Kara Yılan Gerçekten İnliyor mu?
07.08.2007

Kara Yılan Gerçekten İnliyor mu?

Yönetmenin kariyerine baktığınızda bundan önce çekmiş olduğu ve tıpkı bu filmde olduğu gibi aynı zamanda senaryosunu yazdığı filmlerin; Memphis yaşantısını konu alıyor olması ve tuhaf bir şekilde senaryolardaki cinsellik, uyuşturucu kullanımı ile birlikte bu filmde de yoğun bir şekilde göreceğiniz siyahi Amerikalıların yaşantılarına ilişkin yorumu, izleyici kitleyi azaltmakta ve akabinde kendisi adına yenilik getiren bir çalışma olmadığını göstermekte. Hatta yönetmenin bu kısır döngüde anlattığı şehir hikayelerinin bir örneği 2005 yapımı Sahne Ateşi; ama emin olun bu film daha ağır tempoda ve dram ağırlıklı olsa da sahneleri daha fazla yakıyor. Filmin başından itibaren görülen ve vurgulanmış en önemli özelliği, dramatik öğelerin hepsinin blues felsefesinin duvarları içerisinde anlatılıyor olması. Bu açıdan baktığımızda filmin daha çok Amerikalılara hitap ettiği görülmekte. Blues ve aşk arasında ki bağlantının ne olduğu bize nostaljik bir kayıtla anlatılıyor. Sözleri hep kadın, aşk ve ihanet arasında giden blues’un saf aşkı aradığını, aşkın köklerini blues’a nasıl kattığını söylüyor blues gitaristi Son House. O tekrar karşımıza çıkana dek filmin ihanet ve aşk arasındaki yolculuğ başlıyor. Lazarus’un ve Rae’nin hayatlarında kötü giden şeyleri başlatacak küçük bir bilgilendirme ile karşılaşıyoruz. Lazarus, uğruna müziği bırakıp çiftliğe kapandığı karısı tarafından aldatılırken, Rae ise çok sevdiği nişanlısı Ronnie’nin askere gitmesi üzerine kendisini neredeyse tanıdığı tanımadığı ve kendisine kötü davranılmasına izin verdiği erkeklerin dibinde buluyor. Bu olaylar histeri krizi diye tabir edilen Rae’nin değişimini de başlatmış oluyor. Açıkçası, müzikle beraber filmin giriş kısmı, fragmanında olduğu gibi size güzel bir film vaat ediyor gibi duruyor. Bu arada, Lazarus’un çevresi ile ilişkisini öğreniyor ve Rae’nin dağıtma anlarına tanık olmaya devam ediyoruz. Fakat, ne oluyorsa oluyor, hareketli ve hararetli başlayan film birden ağırlaşmaya başlıyor. Elbette ki, bir aksiyon filmi veya bir komedi filmi sürati beklemiyor seyirci ama, film dramatik bir filme göre bile ağır ilerliyor. Bu ağırlık daha sonra filmin bir adım önünde gittiğinizi size fark ettirdiğinde yazık ki bir hüsran başlıyor. Tesadüfi veya Lazarus’a göre ilahi bir hamle ile dağıttığı bir akşamın sonunda dayaktan perişan olmuş Rae Laz’in önüne getiriliyor. Lazarus’un baba şefkati ile Rae’nin kendini toparlama çabasını izlerken, Lazarus’un kızın kendisine kötü davranılmasına izin vermesinden dem vurarak onu dini odaklı bir arındırması “acı çektirerek ruhunu kurtarması”da gözler önüne seriliyor.  Lazarus’un Rae’yi şeytan çıkarma ayini uygulanacak bir hasta olarak görüp kendi tedavi yöntemini uygulamaya çalışmasında ki, bol zincirli duygu seyirciye hissettirilmiş. Özellikle afro-amerikan kiliselerinin dini anlayışını film süresince bol bol görebiliyorsunuz. John Cothan’ın oynadığı Rahip R.L. ise rol için gerçekten çok iyi bir seçim olmuş. Zaten film devam ettikçe çok yakın iki arkadaş olan Lazarus ve rahibin birbirlerini etkilediklerini görebiliyorsunuz. Film boyunca ikili birbirlerine yaklaştıkça tutundukları şeylerin kendilerine yaptıklarını daha fazlasıyla anlıyorlar. Bu karşılıklı saygı ve karmaşık sevgi daha sonra ikilinin birbirlerinin yaralarını sarmasına ve geçmişlerinde unuttukları kendilerini Lazarus ve Rae yapan şeyleri tekrar duyumsamaya başlıyor ve bu da seyirciye aynı tadı duyumsatmayı başarıyor. Daha önce de belirttiğim gibi filmin temposu ağır, Lazarus bu ağırlığın içerisinde öyle hareket ediyor ki, bir sonraki adımını veya yapacağı şeyi çok rahatlıkla kestirebiliyorsunuz. Film ilerledikçe, aldatılan eş Lazarus’un kendisine yeni bir eş namzeti olacak Miss Angela ile flört edişini seyrediyorsunuz. Yaşlı bir çiftin saygılı ve mesafeli ilişkisini izlemek keyif veriyor. Zaten film boyu, Samuel Jackson’ın her tavrı, o katı dindar havası, yeniden müziğe başlama kararı, dialogları, ifadeleri, mimikleri size bu filmin eleştirilemeyecek tek noktası onun oyunculuğu dedirtiyor. Ucuz Roman’dan beri onu böyle bir performansta görmekte filmin belki de en büyük artısı. Film sizi şaşırtmayan, beklediğiniz bir doğrultuda ilerleyip, öylece bitiveriyor. Arada, Rae’nin sorunları çözüldü mü? Sevgilisinin sorunu nedir ne değildir? Midesi yüzünden askerden atılan adam nasıl midesine güvenip başka bir adamı vurmaya çalışır? Sorularıyla cebelleş ederken zayıf bir finali adeta kucağınıza atıp kaçıyorlar. Film bittikten sonra dahi söylenebilecek en kati şey, filmin müziklerinin gerçekten çok güzel olduğu. Samuel L. Jackson, rolü oynamaktan çok fazlasını yapmış. Dini konuda aşırı takıntılı, tam bir Memphis blues gitaristi ve hayatını düzene koymaya çalışan bir çiftçi olduğu havasını yaşatıyor size. Bu film için aldığı gitar dersleri ile birlikte de, sesi ve performansı ile alkışı hak ediyor. Christina Ricci ise histeri krizlerinin abartılması hariç Jackson’ın performansı yanında hiç ezilmemiş. Ricci monster filmindeki Ricci değil orası kesin. Belki senaryoda kendisine biçilenden, belki de biraz da kendisi abarttığından olsa gerek, oyunculuğu size kendisini zaman zaman sinir bozucu bir fahişe zaman zaman da masum bir kız çocuğu olarak gösteriyor ki, bu da rolünde amaca ulaştığını gösteriyor. Justin Timberlake ise sönük bir performans sergiliyor. Zaten oynadığı karakterin (Ronnie) filmdeki senaryo açısından çok fazla süre alması mümkün değilken, elindeki süreyi de heba etmiş. Onun bu rolü haddinden daha ezik oynaması ise bazen sabrınızı taşırabiliyor. Müzikle aranız iyi ise, sırf o yüreği tıngırdatan blues melodileri için film izlenebilir. Fakat, film yapısı itibarı ile tamamen belli bir kesime ve coğrafyaya daha çok hitap etmekte, bunu göz ardı etmeden izlerseniz keyif alabilirsiniz. Size ağır tempolu ama bol müzikli, orta halli bir dramdan daha fazlasını vermeyecek. Sonuç olarak kara yılan gerçekten inlemiyor. Destekleri ve Sabırları için, Murat SÜNTER ve Serkan Murat KIRIKÇI ya teşekkürler
\"Sacayağı\" Aralık\'ta Vizyonda
03.08.2007

