Mersinema, ilk kısa film gösterimiyle sinemaseverlerin karşısına çıktı
25.06.2007

Mersinema, ilk kısa film gösterimiyle sinemaseverlerin karşısına çıktı

9 yönetmenden 9 film Farklı sanat ve meslek çevrelerinden insanların oluşturduğu ‘Mersinema Topluluğu’, ilk kısa film gösterimini gerçekleştirdi.  Mersin’de bir ilk olan kısa film gösteriminde 9 film beyaz perdeye yansıtıldı. Mersinema Topluluğunun düzenlediği kısa film gösterimine Mersinli gazeteciler damgasını vurdu. Gecede gösterilen 9 filmin 4’ü Mersin’de çeşitli basın kuruluşlarında çalışan gazeteciler tarafından çekildi. Mersinli gazetecilerin çektiği kısa filimler: Umut Koşan – Yitik Beşik; Esra Şasi – Umut Çiçekleri; Nilay Atılgan – Tuz Gölü; Soner Kan – Yüzleşme; Mersin’de sinema kültürünün gelişmesi amacıyla bir yıllık çalışmanın ardından 2 ay önce Gazeteci Umut Koşan, tiyatrocu Güler Cengiz, Erhan Sönmez ve İpek Yabanelli, ressam Mehmet Bayırhan, müzisyen Arif Adalı ve görüntü yönetmeni Yasin Korkmaz’ın bir araya gelerek kurdukları ‘Mersinema’nın hedefleri arasında Mersin’de nitelikli sinemanın oluşturulması yer alıyor. Mersinema’nın ilk çalışması ‘Yitik Beşik’,  13 ülke arasında birinci seçilirken, ikinci filmi ‘Liste’ ise Mersin’de yapılmış ilk gerilim filmi oldu. Akdeniz Belediyesi Konferans salonunda gerçekleştirilen Kısa film gösterimi öncesinde Mersinema Topluluğu’adına konuşan Kadir Baziki, “Birkaç kişi tarafından çekilen, birkaç kişi tarafından seyredilen ve birkaç gün içinde unutulan kısa metraj filmlerin daha geniş kitlelere ulaştırılması amacıyla düzenlenen bu etkinlik, kısa süre içinde başka yerlerde de gerçekleştirilecektir” dedi. Mersin’in bir kültür ve sanat kenti olması gerektiğini düşündüklerini ifade eden Baziki, şöyle konuştu: “Ancak bunun birkaç konserle gerçekleşeceğine inanmıyoruz. Bu anlamda sanatın her alanında yatırım yapılması gerekliliğini bir kez daha yineliyoruz. Mersin’de kısa metraj filmlerin festivaline yönelik ilk adımı atmış bulunuyoruz. Burada gösterilecek filmlerin bazıları, yönetmenlerinin ilk çalışması. Umuyoruz ki gelecekte daha nitelikli çalışmalara tanık olacağız. Tüm ekonomik zorluklara ve kısıtlamalara rağmen, sinema dilini kullanarak bir şeyleri ifade etmek çok güzel.” Gösterime katılan kısa filmler Yılmaz Şerif ‘in “Aydınlıktan Karanlığa” adlı filimi ile başlayan gecede sırasıyla şu filimler yer aldı. Yılmaz Şerif – Aydınlıktan Karanlığa; Umut Koşan – Yitik Beşik; Hasan Topuz – Deneme Beni; Nilay Atılgan – Tuz Gölü; Esra Şasi – Umut Çiçekleri; Soner Kan – Yüzleşme; Atilla Ertörer – Uyanış; Erkan Uzdur – Mış gibi; Yasin Korkmaz – Liste; Yoğun bir ilginin olduğu gecede, etkinliğin sadece gösterim olmaktan çıkıp festival haline dönüştürülmesi gerektiği görüşleri ifade edilirken, gecenin sonunda katılımcılara“Mersinema Topluluğu” tarafından birer teşekkür belgesi verildi.
22. Bond Filmini Marc Forster Yönetecek
22.06.2007

