Küçük Bir Rica: Emily'e Ne Oldu? (Film Eleştirisi)

26.09.2018 03:32

The Heat, Spy ve Bridesmaids gibi, kadın hikayelerini merkezine alan komedi filmlerinin yönetmeni Paul Feig, yeni filmi Küçük Bir Rica’yla daha karanlık bir yola sapıyor. 

 

Yazının geri kalanı filmle ilgili ipuçları içermektedir.

 

Yine de bu karanlık yolun bizi hepten engebelerle dolu ve her anı nefes kesici bir film noir’a götürdüğünü düşünmeyin. Anna Kendrick ve Blake Lively’nin baş rollerinde yer aldığı Küçük Bir Rica, uzun zamandır devam eden tanıtım çalışmaları sayesinde senenin beklenen yapımlarından biri olma payesini kazanmıştı. Gelen ilk fragman da bu doğrultuda beklentileri karşılıyor gibi görünüyordu. Güzel kadınlar, güzel müzikler, güzel styling ve ilgi çekici bir soru: “Emily’e ne oldu?”… Darcey Bell’in 2017 tarihli romanından uyarlanan Küçük Bir Rica, olay örgüsü itibariyle tipik bir Amerikan bestseller’ı aslında. Aynı sınıfta okuyan oğulları vesilesiyle tanışan ilgili ebeveyn Emily ile şaşaalı bir hayatı ve havalı bir işi olan Stephanie, birlikte içtikleri öğleden sonra içkileri sayesinde yüzeysel bir dostluk kurarlar. Fakat birlikte geçirdikleri kısa sürenin ardından, Stephanie her nasılsa Emily’i en yakın arkadaşı olarak görmeye başlar. Emily’e yakın olmak (ve biraz da yaranmak) için kendisine her konuda yardım teklif eder. Yoğun bir iş hayatı ve karmaşık bir özel hayatı olan Emily ise bu teklifi geri çevirmeyip küçük bir ricada bulunur. Stephanie’den beş yaşındaki oğlunu okuldan almasını rica eder. Stephanie, onun bu küçük ricasını yerine getirir ancak Emily’nin son telefon konuşmalarının ardından bir anda ortadan yok olması büyük sorunlar yaratacaktır.

 

Stephanie, Emily’nin başına kötü bir şey geldiğinden emindir. Çünkü izleyiciye geçen hissin aksine, nedense (!) Emily’nin asla oğlunu bırakıp gidecek biri olmadığına inanmaktadır. Emily’nin kocası Sean’la birlikte aramalara başlarlar. Sean polis dedektifleriyle uğraşırken, Stephanie ise pratik bilgiler verdiği blog’undaki takipçilerine gün be gün arama çalışmalarının gidişatını bildirir. Acı haber ise yine bu blog sayesinde duyulur: Emily’nin cesedi evinden kilometrelerce uzaktaki bir gölde bulunmuştur. Kâbus sona ermiş, konu açıklığa kavuşmuştur ancak yine de hiçbir şey göründüğü kadar basit değildir… Zaten bu noktaya kadar Desperate Housewives ve Big Little Lies gibi popüler Amerikan dizilerini hatırlatan filmde bir anda ipler kopuyor ve izleyici tam bir karmaşanın ortasında kalıyor. Açıkçası film ilk yarısı oldukça ilgi çekici görünse de, hikayeye yedirilmeye çalışılan bir sürü detay işleri çorbaya çeviriyor. Film, çok sevilen bir başka bestseller roman uyarlaması olan Big Little Lies’ın suç-gizem dalında yakaladığı başarıdan çok etkilenip pastadan bir dilim kapabilmeyi hedeflemiş belli ki. Ancak bu türün tecrübeli izleyicileri, izledikleri ilk yarım saatte dahi filmin sonunu tahmin edebilir. Konu sürekli dağılarak saçma sapan yerlere varıyor olsa bile…

 

Filmin ilk yarısındaki en büyük gizem Emily’e ne olduğu aslında. Zaten lansman da bu şekilde yapılmış, hatta Emily’i canlandıran Blake Lively gerçek hayatta sosyal medya hesaplarındaki insanların takibini bırakıp, sadece Emily isimli kadınları takip etmeye başlamıştı. Ne var ki Emily’nin öldüğü bir kez anlaşıldıktan sonra, daha önce verilen doneleri kullanarak Emily’e aslında ne olduğunu kolayca bulabiliyorsunuz. Buna rağmen filmdeki gereksiz ensest ve lezbiyenlik temaları da, herhalde Holywood yapımlarının kolayca düştüğü “seks satar” tuzağıyla ilgili olmalı. Emily’nin öldüğü bir kez ortaya çıktıktan sonra, evini ve kocasını sahiplenip onun yerine geçen Stephanie, biz izleyicilere istemsizce 90’lı yılların meşhur gerilim filmi Poison Ivy’de Drew Barrymore’un canlandırdığı Ivy karakterini hatırlatıyor. Yine de Emily karakteri Ivy’nin olduğu kadar ilginç olmaktan çok uzak kurgulanmış. Anna Kendrick’in oyunculuğu filmi sırtlarken, Gossip Girl’den bu yana karizmatik kadın pozlarıyla ünlenen Blake Lively’nin oyunculuğunda ilgimiz biraz dağılıyor ve en son Sean rolündeki Henry Golding’in birbirinden yavan sahnelerinde filmden iyice kopuyoruz. (Golding’in bu vasatlığına rağmen, bu yıl vizyona giren ilk filmi Crazy Rich Asians’ın Amerika’da gişe rekortmeni olması ise gerçekten hayret verici!) Filmin estirdiği Gone Girl havası, senaryonun içerdiği komedi unsurlarıyla hafifletilmeye çalışılsa da, Fincher filminin Küçük Bir Rica’nın ilham kaynaklarından biri olduğu gözden kaçacak gibi değil. 

 

Nihayetinde süresi 120 dakika yerine daha kısa olsaymış, derli toplu olabilecek bir yapım var karşımızda. Çok güzel başlayıp, anlamsız ve karmakarışık bir şekilde biten bir film olmuş Küçük Bir Rica. Hem yaz dönemi vizyona giren hafif ve eğlenceli yapımlardan birisi, hem de kara komedi/polisiye/gizem filmi olmak gibi bir iddiaya sahip. Ne yazık ki ikisini de başarabilmiş gibi durmuyor. Bu nedenle, filme gayrı resmi olarak ilham kaynağı olduğu belli olan ve yukarıda andığımız yapımların izleyiciyi daha fazla tatmin edeceği söylenebilir. Film diğer bestseller uyarlamaları arasında kendine güçlü bir yer edinemese de, uyarlandığı kitabın zayıflıklarını taşıyor olması muhtemel. Yine de Paul Feig filmografisinde Ghostbusters’tan sonraki bir diğer zayıf halka Küçük Bir Rica olmuş. Belki de bu aşamada sadece Darcey Bell’in Türkçe baskısı da bulunan kitabını okumak yeterlidir.

 

İdil Hazal ACAR