\"Sacayağı\" Aralık\'ta Vizyonda

24 Kare Film’in son projesi olan SACAYAĞI Kültür Bakanlığı desteği olmaksızın, yapımcı firmanın olanakları ile yapılıyor. Sacayağı, Berrin Dağçınar\'ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği ilk sinema filmi ayrıca Dağçınar uzun yıllar Kartal Tibet\'in yönetmen yardımcılığını yaptı. Türk sinema ve tiyatrosunun birçok önemli ismini bir araya getiren filmde Zeki Alasya, Tarık Pabuçcuoğlu, Zeynep Eronat, Haldun Boysan, Hakan Boyav, Suzan Aksoy gibi önemli isimler rol alıyor. Balıkesir\'in Gömeç ilçesinde çekilen film için ilçede yepyeni mekânlar inşa edildi. Sesli olarak çekilen film için oyuncu Zeki Alaysa; “Senaryoyu ilk okuyuşta beğendim, çok sıcak, çok bugüne dair ve çok umut dolu” diyor. Film, bir kasabada kendilerine yetecek kadar üreten, ürettiği ile yaşayıp giden üç ailenin, içlerinden birinin oğlunun görme yetisini kaybetmesi üzerine para bulmak için giriştikleri mücadeleyi anlatıyor. Bu yüzden filmin izleyiciye verdiği en önemli mesaj ise  “umut”.
Şeytanın Oteli\'nde Beklentiler Fazla
03.08.2007

Şeytanın Oteli\'nde Beklentiler Fazla

Norveç ürünü olan klasik korku filmlerimden biri daha karşımızda... Farklı bir korku filmi hissi uyandırdığındanmıdır bilinmez beklentiler fazlaydı şeytanın otelinde...Fragmanlar her zamanki gibi etkileyiciydi ve belkide mekan, dekor ve afiş cezbetmişti izleyiciyi. Korku filmlerinin vazgeçilmez gençleri yine çıktı karşımıza. Yalnız bu sefer  Norveç’in ıssız ve uçsuz bucaksız karlarla kaplı dağlık bölgesi Jotunheimen’da alışılagelmedik bir kayak tatiline çıkmışlardı..  Görsellik birici planda tutulmuş,  izleyiciyi son derece etkiliyordu. Fakat ilk gözüme çarpan bence kayak sahnelerinde dublör kullanıldığı bu kadar belli olmamalıydı.           Çok geçmeden aralarından birinin yaralanmasıyla birlikte, maceranın başlayacağının sinyalleri verildi. Telefonlarda çekmiyor, (ki bu korku filmlerinin alışılmış bir oyunu oldu artık)  herhangi bir insana da ulaşma imkanı yok!  Hal böyle olunca, elleriyle koymuş gibi bir otel bulup yerleşmeye başlamışlardı .. Yaralının bacağının  yapıştırıcıyla onarılmaya çalışılması  ayrı bir ayrıntı olarak kalıyordu.  Gençlerimiz herzamanki gibi pürneşe içindeydiler ve küçük kaza bile onlarının neşelerinden pek bişey kaybettirmemişti... Artık izleyicinin sıkıldığı " otele alışma sahneleri bitsede şu gerilim başlasa" dediğimiz anlarda, beklendiğinin aksine daha da sıkıcı sahnelerle bunaltmaya başlamıştı. Hiç bir gerilim olmadan filme ara verilmesiyle  birlikte pişmanlık sinyalleri de başgösteriyodu izleyicide... İkinci yarı başlar başlamaz, amacının  ne olduğunu anlayamadığımız, yüzü gözü örtülü katilimiz nihayet ortaya çıkmıştı..   Korku filmlerinin doğasında olan kan, dehşet ve korkudan çok gerilim birinci plandaydı. Yönetmen Roar Uthaug izleyiciyi korkutmak için, mekanı ıssızlığı ve çaresizliği bir bütün içinde kullanmaya çalışmış... Fakat bunda ne kadar başarılı olduğu, filmin çok eleştirilmesinde anladığımız gibi tutmamışdı... Oyuncular alışıldığının tersine son derece soğuk, duygusal konuşmalara yer olmayan, birbirlerini pek de düşünmeyen karekterlerdi. Fakat filmin daha başında, hangi oyuncunun güçlü olduğunu ve hayatta kalacağı kolaylıkla anlaşılabiyordu... Sonuçta ortada 5 gencimiz vardı  mutlaka birinin kurtulacağını hesapladığımızda, ve hepsinin ölüm biçimleri de aynı olunca  geride "hepsi ölse de gitsek" gibi bir intiba bırakıyordu... Ve tabiki mantık hataları... Bunları yakalamak bizim için bu kadar kolay olmamalı! Filmin artık son sahnelerinde, katilin elindeki baltayla yere yığılan genç, ertesi gün nasıl olurda hiç bir yara almadan ayağa kalkar anlamış değilim.... Zira katilin, insanlardan aldığı bu intikamının asıl nedeninin anlatılması izleyici aydınlatmamış  olmakla birlikte, koca bir soru işaretiyle salondan çıkmamıza sebep olmaktadır... Şeytanın Oteli gibi türünün tüm geleneklerine harfiyen uyan klasik  korku filmlerini artık izleyici görmek istemiyor kanısındayım.  Yönetmen Roar Uthaug "Hollywood" sinemasına bu kadar özenmeseydi, eminim bu harika mekanda çok daha iyi bir şeyler çıkarabilirdi...
Şantör\'ün Güzel Yüzü Cecile De France Doğallığıyla Büyülüyor
02.08.2007

Şantör\'ün Güzel Yüzü Cecile De France Doğallığıyla Büyülüyor

Küçüklüğünden beri maske takıp başkalarının taklidini yapmaya bayılan Cecile de France bugünlerde hem ekranlarda hem de gerçek hayatında doğallığıyla herkesi büyülüyor.   Bu cuma vizyona girecek ŞANTÖR filminin güzel kadın oyuncusu Cecile de France geçtiğimiz hafta 32 yaşına bastı. Daha 17 yaşındayken aktris olma hayaliyle Belçika’dan Paris’e taşınan Cecile şimdiden büyük başarılar elde etmiş durumda.   2002 yılında Cedric Klapisch’in ülkemizde de gösterilen gençlik komedisi “İspanyol Pansiyonu” ile Gelecek Vaat Eden Kadın Oyuncu, 2005’te de yine aynı yönetmenin “Rus Bebekler” filmi ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Cesar’larını topladı.   Tüm dünyada büyük gişe hâsılatı yapan “Haute Tension” isimli korku-gerilim filmiyle uluslararası üne kavuştu. Jackie Chan’le oynadığı “80 Günde Devriâlem” filmiyle de Hollywood’a el attı.   Kısacık saçları ve masum güzelliğiyle Fransız sinemasının önemli isimlerinden biri olmaya aday Cecile bu başarıları elde etmenin çok kolay olmadığını şu sözlerle ifade ediyor: “Çok yavaş ama emin adımlarla yükseldim. Tarzımı geliştirmek, sinema tarafından sevilmeyi öğrenmek, ne tür kıyafetler giymek istediğimi keşfetmek, ışığın ve görselliğin önemini anlamak... Paris’e ilk geldiğimde çok yorucu ve zor günler geçirdim... Çok da yalnızdım.”  Gerard Depardieu ile birlikte başrol oynadığı ŞANTÖR ’deki performansı ile izleyenlerden tam not aldı.   Fransa’nın en azılı suçlularından biri Jacques Mesrine’in hikayesini anlatacak iki filmlik bir projede de önemli bir rol üstleniyor. Bu rol onu Mersine rolündeki Vincent Cassel’in yanı sıra ŞANTÖR ’de başrolü paylaştığı Gerard Depardieu ile yeniden karşı karşıya gelecek.
Dünya Sinemasının İki Büyük Ustasını Kaybettik
01.08.2007

Dünya Sinemasının İki Büyük Ustasını Kaybettik

İtalyan sinemasının büyük ustası Michelangelo Antonioni ile İsveçli usta Ingmar Bergman 30 Temmuz günü aynı kaderi paylaşarak uykularında huzur içinde öldü. Michelangelo Antonioni, 29 Eylül 1912\'de İtalya\'nın doğusundaki Ferrara kentinde dünyaya geldi. Bolonya Üniversitesinde ekonomi eğitimi gören Michelangelo Antonioni, 1930\'ların İtalyan komedilerini çok sert dille eleştiren yazılarıyla dikkat çekti. 1940\'larda İtalyan ulusal sinema okulu Centro Sperimentale\'ye başlayan Antonioni, kısa bir süre içinde senaryo yazarlığına başladı, Roberto Rossellini, Federico Fellini ve Enrico Fulchignoni gibi yönetmenlerle birlikte çalışmaya başladı. İlk uzun metrajlı filmi (Cronoca di un Amore)"Bir Aşkın Güncesi"ni 1950 yılında çekti. Antonioni\'yi, uluslararası üne kavuşturan, Yabancılaşma Üçlemesi’nin 1960 yapımı ilk filmi (L\'avventura) Macera oldu. Onu, (La Notte) Gece ve Batan Güney izledi. Ardından kimi eleştirmenlerin üçlemenin devamı olarak nitelediği Kızıl Çöl geldi. Antonioni\'yi kariyerinin zirvesine taşıyan ise, Arjantinli yazar Julio Cortazar\'ın bir hikayesinden uyarladığı 1966 yapımı (Blow Up) Cinayeti Gördüm adlı film oldu. 1960\'ları konu alan film, Cannes Film Festivali\'nde Altın Palmiye ile ödüllendirildi ve Oscar\'a da aday gösterildi. Bireyin dünyasına eğilen, modern bireyin ikili ilişkilerini anlatan, bunu da olay örgüsüyle değil doğal bir akışla yapan Antonioni, 1985\'te bir kaza geçirdi ve kısmi felç oldu. Usta yönetmen konuşmakta da güçlük çekiyordu. Sağlığı yüzünden eskisi kadar üretken olamasa da “film çevirmek benim için yaşamak demek” diyen Antonioni sinemayı hiç bırakmadı. 1995\'te Bulutların Ötesinde’yi çekti. İki yıl önce bu kez Steven Soderbergh ve Wong Kar-Wai ile "Eros" için kamera arkasına geçti. 2004 yılında çıkan \'Eros\' üçlemesinin parçası olan The Dangerous Thread of Things\'i (Olayların Tehlikeli Dizilişi) çekerken 92 yaşındaydı 1995 yılında sinemaya katkılarından dolayı özel Akademi Ödülü verilen Antonioni\'nin diğer önemli filmleri arasında La Signora Senza Camelie (Kamelyasız Kadın), L’Eclisse (Güneş Tutulması), Il Deserto Rosso (Kızıl Çöl), Zabriskie Point (Zabriskie Noktası), Professione: Reporter (Yolcu) yeralıyor. Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden sayılan Ingmar Bergman Persona, Yedinci Mühür, Yabancı Çilekleri filmleri ile adını sinema tarihine kazımış,  2005 yılında Time dergisi tarafından yaşayan en büyük yönetmen ilan edilmişti. İsveçli oyun yazarı ve film yönetmeni Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918’deUppsala’da bir Protestan papazın oğlu olarak dünyaya geldi. Katı bir dini eğitimden geçen Bergman, kariyerine oyun ve senaryo yazarı olarak başladı. Kısa bir süre sonra ise hem tiyatroda hem de sinemada yönetmen oldu. Bergman, Metafizik temalarla bezediği “Yedinci Mühür”, insan ruhunun derinliklerine yolculuk yaptığı “Persona”, bir aileyi merkezine oturttuğu “Fanny ve Aleksander” ve bir çiftin Davranışlarını incelediği “Evlilik Yaşamından Sahneler” ile sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Bergman 1956 yılında katıldığı Cannes Film Festivali’nde gösterilen “Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri” ile büyük beğeni topladı. Diğer filmlerde çok iyi olduğu için jüri bu filme özgü bir ödül yarattı ve Bergman’a Şiirsel Hiciv Ödülü verildi. Bu film Bergman’ın 18. filmiydi. 1956 yapımı "Yedinci Mühür" ise Bergman ismini tüm dünyaya duyuran film oldu. 1957 Cannes Film Festivali’nde de Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Oscar’a 9 defa en iyi yönetmen olarak aday gösterilen Bergman, 1960, 1961 ve 1983’te çektiği filmlerle üç kez “En İyi Yabancı Film Oscar”ını aldı. 1983’de çektiği ve başyapıtı kabul edilen "Fanny ve Aleksander" ise tam dört dalda Oscar\'a layık görüldü. Bergman, Cannes Film Festivali\'nde “Palmiyelerin Palmiyesi” ile ödüllendirilen tek sinemacı olarak da tarihe geçti. Bergman geride, 54 film, 126 tiyatro eseri ve 39 radyo oyunu bıraktı. İtalyan ANSA ajansı, ailesine dayanarak verdiği haberde, "Antonioni\'nin 30 temmuz akşamı evinde, eşi Enrica Fico\'nun yanında, koltuğunda huzur içinde öldüğünü" duyurdu. Cenaze töreninin, Perşembe günü düzenleneceği bildirilirken, 89 yaşında olan Ingmar Bergman’ın, 30.07.2007 sabahı yerel saat ile 07:00’de İsveç’te Farö adasındaki evinde uykuda öldüğü açıklandı.  Sinema dünyası iki büyük ustanın ölüm haberini aynı gün içinde almanın şokunu yaşıyor. Dünya sinemasının bu iki büyük ustası sinema var oldukça yaşamaya, sinema öğrencilerine ders olarak izletilen filmlerle öğretmeye, onları yeni keşfeden sinefillere mutlu anlar yaşatmaya devam edecek.
28 Saat Sonra Düşünceler...
30.07.2007

28 Saat Sonra Düşünceler...

28 Hafta Sonra filminin çok yakında gösterime gireceği duyumu alındığı an sinemaseverlerin çoğu hafızalarını tazelemek zorunda kaldı, hatta 28 Gün Sonra filmiyle karıştıranlar dahi oldu. Her ne kadar 28 Gün Sonra gibi virüs temalı bir filmin devamı olabileceği düşünülse de filmin bitişi itibariyle gerek yok gibi düşünülüyordu. Nitekim aradan geçen 5 yıl düşüncelerin haklı olduğu yönündeydi, fakat bir anda 28 Hafta Sonra isimli bir poster görülmüştü ve 28 Gün Sonra filminin posteriyle arasındaki fark gün ve hafta yazısından ibaretti birazda gözler farklıydı fakat gözlerin filmde ayrıca değerlendirileceği hissi uyandırmamıştı çoğu izleyicide. Bu noktada kendiliğinden ortaya çıkan enteresan bir ayrıntı vardı. Devam filmlerinin sonuna eklenen 2-3-4-final gibi örneklerin dışında bir çizgi oluşmuştu. Zaman periyoduna bakılınca sırada hafta, ay, yıl ve beklide daha fazlası vardı. Bu çizgi her ne kadar filme isim vermeyi ve devam avantajını sunsa da beklenti açısını ardına kadar açıyordu. Filmin giriş sahnesi beklendiği gibi saldırı ile gerçekleşti, fakat burada görsellik ikinci planda kalıyordu enfeksiyonlular iki saniye dahi tam olarak perdeye yansımıyordu ve ortamın karanlığı dikkati dağıtmaya başlamıştı. Genel olarak sahne etkileyiciydi ve kaçış anındaki soundtrack izleyiciyi etkilemeye ve ortamın çaresizliğine ortak etmeye yetiyordu. Hemen ardından 28 Hafta ya kadar geçen haftaların özeti ve hakkında bilgi verildi kısaca, bu çok yerinde bir düşünceydi ve ilk filmden bağlantı başarı ile gerçekleştirildi. Kahramanların tanıtım sahnesine ise Londra’nın kuşbakışı ve bomboş görüntülerine ek olarak soundtrack’in etkisi damgasını vurdu. Bu tarz bir filmde kaliteli müzikler duymak güzel bir detaydı ve Jhon Murphy imzası taşıyorlardı. Londra’nın içler acısı durumu görüldükten sonra ABD tanıtımı sahne aldı tabiî ki sponsorlarda fakat bir önceki kritiğimde değindiğim kadar abartı yoktu, toplamda beş saniyeyi geçmedi. (Real Madrid forması ve üzerindeki reklam hariç) Filmin gelişim aşamasında asıl merak edilen konu olan, virüsün bir sonraki filme kadar nasıl hayatta kalabileceği ve akıbetinin ne olacağı ile ilgiliydi ve masaya yatırıldı. İnsan organizmasının karmaşıklığı ve sırlarla dolu niteliği ve ana temanın virüs olması, bu noktada senaryoya başarıyı getirmekte geç kalmadı ve mantıklı bir biçimde izleyiciye aktarıldı. Fakat virüsün güvenli bölgeye girişi her ne kadar başarılı ve mantıklı olsa da, yayılması da bir o kadar başarısız ve mantıksızdı. Yayılma sahneleri, aksiyon sahnelerinin sabırsızlanması sonucu başarısızlıktan payını aldı. Sonrasında ABD güçlerinin rol aldığı neredeyse tüm filmlerde görmeye alıştığımız kırmızı kod ve tersine mantık örneklerine izin verildi. New York, Manhattan, New Jersey semalarından bombalanışlarının sahneleri ezberlenen ve artık neredeyse sokak sokak çıkartılabildiği için Londra’nın bombalanması ayrı bir renk katıyordu filme ve arkasından kovalamaca ve duygusal sahneler arka arkaya gelmeye başladı. Bu karelerden en etkilisi helikopter sahnesi oldu, fantastik tarzda bir filmde görülmesi muhtemel bu sahne, izleyiciyi memnun etmekle beraber beyazperdenin rengini de kırmızıya dönüştürüyordu. Bir diğer karede uzun zaman kullanılmayan bir şehrin detayları olan ters dönmüş arabalar, kapatılmış kepenkler ve sokakların çöplerle dolu olması gibi örneklere ek olarak Wembley stadının uzamış çimlerine konmuş bir helikopterin duruşuydu ve enteresan bir örnek olarak sunuldu son bölümlerde. Senaristler muhtemel ismi 28 Ay Sonra olacak serinin devam filmini merak ettirme gereği duymayarak Eiffel Kulesi ve enfeksiyonluların karambolü karesi ile virgül koydu filme. Seri, insan organizması ve virüs içerikli olması avantajı ile konu eksikliği çekmeyeceğe benziyor geriye kalan görsel şovlar ve oyuncuklar oluyor. Fakat 28 Hafta Sonra 28 Gün Sonra ya göre beklentileri karşılamamış görünüyor, öyle ki filmde sıkça vurgulanan “gözler” tanıdık yüzler görmek istiyor ve umutlar Paris’e.. “28 Ay Sonra” ya kalıyor.
Onlarsız Hollywood, Basit Bir Şehir...
26.07.2007

Onlarsız Hollywood, Basit Bir Şehir...

Sinema dünyasını yakından takip edenler, vizyona girecek olan filmi aylar öncesinden beklemeye başlar; kimileri başrollerdeki oyuncuların hayranıdır, kimileri adından etkilenir, kimileri de yönetmeniyle, senaristiyle veya film bir kitap uyarlaması ise yazarı ile. Ancak göz ardı edilen büyük bir ayrıntı vardır, oda filmin yapımcılığını üstlenen şirkettir. Oysa onlar filmlerden hemen önce sinemaseverin ilgisini çekmeye çalışır veya çoğu zaman logolarıyla yaptıkları ufak şovun hemen ardından filme bağlamıştır izleyiciyi. İşte örneklerden sadece birkaçı ; Universal firmasının, Geleceğe Dönüş 2 filminden hemen önce ilk logosundan başlamak üzere son şekline gelene kadar uğradığı evreleri arka arkaya göstermiş, Hızlı ve Öfkeli serisinde logosunu ufak bir efektle arabanın jant kapağı yaparak sinemaseverleri filme bağlamıştır. Düş Kapanı (Dreamcatcher) filminden hemen önce Warner Bros’un filmle ilgili bir ipucu sürprizi vardır, filmin bol kar yağışı olan bir mekanda çekileceğini filmin ilk saniyelerinde logosuna yağdırdığı kar ve işi daha da abartıp alt kuruluşu olan Village Roadshow Pictures’in ambleminde sarkıtlar oluşturmasıyla ipucunu ve şovunu sonlandırmıştır. Amerikan Rüyası filminden önce de Paramount firması dağın etrafına yıldızlar yerleştirdikten sonra yakın plan yaparak dağın arkasına geçmiş ve filmin çekildiği mekanla gerçek görüntüye geçip mekanın hemen arkasında dağ olduğu izlenimini film boyu sürdürmeyi başarmıştır. Animasyon sektöründe lider olan Pixar stüdyoları bu açıdan şovunu ilk kısa filmi olan “Luxo Jr.” un çok sevilmesi ile birlikte Oyuncak Hikayesi 2 (Toy Story 2) animasyonundan önce sesli ve yazılı olarak ta Pixar kelimesinin içindeki “I” harfinin bir masa lambası tarafından neden ezildiği sorusunun cevabını açıklayarak bir ilke imza atmıştır. 20 Th. Century Fox firmasının ise görsel şovundan daha çok müziği benimsenmiştir ki günümüzde müziğini değişik cep telefonu melodisi versiyonlarıyla duyuran sektörde tek firmadır. Ses konusunda bir örnekte Metro Goldwyn Mayer (MGM) firmasının aslanıdır. 80li yıllarda ülkemizde tv devri henüz ilk çağlarındayken bu aslanın görülmesi ve sesinin duyulması, filmin kaliteli olduğu düşüncesinin altına atılan imza şeklini almaktaydı. Tabiî ki yılların geçmesi ile birlikte MGM firması da logosunu güzel bir şova alet edip filmin başrol oyuncusunu aslanın yerine seyircinin karşısına çıkartıp, şaşırtarak gerçekleştirdi. Peki ama izleyici beğendiği filmin yapımcı şirketini hatırlıyor mu? Veya izlemeyi düşündüğü bir filmin yapımcısını öğrenme gereği? Hatta son 15 yılın En İyi Film dalında Oscar kazanmış filmlerin yapımcı şirketlerini hiç merak edeniniz var mı? 3. soruya aşağıdaki verilerle cevap verip bir ve ikinci soruya dikkat çekmek istiyorum.
28 Hafta Sonra
25.07.2007

28 Hafta Sonra

Dahi yönetmen Danny Boyle beş sene önce “28 Gün Sonra”yı çektiğinde çok konuşulmuştu. Virüs kapar kapmaz başkalaşan ve ölümüne saldırganlaşan Londra şehri gerçekten de korkutucuydu. Alışılmış zombi filmlerinde görülenin aksine bu virüslü, ölü mü canlı mı olduğu belirsiz yaratıkların müthiş deparları akıllara kazınmıştı. Sık sık filmin bir “modern zombi filmi” olduğu iddia edilse de, yönetmen -haklı olarak- ısrarla reddetti bunu. Aynı sene İspanya’nın bağrından şahane bir gerilim daha çıkmıştı: İntacto (Bahis). Söz konusu gerilim filmi gayet orijinal ve etkileyiciydi. (izleyenler masa başı sahnesini ve ünlü orman koşusunu hatırlayacaklardır.) İşte bu filmin yönetmeni Juan Carlos Fresnadillo, o zamandan Danny Boyle’ın dikkatini çekebilmişti. Beş yıl sonra bir nevi devam filmi olan “28 Hafta Sonra” gündeme gelince yapımcı olmayı tercih eden Boyle, yönetmen koltuğunu Fresnadillo’ya bırakmakta sakınca görmedi. Ayırca yönetmene de tam bir özgürlük sağladı. Bu şartlar altında başa gelen Fresnadillo, ekibiyle senaryoyu hazırladı. Film, ilk filmden sonra boşalan Londra’nın virüslerden temizlenmesiyle ve tekrar yerleşime açılmasıyla başlıyor. İlk filmde parçalanmış bir ailenin “yeniden bir araya gelmesini” ise merkeze koyuyor. Bu haliyle, hem hikaye kaldığı yerden devam ediyor, hem de kendi başına bir film olabilme imkanına kavuşuyor. Virüsün tekrar yayılması, virüs taşıyıcısı annenin kocasına bulaştırmasıyla oluyor. Bu noktada hikayenin bir anlamda çıkış noktası olan kavramla tanışıyoruz: Taşıyıcılık. Demek ki virüsün etkilemediği insanlar da varmış. Daha sonra güvenlik önlemlerine boğulmuş şehirde salgın tekrar baş gösteriyor. İnsan sinema koltuğuna oturduğunda, nasıl bir filme geldiğinin bilinciyle gerilmeye hazır oluyor. Ama ne yaparsa yapsın, aniden fırlayan kollara, kafalara ve bunlara eşlik eden birden hortlayan seslere savunmasız kalıyor. Bu “Bööh!” diye korkutma şeklini hiç sevmeyen benim için filmin başları zordu. Mesela şakacı asker, bizim pilotu korkutmak için yerinden fırlayıp adamın yüzüne çemkirdiği iki seferde de beni korkutmayı başardı. Aynı şey zombilerin eve saldırmasında da oldu. Şahsen ben olsam, zombiyi birden perdeye fırlatacağıma geriden koşturup 2-3 saniye bizlere görünmesini ve bizim bu kısa süre zarfında hem ne ile karşılaşacağımızı bilip hem de başımıza gelecekleri görerek gerim gerim gerilmemizi sağlardım. Böylece neye korktuğumu bile bilmeden yerimde zıplamak yerine adrenalini hissede hissede yaşardım o anı. Ama yönetmenin tercihidir, saygı duyarım. Allahtan bu böyle sürüp gitmedi. Filmin ilerlerinde ise bilinmeyenin, görülmeyenin ve duyulmayanın gizemiyle bizi sararak heyecanı tırmandırmayı bilmiş. Önce virüsün yayılmasıyla yaratılan kaos ortamı vuruyor bizi. Kontrolü kaybeden yönetim -ki dikkatinizi çekerim yönetim dediğim asker, hem de ABD askeri!- “Hepsini vurun” emri ile virüslü-temiz seçmeden hepsini katletmeye girişiyor. Belli ki daha en baştan gözden çıkarılmış o birkaç yüz kişi. (Kırmızı Kod!) Zaten şehre yerleşirken sık sık gösterilen keskin nişancılar, her yerde devriye gezen askerler bizi (yani halkı) rahatsız ediyor. Güvenlik adı altında bu yapılanlar özgürlüğe darbeler vuruyor. Sorgulanmak istenen şu: Güvenle yaşamak için daha ne kadar özgürlüğümüzden feragat edeceğiz? Bahsettiğim gizemli gerilim bundan sonra kendini iyice belli ediyor. Önce bir grup insanla karanlık, ıssız Londra gecesinde dolaşıyoruz. Kadrajlar şahane. Karanlık içimize işledikten sonra yangın bombaları caddelere sokaklara doluyor. İnsan gözünü ayıramıyor perdeden. Akabinde helikopter sahnesi ile görsellik zirve yapıyor. Müthiş, hep hatırlanacak bir sahne olmuş. Yine ardından bize pek de yabancı gelmeyen gece görüşlü dürbünle yürüme sahnesi gerilimi tavana vurduruyor. Oyunculardan bahsedersek, başrollerdeki Robert Carlyle (Trainspotting’in psikopatı) etkileyici. Bir yönden daha önemli, karşımıza önce bir baba sonra da virüslü bir zombi olarak çıkıyor. İlk filmde yapılmayanı bu filmde görüyoruz. Bazı anlarda zombinin (Carlyle’in karakteri Don) gözünden de etrafı izlemiş oluyoruz, ki iyi bir fikir bence. Ayrıca Alex’i oynayan küçük oyuncu da gayet iyi. Sonuç olarak yönetmen ve ekibi gayet dengeli bir film ortaya çıkarmışlar. Yeterli senaryo, güzel sahneler, farklı bir yönetim. İlkinin yanında hoş duran bir ikinci film olmuş. Tüm bunlardan sonra film çok da karanlık olmayan bir sonuca ulaşıyor. Taşıyıcı annenin muhtemelen taşıyıcı oğlu ve ablası kurtarılıyor. Bir umut bizi sarmalıyor. Ta ki son bir dakikaya kadar… O halde, 28 ay sonra Paris’te görüşmek üzere!
RAMBO 4 yolda...
20.07.2007

RAMBO 4 yolda...

22 Ekim 1982’de gösterime “İlk Kan” adı ile gösterime girdiğinde olay olan, Sylvester Stallone’un sinemadaki yerini sağlamlaştıran Rambo serisi hız kesmeden devam etmişti. İkinci film Rambo adı ile 22 Mayıs 1985’te gösterime girdiğinde tam bir fenomene dönüşmüştü. Türk sinemaseverlerin Amerikan ambargosu sebebiyle ancak vidoda keşfedebildiği seri fırtına gibi esmiş, dönemin kuşağını derinden etkilemişti. Her ne kadar Amerikan propogandası olsa da, Vietnam sendromunundan beslenen yapısı, tek kişilik kahraman olması bir kuşağı derinden etkiledi. Hatta filmde kullanılan bıçak Rambo bıçağı olarak anıldı. Serinin zayıf halkası 25 Mayıs 1988’de gösterime girdiğinde dönemin rüzgarı ile ortadoğuda geçmiş tepki çekmişti. Bu seriler dışında ne yapsa başarıyı yakalayamayan Stallone, çareyi eski dostlarını geri getirmekte buldu. Rocky Balboa’nın beğenilmesi ile birlikte Rocky’i de diriltmeye karar verdi.John Rambo adı ile 2008’de gösterime girecek olan filmde Tayland’da paralı asker grubu düzenleyen Rambo, onları sallween nehrinden hristiyan yardım kuruluşu çalışanlarının kaybolduğu Burmese köyüne kadar götürüyor ve macera başlıyor. Stallone bu filmle birlikte Rambo serisini ilk kez yönetmenin heyecanını da taşıyor. Rocky serisinin ilk film haricindeki tüm filmlerini yöneten Stallone şu sıralar filmin post-prodüksiyonuyla uğraşıyor.
Haydi Sponsorlar Dönüşün!!! (Transfomers)
20.07.2007

Haydi Sponsorlar Dönüşün!!! (Transfomers)

Çocukluğumuzun süper kahramanlarından Transformers’ ların beyazperdeye yaptığı 143 dakikalık davete icabet etmemek bir sinemaseverin yapacağı en son işti. Öyle ki onlar çok özletmişti kendini, üstelik artık gerçek mekânlarda görme şansımız vardı onları ve televizyonun sesini kısarmısın uyarısı da olmayacaktı. Koltuğa oturulup ışıklar sönünce büyük bir soru işareti açığa çıktı, biz onlardan çok önce beyazperdeyle tanışmıştık ama onların ilk buluşması idi, acaba küçüklüğümüzde bize duydurdukları hazzı burada da yaşatabilecekler miydi? Sorumuzun cevabı 143 dakika uzunluğundaydı ve bir babanın duyduğu özlemin duygu sömürüsü ile film start aldı, salondaki herkesin dikkati özleme değil beyazperdeye yansıyan ulaşım araçlarına kilitlenmişti, bir an önce “dönüşüm” görmek gerekiyordu artık, senaristler bunun böyle olacağını anlamış olmaydı ki fazla bekletmedi ve “kimliği belirlenemeyen bir cisim” klişesi radara takıldı. Yer her ne kadar Katar olsa bile bir ABD hava sahası bulunmuş ve ihlal edilmişti ve gereken yapılarak üsse getirildi. Artık her şey hazırdı salondaki herkes tüm dikkatini gözlerine verip perdeye bakış açısını iki katına çıkarmıştı. Ve dönüşüm başladı, inanılmaz sesler eşliğinde fakat bir o kadar hızlı ve inanılmaz şekilde de bitti. Ne olduğu anlamaya çalışıldı ama henüz filmin başıydı, daha çok dünüşüm olacaktı, sonuçta bu bir Detepticon du, fakat helikopterden dönüşmesine rağmen pervaneden başka bir yeri helikoptere benzetilemiyordu.Umutlar kara ulaşımı araçlarına aktarıldı. Fakat bu sırada ikinci bir soru işareti oluşmuştu izleyicide, tüm dönüşümler bu kadar hızlı ve kameranın dibine girmesiyle mi olacaktı? İlk aksiyon sahnesinden sonra başrol oyuncumuz ve hayatı tanıtıldı ve o anda filmin bir sponsoru sahne aldı. Bu internette 2. el alışveriş imkânı sağlayan “e-bay” firmasıydı ve senaryo firma üzerine geliştirilmişti, fakat bu izleyiciyi doyuracak şekilde yapılmamıştı ve gözlük olayı tamamen bir fiyaskoydu. İşte bu sırada bir soru işareti daha kafalarda yer etti, sırada filmin önüne geçen gereksiz sponsor sahnesi varmıydı? Sorunun cevabı Panasonic tarafından geciktirilmeden verildi, sonucunda da tabuları yıkan bir hacker tiplemesi ile karşılaşıldı ve filmin espritüel yanı bu dakikalarda ağır basmaya başladı. Fakat örnekler bununla bitmedi, kahramanlarımız araçlarının iki ayrı kişilik olduğunu anlayınca aracın tipini beğenmemeye başladılar ve yardımlarına Amerikan filmlerine ambargo koyan Chevrolet yetişti, ancak bu senaryoya gayet mantıklı yerleştirilmişti, işleyişi bozmadı ve sırıtmadı. Beklenilenin aksine kamyonlarımızın markası MACK yerine GMC idi, kamera önünde kamyonlarımızın her sert freninde logosu bize el salladı perdeden. Sırıtmayan ve estetik bir tanıtımdı buda. Savunma bakanımız Apple marka dizüstünden bilgi ediniyordu fakat bu reklam Türkiye’de ki beyazperdelerde alt yazı kurbanı oluyordu bir süre ve gereksiz sahneler trenine bir vagon daha eklenmiş oluyordu böylece. Amacı film sonunda anlaşılamayan bir sahnede Nokia imzalıydı ve terene son vagonu ekleyerek yolcu etmiş oldu. Filmin sonlarına doğru senaristler Michael Bay’ ın şehrin göbeğini yerle bir etme egosunu hatırlıyordu, (Decepticon ların peşinde olduğu kütleyi) “şehir içine götürelim” gibi absürt bir fikre destek verildi savunma bakanından ve final mekanına resmi açıklama geliyordu kendisinden. Otobotların ve Deception ların dönüşüm sahnelerinde robot haline gelişine film boyunca hiçbir anlam verilememesine, final sahnesinde yandaki izleyiciye yönelttiğim; iyi ve kötü karakterleri ayırt edebiliyormusunuz? Sorusuna, başın iki yana çevrilmesi cevabı ile karşılık alıyordum. Ve bu cevap yukarıdaki ikinci sorununda cevabı oluyordu. İlk soru işareti filmin bitmesi ile birlikte açılan ışıklarla artık kaybolmuyordu, bunda sponsorlar listesinin senaryoya uyarlanmasının payı çok büyüktü, “hiç alakasız parçalardan bir bütün oluşturulmaya çalışılmıştı” ama bunun Otobotlar üzerinde olması gerekirken sponsorlara yapılması çok şaşırtıcıydı, Transformers larla 143 dakikalık randevumuz buruk geçmişti ve küçüklüğümüzün Tranformers’ ı bizi çekiştirerek sinema solundan çıkartıyordu.