Gerçek ile fantazinin dokunaklı masalı: The Shape of Water Film Eleştirisi

19.02.2018 14:18

Farklı nedenlerle toplumdan dışlanan iki yalnız bireyin birbiriyle yakınlık kurması, insanoğlunun ilişki dünyasında sık rastlanan durumlardan biri. Sıradan fertlerin dahi giderek yalnızlaştığı modern zamanlarımızda bu tarz bir araya gelişleri her zaman görebiliyoruz. Yönetmenliğini Guillermo del Toro’nun üstlendiği Suyun Sesi (The Shape of Water) filmi, temeli böyle bir ilişkinin üzerine kurulmuş, gerçekçiliğin ve kurgunun bir araya geldiği sıcacık bir aşk hikayesi olarak karşımıza çıkıyor.

Film, bizi 1962 yılının ABD’sine, soğuk savaş dönemine götürüyor. Sovyet Rusya tehdidi hayatın her alanında hissedilirken bir yandan da orta sınıf ailelerin zihinlerine Cadillac marka araçların eşlik ettiği Amerikan rüyası tohumları ekiliyor. Meksikalı yönetmen Del Toro, hikayenin geçtiği ortamı yaratırken bizlere gerçekçi doneler sunuyor. Örneğin siyahi Amerikalılar tam anlamıyla toplumun her alanında kabul görmüş değil, eşcinsellik büyük bir tabu ve refah seviyesinin yüksekliği de pamuk ipliğine bağlı.

Öykümüzün merkezindeki isim, Baltimore’daki gizli bir askeri üste temizlik görevlisi olan, dilsiz bir kadın: Rutin ve sıkıcı hayatını bir engelli olarak sürdüren, çok az kişinin iletişim kurabildiği, yalnız ve dışlanmış Elisa Esposito karakterini Sally Hawkins canlandırıyor. 41 yaşındaki İngiliz aktristin olağanüstü oyunculuğu kesinlikle filmde en çok göze çarpan unsur. Hawkins, sıradan hayatında kendisini mutlu edecek çok az şey olan bu kadını ve sadece işaret diliyle iletişim kurabilmesini oldukça başarılı ve etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Hiç konuşmadan da derdini anlatabilen bir karaktere bürünerek yılın en önemli performanslarından birisine imza atıyor.

Yoğun gerçekçiliğin ardından öykü biraz da gerçeküstü detaylarla genişliyor. Bu noktada, toplum içinde anormal, dışlanmış, ucube, ötekileştirilmiş ve yabancı niteliklerde karakterlere olan sevgisi ve ilgisiyle ünlenen, hatta kendisini çoğu kez onlardan biri olarak gören Guillermo del Toro sahneye çıkıyor. Ünlü yönetmen, bir benzerine Kevin Costner’lı Waterworld (1995) filminde rastladığımız yarı insan yarı deniz canlısı bir karakteri devreye sokuyor. 23 yıl önceki filmdeki amfibik canlı, daha çok insan görünümündeyken Del Toro bize çirkin ve zaman zaman da oldukça vahşi bir yaratık sunuyor. Doug Jones’un hayat verdiği amfibik adam, bu beklenmedik aşk hikayesinin diğer ayağını oluşturuyor.

Başrollerde iki aşığı oynayan ‘dilsiz’ Hawkins ve ‘çirkin’ Jones’un birer sessiz karakterleri canlandırdığını söyleyebiliriz. Aralarında tek bir diyalog bile gerçekleşmiyor. İşaret diliyle, zaman zaman bakışlarıyla, yüz ifadeleriyle, dokunuşlarıyla ve buna benzer son derece zarif yöntemlerle iletişim kuruyorlar. The Shape of Water’ın aşk filmleri tarihinde kendisine özel bir yer edinmesini sağlayacak bu detayı hayata geçirdikleri için Hawkins ve Jones’un oyunculukları bir kez daha alkışı hak ediyor.

Şahsi görüşüme göre ‘kötü adam’ oyuncusu olmak için doğmuş olan Michael Shannon’dan bahsetmemek olmaz. Askeri üssün üst düzey yetkilisi Richard Strickland rolüyle karşımıza çıkan Shannon, filmde Sally Hawkins’in ardından oyunculuğu ile göz dolduran ikinci isim. Dönemin askeri uygulamalarının katılığı Strickland karakterinde vücut buluyor ve zaman zaman göze çarpan tiksindirici detaylarıyla seyirciyi kendisinden nefret ettirmeyi de kolaylıkla başarıyor.

Adeta konuşamayan bir ‘Amelie’ olan (2001’deki aynı adlı kült filme atıf yapılmıştır) Elisa Esposito karakterinin, yaşamak için suya ihtiyaç duyan bu çirkin yaratıkla kurduğu duygusal bağ, filmin neredeyse her anına damga vuran ‘suyun’ saflığında, karşılıksız, sevgi dolu, masalsı bir hikaye sunuyor izleyiciye. Dönemin şarkılarının ustaca kullanımı ve müzikler de övgüyü hak ediyor, geçmişe yapılan bu yolculukta seyircinin kendisini masalın içindeymiş gibi hissetmesini sağlıyor.

Bir diğer övgü de filmin sinematografı Dan Laustsen’e gelmeli. Del Toro’nun yıllardır üzerinde çalıştığı filmi aslında baştan sona siyah beyaz çekmek istediği ama son anda bu karardan vazgeçtiği söyleniyor. İyi ki bu kararı almış diyebilirsiniz, çünkü 1960’ların renk paleti ile görsel efektlerin güzelliği, izleyicileri rengarenk masalda büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. 

Del Toro’nun hep yalnız hisseden insanoğlunun hayattaki anlam arayışını ifade edebilmek adına kendi üslubunca anlattığı bu masal, baştan sona ‘gerçeklik’ arayanları hayal kırıklığına uğratabilir. Salt ‘romantizm ve aşk’ beklentilerine girenleri de mutsuz edebilir. Sürekli bir akıcılık ve sürükleyicilik söz konusu olsa da aksiyon-severleri tatmin edecek pek sahne de yok. “Yine mi bir ‘Güzel ve Çirkin’ hikayesi, sıktı artık bu klişe” diye tepki gösterecek olanların da haklılık payları var. Açıkçası 13 tane Oscar adaylığı elde ederek 90. Oscar Ödülleri adaylıklarına damga vuran filmin bunlardan hangilerini gerçekten hak ettiği de tartışma konusu.

Kanımca Sally Hawkins’in muhteşem oyunculuğu, bu filmi sinema tarihine geçen kült yapımlar arasına sokmak için yeterli değil. Ancak sonu itibariyle yüzlerde gülümseme bırakan samimi bir aşk hikayesi olarak zihinlerde yer edineceği kesin. 

10/7

Gökhan Öztürk