Reha Erdem Sinemalar.com Özel Röportajı

02.12.2016 12:34

22. Gezici Festival'in konuğu olarak Ankara'ya gelen ünlü yönetmen Reha Erdem ile festivaldeki 5 filmlik seçkisi ve sinemayla ilgili genel düşünceleri hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sinemalar: Öncelikle röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz Reha Bey. 22. Gezici Festival'in konuğu olarak buradasınız, Ankara'dasınız ve sizin özel olarak seçtiğiniz 5 filmden oluşan bir seçki de şu anda festival kapsamında gösteriliyor. Bu 5 filmin tamamı, 50 yıldan uzun süreler öncesinde çekilmiş. Ancak günümüzde bile güncel konulara, insani durumlara atıflar barındıran filmler. Bu nedenle 'eski' yerine 'klasik' olarak adlandırmayı tercih edersiniz sanıyorum. 5 filmin, bir araya geldiklerinde bir ağızdan söyledikleri bir mesajı, bir konsepti var mı ve bu filmlerin, yönetmenlerinin sinemanız üzerindeki etkileri üzerine neler söylemek istersiniz?

Reha Erdem: Zaten eski film lafı, yanlış bir laf, baştan onu söyleyeyim. Mesela Dostoyevski'ye eski demiyoruz. Sinemayla ilgili de nedense böyle birşey var, eski film diye birşey yok. Bunlar sinemanın ağır topları ve her zamanın büyük eserleri. Ve genel olarak böyle bir anlayış da var, özellikle yeni kuşaklar için. Bunlar hep ismen biliniyor, Bergman'ı, Bresson'u herkes bilir ama pek kimsenin seyrettiği yok. Herkes günlük şeylerin, yeni şeylerin içinde, Jarmusch ne yapmış, daha çok ilgilendiriyor herkesi aslında 1950 filminden çok. Ama tam tersine bence yeni bir sinemanın hevesindeysek bu filmlerle beraber gitmeliyiz. Bu filmlerden haberdar olmak, bu filmlerin zevkine varmak ve bu filmlerin inceliklerini hissetmek zorundayız diye düşünüyorum. Bu seçkide bana "100 film seç" deselerdi 100 film getirirdim. Birlikteliklerinin bir anlamı yok ama bir anlam kurulmak istenirse her 5 güzel şeyden insan bir anlam kurabilir. Benim için anlamı sadece dediğim nedenlerleydi. Bazıları, mesela William Wyler'ın ve Willy Wellman'ın iki Hollywood filmi, her anlamda az bilinen filmler, dünyada da az bilinen filmler ve çok değerliler. Biraz da onları ortaya çıkarmak içindi.

S: En dikkat çekici filmlerden bir tanesi dediğiniz gibi William Wyler'ın Tehlikeli Fısıltı adlı filmi. Audrey Hepburn ve Shirley MacLaine gibi 2 tanınmış isim oynuyor, ama dramatik rollerde çok gördüğümüz isimler değiller. Daha romantik filmlerle, komedi filmleriyle ünlü isimler. Ayrıca o dönem için oldukça nadir görülen bir tema, bir eşcinsellik teması da filmde mevcut. Zaten bu konu da çok örtülü bir şekilde işleniyor, bazı kavramlar ağza bile alınmıyor. Aynı senaryo üzerinden çektiği ilk filmi kadar (These Three, 1936) olmasa da bir otosansür söz konusu gibi. Sansürün iyi birşey olduğunu kimse ima edemez, ancak farklı anlatım tekniklerini ve yaratıcılığı tetikleyen birşey olarak düşünüyor musunuz, genel olarak sansürün sinema üzerindeki etkileriyle ilgili neler söylemek istersiniz?

RE: Bunun en güzel örneği İran Sineması. Kadınları bir türlü gösteremiyorsun birtakım sahnelerde. En güzel örnek, Asghar Farhadi'nin filmlerinin toplamına baktığımızda insan sansür mü varmış, bunu bile unutuyor. Mesele oralarda değil bence, yapabildikten sonra. İnsan torbaya sığacak birşey değil. Dediğiniz gibi kimi zamanlar ise yeni yollar bulunmasına yol açıyor. O da şahane birşey.

S: İranlı olsak Farhadi'nin otosansürünü belki çok daha iyi anlayabilirdik biz dışarıdan bakan gözler...

RE: İlla otosansür de değil. Şunu söylemek lazım, birtakım kuralları var o ülkenin. İlla şunu yapacağım demenin de bir özgürlük olduğunu düşünmüyorum ben, onun için anlattığı meseleler son derece derin meseleler. Buna girdiğin zaman zaten her şeyin anlamı başka oluyor. Bunun içinde özgürlük meseleleri var, vesaireler var. Bu incelik önemli zaten.

S: Az önce söylediğiniz gibi Wyler'ın, Lilliam Hellman'ın senaryosuyla ilgili ikinci filmi bu aslında. These Three filmi var 1936'da çekilmiş ancak o zamanın Hays Yasaları nedeniyle çok daha ağır bir sansürle konusu tamamen değişiyordu.

RE: Ki değiştiren Hellman o ilk filmi, ikincide Hellman bulaşmamış senaryoya. Amerika için çok sert bir mesele bu eşcinsellik meselesi. Hele o yıllarda, hele Tehlikeli Fısıltı yılları bile öyle. Cesaretle yapılmamış, bu bir stüdyo filmi aslında, ama aradan kaçmış bir film diyelim.

S: Siz herhangi bir sebepten ötürü geçmiş bir filminizi, geçmiş bir senaryonuzu yeniden çekme konusuyla ilgili neler düşünürsünüz?

RE: Hiç yapmam. Benim hiç anladığım birşey değil, zaten bir filmi zor yapıyoruz, aynı filmi bir daha yapmanın hiçbir çekiciliği yok benim için. O da zaten çok ilginç, bu film iş yapmamış, son derece pişman bunu yaptığına, iş yapmadı diye. 'Yaptığıma en pişman oldum' dediği film, son filmiyle birlikte bu filmi keşke yapmasaydım diyor. Çok enteresan ama o film artık onun olmaktan çıktı, bizim filmimiz artık, böyle birşey var.

S: Gösterilen filmlerden bir tanesi de Ox-Bow Olayı adlı film. Bana nedense fazlasıyla Sidney Lumet'in 12 Kızgın Adam filmini hatırlattı. Henry Fonda'nın varlığı da belki bunda etkendir. Bir topluluğun üyeleri ne kadar vicdanlı insanlar olurlarsa olsunlar bireysel olarak, onların başındaki kişi şu veya bu sebepten vicdanını bir köşeye bıraktığında, aslında o topluluk da toptan vicdanını askıya alıyor gibi bir durum oluyor. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?

RE: Söylenecek fazla birşey yok. Filmde bütün inceliğiyle vardı bunlar. Topluluğun azınlık üstündeki tiranlığı artı korkaklıkları... Bir sahne vardır çok güzel, sigara yakma diyorlar, Henry Fonda yakıyor, sonra herkes tak tak tak yakıyor. Çok acayip şeyler bunlar, çok müthiş şeyler. Ve bir filmde bunları incecik yapmak çok önemli birşey.

S: Ox-Bow Olayı filmi ve Tehlikeli Fısıltı arasında ortak bir mesaj olarak ben linç kültürünün baskınlığını gördüm kendi adıma. Aradan geçen onca yıla rağmen topluluklar hala aynı gibiler.

RE: Hiç farketmiyor. İki filmin bir de çok tuhaf bir özelliği var, arka arkaya filmle paralellik kurmak deyince. İki filmin birinde intihar var, birinde idam var, hiçbiri göstermiyor. Çok ilginç birşey, katılmıyorlar çünkü. Özellikle Ox-Bow'da asılanların sadece gölgelerini gösteriyor. Lince katılmıyor yönetmen. Bunlar ince şeyler. Sinemada gösterilenle ve gösterilmeyenle anlatmak çok önemlidir. Günümüz sinemasında her şey aşırı göstermek üstüne, her şey dolayısıyla seyirlik ve boş hale geliyor. İkisi de gölgeyle gösteriyordu filmde.

S: Sizin de sanırım izleyicilerin kendi yorumlarını yapması, kendi şeylerini anlaması yönünde bir hassaslığınız var. Bir başka filmle, Robert Bresson'un Yankesici filmiyle ilgili birşeyler sormak isterim. Olabildiğince doğal bir film bu, ne bir simge var, ne başka birşey, tamamen alt metinler üzerinden yalın bir hayat kesitini anlatıyor. Birçok kez söylendiği üzere Dostoyevski ve Suç ve Ceza'yı hatırlatan tarafları var, öbür yandan Yeraltından Notlar'a atıflar olduğu söylense de ben daha çok Albert Camus'nün Yabancı'sındaki Meursault üzerinden benzerlikler kurdum. O da alışıldık anlamda vicdan sahibi bir adam değildi, Michel de filmin sonlarına kadar duygudan, vicdandan yoksun bir insanmış gibi hareket ediyor. Bu filmin seçkinizdeki yeriyle ilgili neler söylemek istersiniz?

RE: Robert Bresson sadece filmin meselesiyle, hissiyatıyla ilgili değil, benim 'açık sinema' dediğim ya da 'beklenmeyen sinema' diye adlandırdığım özgür sinemanın öncüsü diyebilirim. Bu şu demek: Sinemanın seyirlik halini tamamen reddediyor ve sinema bir hissiyat meselesidir, hissiyatla ulaşılabilecek birşeydir diyor. Bunun için de çok radikal bir formu var. Oyuncular, ki onlara model diyor, oyuncu demiyor, metinleri oynamıyorlar, dümdüz okuyorlar aslında. Bresson için ritm çok önemli. Bu haliyle hiç Bresson seyretmeyenler yadırgayacaktır, "bu nasıl oyunculuk" diyeceklerdir. Ancak o hal, metinleri o şekilde kullanma hali bir ritm oluşturuyor ve bu insanın çok da fazla adlandıramadığı başka bir anlam üretiyor, söylenen sözlerin anlamıyla beraber. Çok müthiş birşey, yani montajı, sesi, diyalogları bu şekilde kullanması ile dünyadaki en radikal biçimi üretmiş ve bunu çok güzel sindirmiş bir sinemacı. Mesela Balthasar filmi mesela çok ortadadır. Bu film çok bilinir ama az ortadadır. Onun için de gözükmesini çok istedim.

S: Michel karakteri istese başka bir işte çalışabilecek, para da kazanabilecek bir adam ama bir şekilde hayatta kalabilmek için çalıyor. Kaç Para Kaç filmindeki Selim karakterini düşündüm nedense, o da dolaylı yoldan hırsızlığa bulaşıyor ve standart bir işte çalışmadan, kolay yoldan gelmiş paranın büyüsüne adeta kapılıyor. Kanun gözünde işlenen suçların kötü bir amaca hizmet etmemesi, kişinin kendini, kendi vicdanında aklaması için yeterli bir sebep oluşturur mu sizce?

RE: Bu film zaten biraz onu söylüyor, yani suçtan çok başka bir melankoliye de gidiyor. Filmde çok güzel bir laf var en sonda, "bunca yol yapmak gerekti buluşabilmek, aşka varmak için" diye. Bu böyle kolay kolay adlandırılacak birşey değil. Bütün bunlar var. O kadar fazla hissiyat veriyor ki, bir kelimeyle veya bir kavramla anlatmak, bana hep öldürür gibi geliyor. Belki bu tarz filmleri fazla konuşmamak lazım, bitirmemek için.

S: Seçkinizde yer alan filmlerden bir tanesi de Ingmar Bergman'ın Sessizlik adlı yapımı, sinemanızda Bergman'ın yeri ve önemiyle ilgili neler söylemek istersiniz, nitekim ilk filminiz A Ay'da -belki ikisinin de siyah-beyaz olmasından kaynaklıdır ama- Persona filmiyle, özellikle iki kardeşin Nükhet Seza ve Neyyir'in diyaloglarının olduğu sahnelerde benzerlikler olduğunu düşündüm, siz ne söylersiniz?

RE: O benim sinematek yıllarımın hemen arkasından çekilmiş bir film ve Bergman'ların, bütün bu sinemanın etkisinde olduğum zamanlardı. Halen etkisindeyim ama şu an biraz daha kendi yolumu yapmaya çalışıyorum, öyle diyebiliriz.

S: Yani o iki karakterin ekranda iç içe geçtikleri sahneler vardı Persona'da, A Ay'da da öyle şeyler var gibi düşündüm ben. Bergman filmlerinde aynı oyuncularla çok fazla çalışmasıyla ünlüdür, Bibi Andersson, Max von Sydow, Ingrid Thulin gibi isimler çok fazla yer alır. Sizin filmlerinizde de normalden daha çok gördüğümüz isimler var, Ali Düşenkalkar, Bülent Emin Yarar veya Sermet Yeşil gibi. Ama tabii genç ve çok tanınmamış isimlerle de çalışıyorsunuz, ilk filminizde Yeşim Tozan, son filminizde Berke Karaer gibi. Özellikle genç oyuncuları seçerken, kadronuza katarken hangi ölçütlere göre tercih yaptığınızı merak ediyorum.

RE: Hayalet bir figür var, ona kim uyar diye çok araştırıyoruz. Son film için bile bir sürü insana baktık. Sonuçta Berke sokaktan denilebilir, yani hiç oyunculuk deneyimi olmayan bir çocuk. Onun kuralı yok, filme göre oluyor. Ama bir yandan da eğer gerekirse, çok şahane oyuncular var, beraber çalışmanın zevkli olduğu, demin saydığınız isimler gibi. Eğer onlara uygun bir rol düşerse bakıyoruz, mesela son filmde de Bülent hemen koşup geldi, oynadı.

S: Çektiğiniz bütün filmlerin son derece başarılı görüntü yönetmenliklerine sahip olduğunu düşünüyorum. A Ay haricinde Florent Herry hep filmlerinizde kameranın başındaydı. Çekim mekanlarına ve ortamlara birlikte karar verdiğinizi söylemiştiniz. Genellikle İstanbul'da filmleriniz, A Ay ve Şarkı Söyleyen Kadınlar'da Adalar yer alıyor. Öncelikle "Neden Adalar" diye sormak istiyorum. Bir de -bilemiyorum Ankara'da ne kadar zaman geçirdiniz, ne kadar tanıyorsunuz şehri ama- Ankara'yı sinematografik olarak değerlendirebilir misiniz?

RE: Yok, her yer olabilir. Ama bu yaşanmışlıkla da ilgili olabiliyor. Kars'ta çektim, Jin ve bu film, çeşitli yerlerde, kırsal alanda. Yani neyin nereden geleceği belli olmuyor. 

S: A Ay filminde Yekta'nın ünlü tiradını hatırlıyoruz, hayatın gösterdiklerimiz veya başkalarının gördüklerinden ibaret olmadığını söyleyen etkileyici bir tirattı. Sinema tutkusu sizin için sadece kendi gördüklerinizi, kendi hayallerinizi, kendi istediğiniz şekilde aktarabilme isteğiyle mi doğmuştu? İlk filminizden bu yana neredeyse 30 yıldan geçti ve kendi sinemanızı belirli bir türün ve üslubun ustası olma çabası olarak mı yoksa farklı yöntemler deneyerek her seferinde yetkin ürünler ortaya çıkarma çabası olarak mı tanımlarsınız?

RE: Aslında hiçbiri değil, ben kendimi iyi etmek için, iyi etmek derken tedavi etmek için çekiyorum. Zaten insan bir topluma ait olunca, sonuçta belli bir sinema disiplini içindeyim, sinemaya saygılıyım, seviyorum. Sanat böyle birşey zaten. Ben de bu toplumun bir parçasıyım. Bu dertlerin bir parçasıyım. "Dertlerimin belki bir sürü nedeni bu toplum, Belki toplumun bir sürü nedeni benim" gibi karman çorman şeyler. Sadece benim istediğim, ben aynı şeyi yapmayı sevmeyen bir insanım. Aynı filmi yapmanın bir üslup olduğunu düşünmüyorum. Hep farklı şeyler yapmaya çalışıyorum.

S: Peki konularınızı belirlerken, kafanızdaki belli konuları bir zaman sırasına mı sokuyorsunuz? 

RE: Hayır, gelip benim önüme çıkıyor.

S: Hani filmleriniz arasında genelde 2-3 yıllık boşluklar oluyor, bu bir hazırlık süreci mi?

RE: Para bulma süreci o.

S: Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Reha Bey.