma yoksa ilki her zaman çok sıkıntılı olur, biz hiç öyle birşey yaşamadık. Sanki defalarca film çekmişiz duygusuyla çalıştım.

- Bundan sonraki projelerinizde de beraber çalışmak ister misiniz?

TP: İnşallah, evet. Yeni projede de onunla çalışacağız.

- Bir röportajınızı incelerken, "mutlu sonlara inanmam" gibi bir söz söylediğinizi gördüm. Bu benim aklıma başka birşey getirdi. Bu filminiz gerçekten çok güzel, çok başarılı bir film, festivallerde aldığı ödüller de bunu kanıtlıyor ancak genel gösterime girse bile başka bazı vizyon filmleri kadar rağbet görmeyecek. Acaba bu tür filmlerin halkın geneli tarafından benimseneceği günleri görebilecek miyiz, bu konuda iyimser misiniz?

TP: Bu konuda da iyimser değilim her konuda olduğu gibi. Ama bu genel olarak dünyanın gidişatıyla da ilgili birşey. Sahiden beni çok şaşırtan zamanlarda yaşıyoruz, hiçbirşeye anlam yükleyemediğimiz, olur mu dediğimiz ama olunca da hiç şaşırmadığımız, tuhaf zamanlar.. Tuhaflıktan kasıt, Çinliler'in dediği şekilde... O yüzden bu değişir mi değişmez mi hiçbir fikrim yok açıkçası.

- Sayın Sinanos, uzun yıllar rahmetli Theo Angelopoulos ile çalıştınız, birçok önemli filminin görüntü yönetmenliğini üstlendiniz, onunla çalışmak nasıl bir duyguydu, nasıl tanımlarsınız Angelopoulos'u?

Andreas Sinanos: Çok önemliydi. Her zaman size verecek yeni birşeyi vardı. Çok çalışkan bir insandı. Asla çalışmayı bırakmadı. Kendisiyle birlikte çalışanların da çok çalışmasını sağlardı. Onunla çalışmak son derece harika bir deneyimdi.

- Tayfun Pirselimoğlu için neler söylersiniz?

AS: Onu birlikte çalışmadan önce de tanıyordum. Filmlerini biliyordum ve beğeniyordum. Onunla çalıştığım için çok mutlu oldum.

- Gördüğümüz kadarıyla çok iyi bir kimya tutturmuşsunuz.

AS: Evet. Bu açıdan kolay oldu, onu sanki çok uzun zamandır tanıyor gibiydim.

- Pek çok Doğulu yönetmenle çalıştınız şimdiye kadar. Hineer Saleem ve başka Ortadoğulu yönetmenleri tercih ettiniz. Ancak Avrupalı yönetmenleri çok tercih etmediğinizi görüyoruz.

AS: Bu bölgeyi daha çok tercih ediyorum çünkü kendime daha yakın buluyorum. Buraları iyi tanıyorum. Buralara çok uzun zamandır geliyorum. Yunanistan'la çok benzer yönleri var, bu yüzden kendimi çok rahat hissediyorum.

- Sanırım Türkiye'de de kendinizi rahat hissediyorsunuz?

AS: Elbette.

- Son 5-10 yıldır çok fazla Türk-Yunan ortak yapımı filmler görüyoruz. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz, nitekim iki ülkenin hükumetleri arasındaki ilişki de sürekli daha iyiye gidiyor.

AS: Bu çok olumlu bir gelişme. Bizi birbirimize daha da yakınlaştırıyor. Zaten kafa olarak da birbirine çok yakın ülkeleriz.

- Sayın Pirselimoğlu ve Sinanos, sizlere çok teşekkür ederiz.