22. Bond Filmini Marc Forster Yönetecek

CULVER CITY, Kaliforniya, 21 Haziran 2007 – James Bond filmlerinin yapımcıları Michael G. Wilson ile Barbara Broccoli, Sony Pictures Entertainment ve Metro-Goldwyn-Mayer Stüdyoları tarafından 22. James Bond macerasını Marc Forster’ın yöneteceği açıklandı. Khaled Hosseini\'nin en çok satan romanından uyarlanan ve merakla beklenen “The Kite Runner” filminin de yönetmeni olan Forster, kısa süre önce de Sony Pictures için komedi hiti “Stranger Than Fiction’ı yönetti. Forster, ayrıca, En İyi Film de dahil olmak üzere yedi dalda Oscar® adayı “Finding Neverland” ve Halle Berry’ye En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar® getiren “Monster\'s Ball”a da yönetmen olarak imza attı. Forster çok yakında senarist Paul Haggis’le birlikte Neal Purvis ve Robert Wade’in yazdığı senaryonun taslağı üzerinde çalışmaya başlayacak. Daniel Craig, sinema tarihinin en başarılı film serisinin bugüne kadarki en yüksek hasılatını elde eden “Casino Royale”ın ardından, adı henüz konmamış olan 22. Bond yapımında, ünlü ajanı bir kez daha canlandıracak. Dünya çapında elde ettiği yaklaşık 600 milyon dolarlık gişe hasılatıyla, “Casino Royale” eleştirmenler tarafından bugüne kadarki en iyi Bond filmlerinden biri olarak değerlendirildi. Bond 22’nin çekimleri Aralık 2007’de Londra’daki Pinewood Stüdyoları’nda başlayacak. Columbia Pictures filmi tüm dünyada 7 Kasım 2008’de gösterime sunacak. Wilson ve Broccoli, "İstisnai bir yetenek ve eşsiz bir vizyon sahibi Marc Forster bir sonraki James Bond filmimizi yönetmeyi kabul ettiği için çok mutluyuz" dediler. Forster ise bu konuda şunları söyledi: "Her zaman için farklı türdeki hikayelere ilgi duymuşumdur ve hep bir Bond hayranı olmuşumdur; o yüzden, bu zorlu görevi üstlenmek çok heyecan verici. Bond karakterinin yeni çizgisi yönetmene yepyeni olasılıklar sunuyor. Daniel Craig, Barbara Broccoli, ve Michael Wilson’la, ayrıca Sony ve MGM’deki ekiplerle bu yeni filmde çalışacak olmaktan çok mutluyum". Sony Pictures Entertainment’ın Ortak Başkanı Amy Pascal’ın bu konudaki yorumları ise şöyle: “‘Stranger than Fiction’da Marc’la çalışmak harika bir deneyimdi; tekrar birlikte çalışacak olmaktan heyecan duyuyoruz. Kendisi oyuncu odaklı bir yönetmen; malzemeye yaklaşımı zekice ve zevkli. Onu Bond 22 için mükemmel seçim yapan şey, filme, aksiyon, mizah, gerilim ve heyecan gibi, Bond izleyicisinin beklediği tüm öğeleri katabilecek yeteneğe sahip olması". MGM’in Başkanı ve Yönetici Harry Sloan ise Pascal’ın sözlerine şunları ekliyor: "Bond serisi MGM\'in en değer verdiği miraslarından biri. Michael ile Barbara\'nın Marc Forster\'ın yönetmenlikteki yeteneklerine duyduğu güveni paylaşıyor, Bond hikayesinin günümüz izleyicisine ulaşması için göstereceği çabada kendisini destekliyoruz". Forster, CAA ve Management 360 şirketleri tarafından temsil ediliyor. EON Productions Hakkında Broccoli ailesine ait olan Eon Productions/Danjaq, LLC 1962 yılından bu yana “Casino Royale”ın de aralarında bulunduğu yirmi bir James Bond filmine imza attı. Michael G. Wilson ve Barbara Broccoli’nin yapımcılığını gerçekleştirdiği Bond filmleri sinema tarihinin en başarılı serisi. Bu serinin içinde “GoldenEye”, “Tomorrow Never Dies”, “The World Is Not Enough” ve “Die Another Day” gibi son dönem hitleri de bulunuyor. Eon Productions ve Danjaq, LLC birbirleriyle bağlantılı iki şirket olarak, James Bond markasının tüm dünyadaki ticari haklarını ellerinde bulunduruyorlar. Columbia Pictures Hakkında Columbia TriStar Motion Picture Group’un yan kuruluşu olan Columbia Pictures bir Sony Pictures Entertainment kuruluşu. Sony Pictures Entertainment (SPE) ise, Sony Corporation of America (SCA) ile Tokyo merkezli Sony Corporation’ın bir yan kuruluşu. SPE\'nin küresel operasyonları şöyle özetlenebilir: Sinema filmi yapımı ve dağıtımı; televizyon projeleri yapımı ve dağıtımı; dijital içerik yaratımı ve dağıtımı; dünya çapında kanal yatırımı; ev eğlence yapımları ve dağıtımı; stüdyo işletmeciliği; yeni eğlence projeleri, hizmeti ve teknolojileri geliştirme; ve 67 ülkede filme kaydedilmiş eğlence yapımları dağıtımı. Sony Pictures Entertainment’ı http://www.sonypictures.com adresinden ziyaret edebilirsiniz.
Şener Şen Tekrar Beyazperdede
21.06.2007

Şener Şen Tekrar Beyazperdede

“Eşkıya”, “Gönül Yarası”, “Herşey Çok Güzel Olacak” ve “İnşaat” filmlerin yapımcısı Filmacass ile “Hababam Sınıfı Askerde”, “Hababam Sınıfı 3,5”, “Maskeli Beşler Irak” ve “Sınav” filmlerinin yapımcısı Fida Film, dev bir işbirliği ile 2007 sinema sezonuna damgasını vurmaya hazırlanıyor.... Başrollerinde Şener Şen, Kenan İmirzalıoğlu, İsmail Hacıoğlu, Rasim Öztekin ve Aslı Tandoğan\'ın yeralacağı Kabadayı filminin senaristi “Gönül Yarası”, “Eşkıya”, “Gölge Oyunu”, “Muhsin Bey”, “Fahriye Abla”, “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” gibi Türk Sinemasının unutulmaz eserlerini hayata geçiren Yavuz Turgul. Yönetmen koltuğunda ise “İnşaat” ve “Herşey Çok Güzel Olacak” filmlerinin yönetmeni Ömer Vargı olacak. Filmin müziklerini hazırlayan Benjamin Walken – Beladi “Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi”, “The Island (Ada)”, “The Recruit (Çaylak)” gibi ünlü filmlerin müziklerinde imzası olan bir besteci / müzisyen. Afiş ve görsel tasarım kampanyasının ardındaki isim ise “Kill Bill”, “Kingdom of Heaven”, “Cold Mountain” gibi Hollywood prodüksiyonlarının tasarımlarını yapan ödüllü tasarımcı Emrah Yücel. Yaklaşık 30 farklı mekanın kullanılacağı filmin çekimleri 20 Haziran 2007 Çarşamba günü başlayacak ve 7 hafta sürecek. Filmin konaklama sponsoru olan SÜRMELİ OTEL, çekim süresi boyunca gerek oyunculara gerekse teknik ekibe ev sahipliği yapacak… KABADAYI FİLMA-CASS ve FİDA FİLM ortaklığıyla Aralık 2007’de yurtiçinde ve yurtdışında yaklaşık 400 kopya ile sinema izleyicileriyle buluşacak.
Ocean 13 - Soderbergh ve Tercihleri
14.06.2007

Ocean 13 - Soderbergh ve Tercihleri

Yıl 1989... Sex Lies and Videtape adındaki küçük iddiasız bağımsız film herkesi sarsıp ödülleri kucakladığında Soderberg de ilk çıkışını yapmış oluyordu. Film Cannes film festivalinde Altın Palmiye başta olmak üzere 12 ödül ve bir Oscar adaylığı getirdi. İlk filmi değildi elbette kendi olanaklarıyla çektiği filmlerle istediği sıçramayı yapamamış ya da ısınma turları atmıştı. 1991 yılında “Kafka” adlı filmle bir kez daha bağımsız sinemanın tebrik edileni gözdesi olmuştu. Bu çok beğenilen Kafka filmi sonrası ise “Schizophlis” dışında pek anılmadı adı. 1998 yılında Aşk ve Para adıyla bizde gösterilen “Out of Sight” ile sisteme büyük şirketlere dahil oldu. Özellikle George Clooney ile Jennifer Lopez arasındaki kimyaya katılan atmosfer filmi başarılı kıldı ve övgüyle karşılandı. Bir yıl sonra “The Limey- Denizci” ile nispeten düşük bütçeli bağımsız çeken Soderberg başrol oyuncusuna dayalı iyi bir performans ile kimilerinin kült filmi olan son filmini yaptı. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. 2000 yılı tamda bir basamaktı. Yarı belgesel kıvamında iki filmle tam gaz bir Soderberg yılı yaşandı. Traffic filmiyle uyuşturucuyu konu etti. Ve Oscar ödülünü kucakladı. Özellikle filmde kullandığı renk tonları ile konuşuldu. Yarattığı atmosferin de etkisiyle adını artık yavaş yavaş büyük yönetmenler listesine sokuyordu Soderberg. Erin Brokovich yılın ikinci bombası idi. Julia Roberts’a Oscar getiren film yaşanmış bir laydan yola çıkıyor yine yarı kurmaca yarı gerçek belgesel ana hatları üzerinden gidiyordu. Julia Roberts’ın filmdeki performansı mı, yoksa oscarı kazandığı açıklandığı andaki performansı mı daha iyiydi halen tartışılır. İşte Oscar’la başlayan süreç Soderberg’i yeni bir yola sürükledi. Her şey burada başlıyor. George Clooney ve Bradd Pitt üstüne kaymak niyetine Julia Roberts.. Kadro açıklandığında herkesin ağzı sulanmıştı. Dile kolay yıldızlar geçidi. Başarılı bir serinin ilk adımı atılmıştı. Frank Sinatra’nın sürekli eğlendiği ve yaşamayı sevdiği Las Vegas’ta hem eğlenelim hemde film çekelim fikri üstüne kalabalık kadro olsun yıldızlar olsun formülü çok tutmuştu. Aynı formül 2001 yılında da tuttu. 2002’i de özüne döndü desek yeridir. “Full Frontall – Çok Özel” ile yaygın sinemasever kitlesinin içine giremediği filmle sadece kendisini baştan beri takip edenleri mest etti. Kendi halinde bir yıldızlar geçidi olan film, tamamen deneysel bir belgesel günlüktü. Ocean 11 ile büyük gişe filmlerine hakimiyetini kanıtlayan Soderberg yine Clooney ile bu kez sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından birinin yeniden çevrimine soyundu. Solaris adlı bu başyapıt 2001 ile birlikte bilimkurgu filmlerin atası sayılmakta iken Soderberg yeniden çevrimde her iki tarafa da yanamadı. 2004’te yeniden çevrimlere devam etti. Kadroya bir ekleyip Ocean 12 ile Las Vegas dışına taşındılar. Yine başarılı olan yaygın izleyiciye hitap eden filmle başarılı oldu Soderberg ama bir yandan da aynı yıl Eros adlı filme bir kısa filmle katıldı. Yine bağımsız sahnesinden çekilmemişti. Peki yıl 2007 şimdi gelinen nokta. Ocean 12 sonrası kendisini “Sex yalanları” filmiyle keşfeden hayranlarına ektiği ümitsizlik tohumları bir yana Soderberg tam anlamıyla gibi yapmaya devam ediyor. Geçen yıl çektiği ve bizde gösterime girmeyen “Good German” ile neredeyse herkesi şaşırttı. Birçok sahnesinde neredeyse Casablanca’yı kopyalayan film afişte bile bunu açık etmekten kaçınmayarak kafaları da karıştırıyordu. Yine George Clooney başroldeydi ama pek kimseye yaranamayan bir film oldu. “Aşk ve Para”ya kadar özgün yaratımını kanıtlayan yönetmenin neden böyle bir işe soyunduğu anlaşılmış değil. Ocean 13 sonrası 2008’de Che’nin hayatını 2 filmde birden anlatacak yönetmenin izleyeceği rota merak konusu. George Clooney ise tüm bu Soderberg filmleri arasında çektiği filmlerle hem politize oldu hemde bağımsız sinemaya göz kırptı. Özellikle “İyi Geceler, İyi şanslar”daki yönetmenlik becerisi ve oynadığı “Syriana” filmiyle muhalif kanatta yer alarak bolca takdir topladı. Ve gelelim Ocean serisine; İlk başta beni de heyecanlandırmıştı seri. Büyük hevesle beklediğim film benim için hüsrandı. Frank Sinatra sevgimden dolayı bildiğim ilk filmin havasını bulamamak bir yana, oyuncuların teker teker reklam filmi havasında gözükmelerine ve adeta gişeye, seyirciye oynamasına sinir olup yarıda çıkmıştım. Ocean 12’yi ise sinemalarda pas geçip, arkadaş grubumla ev sinemasında seyretmiş yine zevk alamamıştım.
Barda Üzerine
14.06.2007

Barda Üzerine

Gemide filmiyle pek bilinmeyen bir yaşama mercek tutan Serdar Akar, büyük bir çıkış yakalamıştı. Sonrasında gelen ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ ve ‘Maruf’la pek ses getirmedi ama ‘Kurtlar Vadisi’ ekibine dahil olması tartışıldı. ‘Kurtlar Vadisi Irak’ ile milliyetçilik bazlı nefreti işledi. Bu kez ‘Barda’ ile nedensiz şiddet konusuna eğiliyor. Aslında bir çok konu var filmle ilgili söylenmesi gereken. Öncelikle belirtmek lazım… Filmi fragmanlarından görüp hemen tu kaka ilan eden çok şiddetli diyerek reddedenler var. Aynı kesimin daha fazla şiddet içeren yeni dönem korku filmlerini büyük bir merakla izlediğini biliyoruz. Hayatımızın bir parçası olan şiddetin bu kadar yadsınması pek inandırıcı gelmiyor bana, gelemiyor… ‘Sever de, döver de’ gibi deyimler, tanımlamalar bizim kültürümüzün bir parçası değil mi? Okula çocuğunu ‘Eti senin kemiği benim’ diyerek teslim eden kimse yok mu? Hala her ailede şiddet yok mu? ‘Koca dayağı’ yiyen kadınlar yok mu? Hepsi bitti mi? Sadece tipinden dolayı karşı grubun aşağıladığını hissederek kavgaya tutuşan gruplar yok mu? Televizyonlarda reyting uğruna haberlerde bile gösterilmiyor mu ufak tefek kavga görüntüleri? Özellikle miting görüntülerinden ayrıştırıp vermiyor mu kanallar? Dönelim ‘Barda’ filmine… Bir küçük arkadaş grubu barda kapanışa yakın son biralarını içiyorlarken ki 7 kişilik kızlı erkekli bir grup bu. 5 kişilik bir grup çıkageliyor. Kapatmaya yakın gelmelerinin sebebiyse tiplerine bakıp ‘Egsozcu’ muamelesi görüp içeri alınmayacak olmaları. Her şey o zaman patlak veriyor. Aynı yargılamayla davranan Barmen kovmaya kalkınca zılgıtı yiyor sahne kapanıyor. Bir saniye sonra barmen dayağı yemiş yerde yatarken diğer 7 kişi elleri ayakları bağlı sopa yiyor. Sonrası malum kızlara tecavüz ediliyor, biri jiletle lime lime ediliyor. Erkeklerden bir ölüyor, biri bacağından vuruluyor. Özellikle Futbol sahasında geçen sahne ilginç... Futbol oynamasını isteyen ana karakter herkesi çalımlayıp golü atan çocuğu ayağından vururken ekliyor ‘Top geçer, adam geçmez’ Mahkeme sahneleri de eşzamanlı geçiyor filmde. ‘Adalet Mülkün Temelidir’ sözü duvarda asılı ve bolca zoom yapılıyor o söze. Ama artık herkesin kendi adaleti var. Herkes kendi davasının hakimi. Filmde de aynısı mevcut. Mahkemede alınan kararla yetinmiyor film. Hapiste hepsinin hükmünü kesen 5 kişilik bir grup var. Ki o grubu canlandıranların Serdar Akar, Zeki Demirkubuz ve Çağan Irmak olması ilginç. Olaydan 1-2 saat öncesini görüyoruz filmin sonunda. herşeyin anahtarı o sahne zaten. 2 sevgili sokak ortasında öpüşüyor, büfe önünde hamburger-ayran takılan, şiddet uygulayan grubun elebaşı Selim röntgenliyor çifti. Çift bara doğru ilerlerken Selim’e saati soruyor… Önce saate bakmaya yöneliyor Selim… Ama anlıyor ki ayran üstüne dökülsün diye sordular soruyu, basıyor küfrü. Kasıtlı rezil etmek için sorulduğunu düşünüyor sorunun… Ve cezayı kesiyor akşam gelip. Herkesin karşındakini kötü niyetli sandığı bir dünyada yaşıyoruz… Filmin birçok kesim tarafından yadsınması şiddet gösteriyordur sanrısı yanlış. Özelikle herkesin ilk başlarda benzeri tuttuğu Haneke filmlerinin şiddeti yok filmde. Haneke’nin özellikle ‘Funny Games’ filmiyle anıldı bir ara ama pek bir alakası yok. Nerden geldiği belli olmayan iki gencin yumurta isteme bahanesiyle girdiği evde estirdiği terör yönetmenin sessiz sahneleri ve bir ara faillerin kamerayla konuşmasıyla balyoz gibi iniyordu izleyene. Bu filmde öyle bir şiddet yok. Bolca küfür var o kadar. Kurtlar Vadisi tartışmasıyla konuyu bağlayalım. Milliyetçi duygularla ya da sınıfsal farklılıklarla nedeni fark etmeyen bir şiddet tartışması hakim. Ama bunu önlemenin yolu yasaklamak da değil görmezden gelmek de…
Bug (Böcek)
07.06.2007

Bug (Böcek)

Uyarı: Bu kritik, senaryo hakkında ipuçları ve açıklamalar içermektedir. Oyun yazarı Tracy Letts tarafından yazılan, bir ara Türkiye’ye de uğrayan aynı adlı tiyatro oyununun sinemaya uyarlanmış hali “Böcek” filmi. Korku sinemasının kült filmi “Exorcist (1973)”in usta yönetmeni William Friedkin tarafından beyazperdeye aktarılan film, her şeyden önce dibine kadar farklı, sıradışı bir yapım. O nedenle henüz başta uyarayım, bu filmi beğenenler kadar kötüleyenler de olacaktır. Tabi bu filmin ilginçliğini azaltmaz, tersine arttırır. Film şehirden uzakta, tenha bir otelde, bir odada geçiyor. Evet, sadece bir odada. Olaylar da mutsuz, yalnız, sorunlu bir kadın (Ashley Judd), onun lezbiyen sevgilisi, eski kocası ve sonradan tanıştığı garip bir erkek (Michael Shannon) etrafında gelişiyor. Evet, bir elin parmakları kadar karakterle. Eski kocasıyla iyi geçinemeyen Agnes, günün birinde onu anlayabilecek bir adamla tanışır. Kocasına katlanamayan kadın Peter’a ilgi duymaya başlar. Peter, önceleri ilgi duymasa da sonra Agnes ile yatar. Olaylar da tam anlamıyla burada patlak verir. Gece, Peter yatakta bir şey fark eder: bir yaprakbiti… (Buraya da bir not düşeyim: böceğin bir yaprakbiti olması özellikle yapılmış bir tercih olabilir. