
23. Gezici Festival'in konuğu olarak Ankara'da bulunan değerli oyuncu ve yazar Ercan Kesal ile festival için hazırladığı 'Adalet ve Vicdan' seçkisi, kendi yer aldığı yapımlar, sinemaya ve daha fazlasına bakışıyla ilgili keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sinemalar.com: Öncelikle röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz Ercan Bey. 23. Gezici Festival kapsamında sizin seçtiğiniz 3 film gösteriliyor, 'Adalet ve Vicdan' adı altında. Klasik bir soru olacak belki ama neden 'Adalet ve Vicdan'? Böyle bir temayı seçmenizin nedeni nedir?
Ercan Kesal: 'Adalet ve Vicdan', sinema meselesinden önce bir insanlık meselesidir. Hem de, birkaç bin yıllık bir mesele. İnsanlık, varoluşundan beri bu sorunsalın peşinde. Sinema da bunları kendine dert edinen bir sanat. Ayrıca ve özellikle benim de çok ilgimi çeken bir olgu. Kendi yazdığım senaryolarda, oynadığım filmleri seçerken, seyrettiğim filmlerde aradığım tema, genellikle bu meseleyi tartışan, bu meseleyle yüzleşmemi sağlayan filmler oldu. Bu yüzden Ahmet Boyacıoğlu (Ankara Sinema Derneği Başkanı) teklif ettiğinde seçimimin sıradan, sevdiğim 3-5 film yerine aynı tematik yapı etrafındaki filmlerden olmasını istedim. Ortaya böyle bir seçki çıktı.
S: Bu filmlerle ilgili birkaç soru sormak istiyoruz. 12 Kızgın Adam, elbette sinema tarihinin klasiklerinden. Hepimizin sık sık gördüğü ve kendi içinde hissettiği birtakım insani reflekslere, çoğunluk psikolojisine değinen, 60 yıl geçmesine rağmen hala bunu başarabilen bir film. Ama sonunda doğrunun ya da insaniyetin kazandığını söyleyebiliriz. Siz hala bu kadar umutlu musunuz, adaletin bir şekilde doğru bildiğimiz şeye tecelli edebileceğinden? İktidarın veya toplumsal baskının çok fazla ortaya çıktığı durumlarda adalet bundan etkilenebiliyor çünkü.
EK: Kuşkusuz ama bu çabaya değer. Zaten biz de bunun için uğraşıyoruz. Sinema veya edebiyat, sanatın yaratıcı dalları niçin var? Bu umutsuzluğu kırmak, yok etmek için. Karamsarlığın alemi yok diye düşünüyorum. Kendimize dair bir çıkarsama yapacaksak eğer, mesela 12 Öfkeli Adam'daki beyzbol maçına yetişmek için bir an önce karar vermeye çalışan ve bunu etrafındakilere sürekli empoze eden kişinin durumunu düşünebiliriz. Kendi hayatlarımıza da teşmil edebileceğimiz bir davranış biçimi bu. Kendi bencilliğimiz üzerinden kurduğumuz için bütün bir ömrümüzü, etrafımızdakilerin nasıl olumsuz etkilendiğini çoğu zaman fark etmiyoruz. Sinema bunları yakıcı bir biçimde hissettiren bir sanat. Sadece 12 Öfkeli Adam'da değil, Öldürme Üzerine Bir Film'de, Satıcı'da da, tüm bencilliğimizle dizayn etmeye çalıştığımız dünyanın, bumerang gibi sonradan nasıl dönüp kendimize vurduğunu gösteren birşeyler var.
S: Devlet adaletinin bu kadar farklı koşula bağlı olduğu, kişilerin kararlarına veya kolay değiştirilebilecek yasalara bağlı olduğu bir ortamda, mahkemelerin anlamsız olduğunu veya varoluş şekliyle hataya mahkum olduğunu düşünüyor musunuz?
EK: Sadece mahkemelerin değil, içinde mahkemelerin de yer aldığı, adına devlet dediğimiz bir organizmadan söz edebiliriz. İnsanların kendilerini yönetmekle, sosyal yapılarını dizayn etmekle ilgili bulabildikleri çözüm bu. Fakat [Eduardo] Galeano'da da rastlamıştım ve hoşuma gitmişti, kendisi ideal politik yapıyı tarif ederken şöyle söylüyor: 'Hükumetlerin halkı idare ettiği değil, halkın hükumetleri yönettiği bir idare şekli ideal bir yönetim olabilirdi'. Sonuçta devlet mekanizması bizim icat ettiğimiz, sonrasında kurallarına tabi olduğumuz bir yapılanma. Orada da insanlar var. Sonradan, insansız biçimde oraya kondurulmuş birşey değil. Filmlerin işlevi tam da bu zaten, filmler dünyayı değiştirmiyor, edebiyat dünyayı değiştirmiyor. Bunları seyreden, bunları okuyan insanlar değişiyor, dönüşüyor, ondan sonra değiştirme ve dönüştürme cesaretini ediniyor. Sinema salonları aslında bu cesareti birbirimize bulaştırdığımız alanlar. Yaptığımız işler de bu işe yarıyor. Bize tekrar yeryüzüne sahip çıkma cesaretini veriyor. Bu cesareti yanımızdakilere bulaştırma, onlardan gelecek cevapla yeniden umut etmeye yol açıyor. O yüzden çok kıymetli.
S: Satıcı, bu seçkideki bir diğer film. Asghar Farhadi benim sevdiğim yönetmendir. Ama Satıcı bir taraf tutuyor gibi düşünüyorum, haklılık veya haksızlıkla ilgili. Bir Ayrılık'ta çok daha tarafsız bir yönetimi vardı...
EK: Kimin tarafını tutuyor Satıcı'da sence?
S: Bence aktörün karşısındaki tarafı tutuyor, aktörü suçluyor.
EK: İhtiyar adamı, tacizciyi mi tutuyor?
S: İşte bunları net olarak söylemek zor, ancak en azından aktörün kararının ona hiçbir mutluluk getirmediğini, hatta tamamen farklı bir noktaya sürüklediğini, hayatının hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını görünce ben öyle düşündüm. Belki hiçbir karakterin hayatı eskisi olmayacak ama dediğim şekilde bakınca bir taraf tutmuş olduğunu düşündüm. Normalde çok tarafsızdır gerçekten. Bu noktada sizin kitabınızda rastladığım bir kavram olan 'arzuhalcilik' aklıma geldi, yönetmenlerin, yazarların insanlara bir şeyleri sadece aktarma aracı oldukları anlamında. Bu insanların fikirlerini ortaya koyarken kendi düşüncelerini net olarak ortaya koymalarını ve "doğru budur" demelerini siz nasıl karşılıyorsunuz?
EK: Eninde sonunda yaptığımız her şey özneldir. Ele aldığınmız konu, oradaki hipotezimiz ne kadar nesnel olursa olsun! Her şey özneldir, Bunu bilerek bakmak lazım. Farhadi'ye de böyle bakıyorum. Bir de her filmle her seyirci başka ilişki kurar. Yeryüzünde hiçbir sinema seyircisinin bir sinema salonundan birbirine benzeyen sonuçlarla çıktığını düşünmem. Hatta bir filmi 25 yaşımda seyrettiğimdeki duyguyla 50'li yaşlarda seyrettiğimdeki duygu bile farklı olabilir. Çünkü biz sürekli değişen, dönüşen, bir yandan da etrafımızı değiştiren, dönüştüren, onlarla hemhal olan varlıklarız. Birşeyleri değiştirirken kendimizin de değiştiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu çok doğal birşey. Aslolan şu, adaletle ilgili sürekli söylediğim, tekrar ettiğim birşey var: Başkasının çağrısına kulak verme sorumluluğu. Bundan vazgeçmemek lazım. Çünkü postmodern çağın en çok saldırdığı, yok ettiği şey bu. Dünya, birbirinin sesini dinlemeyen, birbirinin çağrısına kulak vermeyen yalnız insanlar dünyası artık. Hastalık da buradan çıkıyor bence.
S: Satıcı, En İyi Yabancı Filmde Oscar adayı olduğunda Asghar Farhadi kararı protesto etmek için Amerika'ya gitmemişti, Trump'ın 6 ülkeyi kapsayan vize yasağından dolayı. Evet, bu siyasi bir karardı ama şunu akıllara getiriyor: Siyaset ihtiyaç duyduğu her an adaleti kullanabiliyor, adalet iktidara hizmet edebiliyor. Böyle bir ortamda adalete güvenmek, kimin eliyle tesis edilmiş olursa olsun, zor birşey değil mi sizce?
EK: Kuşkusuz zor, zaten böyle bir önermem de yok. Bizim işimiz bu değil zaten. Senaristlerin, yönetmenlerin veya oyuncuların işi bu değil. İş, fark edilmeyen, başkalarının yanından geçip gittiği şeylerin fark edilmesini sağlamak, o detayın peşine düşmek. Asıl şey oralarda gizli bence. Biliyorsun en gerçek bilinç, bilinçdışıdır, bu psikiyatrinin çok temel bir kavramıdır. Bizim bilinç dışı, akıl dışı, normalin ötesi diye kastettiğimiz şeyler bütün gerçekliği içinde saklar. Filmler de, edebiyat eserleri de, senaryolar da, oyunculuklar da bunların altını çizen, bunları açığa çıkartan işlerdir.
S: Kieślowski'nin 'Öldürme Üzerine Kısa Bir Film'i seçkinizde var. O sıralar, Polonya'da idam cezasının infaz edildiği son yıllardı, sonra kaldırılmıştı. İdam süreci bir cinayet veya devlet eliyle alınan bir intikam gibi gösteriliyor. Oradaki görevli, idamı söylerken 'Polonya Halk Cumhuriyeti adına sizi idam ediyorum' diyor. Bu yetkiyi devlete halk veriyorsa, bu tür istemediğimiz cezaların sorumlusu, 'karşı çıkmayan herkes' olmuyor mu?
EK: Senin adına o yetkiyi, birini öldürme yetkisini icat eden, uyduran devletin bizatihi kendisi aslında, yine bizden çıkıyor. Bizim adımıza onun altındaki tabureyi çekiyor, bizim adımıza birini öldürüyor. Belki düğmeler baştan yanlış iliklenmeye başlanmış aşağıdan yukarıya. İnsanlık herhalde bulacak doğru düzgün sosyal nizamını, yönetme ve yönetilme sorunlarını herhalde aşacaktır.
S: Kieślowski'nin filminden bahsediyorken şunu söylemek isterim. Bence sinemanın özünü oluşturan 1 numaralı film Veronika'nın İkili Yaşamı olabilir, her şeyiyle dört dörtlük bir yapım, sinema dediğimiz şey tam olarak böyle olmalı diye düşünürüm. Siz Kieślowski hakkında, onun yönetmenliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
EK: Yönetmenliği hakkında birşey söylemekten haya ederim, edepli davranmak isterim. Bu kadar özel biridir benim için. Ama kendisi şöyle bir adam: Üç Renk'i çektikten sonra 'Artık film çekmek istemiyorum' diyerek sinemayı bırakır çok erken bir yaşta. 'Niye gidiyorsun, ne yapacaksın' dediklerinde 'Eve gidip sigara içeceğim' der. Birkaç sene sonra da ölüyor zaten. Bu bana çok anlamlı gelen birşey, bu adamın söylediği. Kibirli ve üstenci şeyler vehmetmiyor yaptığı işe dair. Sanatçının asıl vazgeçmesi gereken şey bu belki, kibir. Senin çok sevdiğin Veronika filmiyle ilgili şöyle bir anekdot okumuştum: Filmin bir gösteriminden sonra bir yerde asistanıyla kahve içerken yanına genç bir kadın geliyor ve 'Sizin filminizden sonra yıllardır konuşmadığım, küs olduğum, görmek istemediğim annemi aradım ve onunla yeniden bıraktığımız yerden birşeylere başladık.' diyor. Kız gittikten sonra Kieślowski 'Sadece bu kız için bile bu film yapılırdı' diyor. 'Onun bana bunları söylemesi büyük bir ödüldür. Bunun için bütün o çaba, eziyet ve harcanan paraya değer.' diyor. Bu bana çok iyi geliyor. Bizim özellikle ve ısrarla büyütmemiz gereken yer tam burası gibi geliyor bana. Ne, sahte bir tevazu, ne de gereksiz bir kibir. Bütün bunların dışında bir yere sahip olmalıyız. Ben bunu Kieslowski'de gören birisiyim ve bu yüzden çok severim onun tarzını.
S: Biraz sizin içinde bulunduğunuz filmlerle ilgili birşeyler sormak istiyoruz. Dışarıdan bakıldığında en azından, çok seçici bir oyuncu profili çiziyorsunuz. En azından filmleriniz iyi filmler, iyi yönetmenler var...
EK: İyi senaryodur seçimlerimi belirleyen. Ali Aydın'ın (Küf'ün yönetmeni) örneğin; iyi bir yönetmen olacağını nereden bilebilirdim? Ali Aydın diye bir adam. Daha once hiç uzun metrajlı bir işi yok. Ama ben senaryosuna vuruldum. Mahmut Fazıl Coşkun: Tamam, Uzak İhtimal'i sevdik ama Yozgat Blues'a vuruldum. Senaryo güzel olunca çekiyor insanı. Mesela Tayfun Pirselimoğlu, önüme pat diye koydu, Ben O Değilim'in senaryosunu. 'Ne yapacağım kardeş bunu, okuyacak mıyım?' dedim. 'Bunu bir oku, başrolü sen oynayacaksın' dedi. Senaryoyu görünce nasıl ağzımın suyunun akacağını biliyor çünkü! Böyle bir gerçek var: kötü senaryodan iyi film çıkmıyor, ne yaparsanız yapın. İyi senaryodan kötü film yapmak içinse çok uğraşmak lazım. İyi senaryo, yönetmeni de taşıyor, biçimliyor sanki.
S: Daha henüz gösterime girmemiş ama bitmiş 2 projenizden bahsedelim. Biri Tayfun Pirselimoğlu'nun Yol Kenarı, diğeri Tolga Karaçelik'in Kelebekler'i...
EK: Senaryolar çok güçlü. Kelebekler özellikle çok fantastik bir senaryo. Tolga nasıl yazmış onu, kutlamak gerek! Daha önce Tolga'yla hiç çalışmamıştım. Sarmaşık'ta bir rol için aramış, ısrar da etmişti. Orada atladım ben o işi. Ama o aralar benim bir sürü işim vardı, bir türlü fırsat bulamamıştım. Tayfun'a her zaman koşulsuz, gözüm kapalı giderim. O kötü bir iş yapmaz, kötü metin yazmaz. Yol Kenarı da hakikaten çok güzel bir film oldu. Siyah beyaz, Andreas [Sinanos] çekti. Bu yıl ayrıca Ahmet Boyacıoğlu'nun Paranın Kokusu filminde de oynadım.
Ahmet Boyacıoğlu: Bir sahne sadece...
EK: Bir de Serhat Karaaslan'ın Görülmüştür filminde oynadım. Serhat'ın filmi de sağlam bir iş.
S: Çukur'dan önce kısa süre İçerde'de oynamıştınız, ondan önce oynadığınız diziler var mıydı?
EK: Kayıp Şehir'de oynadım, eşimin (Nazan Kesal) kocası rolünde, ölmüş kocasını oynadım. Bir de Onur'un [Ünlü] dizisi Leyla ile Mecnun'da bir bölüm oynadım. Orada Doktor Ercan rolünde, kendimi oynadım.
S: Bunlardan çok daha fazla teklif gelmiş olduğunu sanıyorum size. Bu oynadığınız dizileri, mesela Çukur'u diğerlerinden ayıran birşey var mı?
EK: Senaryo ilk geldiği zaman, ki Gökhan Horzum yazmış, onu arayıp tebrik etmek istedim. Bu kadar hızla, bu kadar ustaca bir iş çıkarmış olması inanılmaz! Her hafta 140-150 sayfa birşey yazmak, çok kıymetli. Bir Godfather uygulaması üstelik, oradan mülhem. Bu da iyi birşey, kötü değil. Dünyadaki bütün hikayeler aslında birbirine benzer. Bunda alınacak, utanacak birşey yok. Öyle başlarsın, başka türlü gidersin. Bizim 3 Maymun'u da Yılmaz Güney'in 'Baba'sına benzetirler. Birinin suçunu üstlenmekle başlar, o da başka bir yöne doğru evrilir gider. Olabilir, bunlarda birşey yok. Yeter ki sen orada kendi özgün meseleni, hikayeni oturt. Çukur'la ilgili şunu söyleyeyim, İçerde dizisi sırasında konuk oyuncu olma şartıyla 3-4 bölüm gözüktüm. Oradaki ortamı gördüm ben. Bir kere bütün oyuncuların da, senaristlerin de, yönetmenlerin ya da yönetmen adaylarının kafasındaki ideal prodüksiyon, set ortamı var. İşini çok iyi bilen 150 kişi çalışıyor Çukur'da, Her hafta bir uzun metraj çekiliyor adeta. Buna rağmen kaliteden ödün vermemeye gayret ediyorlar, bunu da görüyorum. Öğreneceğimiz çok şey var bence. Öğrenmekten öte, ilişkileneceğimiz bir alan orası. Dışlamak hiç doğru değil. Semaye orada dönüyor. Seyirci orada. Nasıl görmezden gelebilirsin bunu? O kadar da harcıalem bir iş değil. Ben oyuncu yönetiminin de iyileştiğini, yönetmen arkadaşların işlerinde ustalaştıklarını izliyor ve görüyorum. Orası benim için bir laboratuvar gibi, çok şey öğreniyorum. Tamam hızlı çalışıyorlar, tekrara pek müsaade edilmiyor, belki biraz daha araştırmak istiyorsun falan...
S: Zaman kaygısı kaliteyi biraz düşüren bir unsur olabilir, bu her ne iş yapıyorsak geçerli.
E.K: Öyle…
S: Kitabınız Cin Aynası'nda benim gördüğüm kadarıyla çok fazla 'hatırlama' ve 'unutturmama' vurgusu var. Birçok kendi anınızı da paylaşıyorsunuz. Bundan 30-40 yıl önce yaşanmış şeyleri bile, o zamanlar kaydetme imkanları çok daha kısıtlı olmasına rağmen hala belleğinizde taze tutabildiğinizi gördüm. Günümüz dünyasında birşeyleri kaydetmek çok daha kolay, bir sürü imkan ve yöntem var, ama aynı zamanda çok fazla bilgi akışı ve bundan doğan bir dezenformasyon da söz konusu. Her şey de çok hızlı değişince birşeyleri hatırlama konusunda tembellik baskın çıkıyor ve daha kolay unutuyoruz gibime geliyor. Siz bu konuyla ilgili ne söylemek isterseniz?
EK: Hatırlamak, seçerek unutmaktır. Birşeyi hatırlıyorsanız, hatırlamak için odaklandıysanız. projektörün bir yeri aydınlatması gibi, birşeyi aydınlattığınızda etrafını karanlıkta bırakmayı baştan kabullenmişsiniz demektir. Ben hatırlıyorum ama bir sürü şeyi de unutuyorum seçerek. Çağımız öyle değil ama. Çağımız her şeyi hatırlamaya çalışıp her şeyi unuttuğumuz bir çağ. Odaklanma sorunu olan bir çağ. Geçenlerde bir tıp kongresinde konuşmacıydım. Yaşlılıkla ilgili bir kongreydi bu. 'Niye beni arıyorsunuz, ben ne konuşabilirim' dediğimde 'hafıza ve bellekle' ilgili birşeyler anlatmamı rica ettiler. Konuşmamın başlığı 'Bana unuttuğun şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim' idi. Artık unuttuğumuz şeylerle kendimizi tarif edebileceğimiz bir çağdayız, hatırladıklarımızın dışında. İnsanlar artık unuttuklarıyla müsemma hale geldiler. Belki de bunun empoze edildiği bir çağdayız. 'Unut, geride bırak hemen, geç git' diyor. Sürekli bireyin kutsandığı, kişinin kendisinde tuhaf, hiç hak etmediği vehimler ürettiği bir çağ bu. Narsistik vehimlerden bahsediyorum. 'Sen çok kıymetlisin, sen bir tanesin.' Tamam da bu dünyanın bir parçasıyız biz de. Diğerleriyle hemhal olarak varız. Sürekli tekrar edilen şey: "Sana acı verecek olan, seni sıkacak olan her şeyi hızla unut'. Bu çok tehlikeli. Bu, beraberinde gelen her yeni şeye şaşırmamayı ve onu olduğu gibi kabullenmeyi getiriyor. Ankara'da yüzden fazla insanın öldüğü bir günün ertesinde insanlar normal şekilde işlerine gittiler. Hayat devam etti. Bu tam da sözünü ettiğim şeyle, unutmakla ilgili. Başladığı zaman alışıyorsun, alıştığın zaman bir sonraki artık doğal hale gelebiliyor. Tehlike de orada başlıyor.
S: Zamanında Tayfun Pirselimoğlu'yla bir görüşme imkanım olduğunda ona da sormuştum. Kendisi mühendislik mezunu olsa da yönetmen, ressam gibi değişik kimlikleri barındıran çok yönlü bir insan. Siz de öylesiniz, doktor, yazar, oyuncu, senarist vs. Bu kadar farklı işleri yetkin bir şekilde yapmak sizin için neden önemli (önemli olduğunu varsayıyorum) Bir keyif mi, yoksa kendinizi gerçekleştirmek için bir yöntem mi?
EK: Bunlar birbirinden ayrı gözükse de aynı platformun, aynı spektrumun içinde yer alıyorlar. Mesela hekim olmak yerine başka bir işle uğraşsaydım böyle kolay olmazdı bence. Hekimlik hikaye biriktirme sanatıdır. Senaryolar dinlersin sürekli olarak. Hastanızın hikayesini dinlemektir aslında hekimlik. 'Al bu ilaçları yut' demek birşey değil, ondan birşey çıkmıyor zaten. Ben böyle bir hekimliği görür görmez vazgeçtim. Çok ilginçtir: Yunanca'da hekimlik 'iatros'tur. Bilgi, bilim ise 'loji'dir. Bizim hekimlik müfredatında bir sürü 'loji' ile biten branş sayabilirsin: Nöroloji, nefroloji, üroloji gibi... 'İatros'la biten 3 şey sayabilirsin: Pediatri, psikiyatri, geriatri. Başka 'iatros' yoktur. Hekimlik, çocuklukla yaşlılık arasındaki ruhsal dünyanın takip edilmesinden başka birşey değildir. 'Loji'de bilim vardır, 'iatros' sosyal bir alandır. Mesela Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sağlık Bölümü deseler ben anlarım Tıp Fakültesi olduğunu, hiç de yabancı gelmez. Sosyal bir bilimdir tıp bilimi ve bunu kaybettiği için piyasalaştı bence. Artık şuna dönüştü: 'Hastanın verilerini bilgisayara yükle, kanını al, MR'larını yanına koy, tuşa bas, tanı ‘’şudur’’ de'. Böyle bir yere gidiyor tıp bilimi. 'Tuşa bas, ilaçlarını ver, gitsin evine.' Hasta orada duruyor, ‘’sen kimsin, nesin’’ diye sorsana önce.
S: Soracaklarımız bu kadar, size çok teşekkür ederiz.
EK: Ben teşekkür ederim.






Yorumlar (0)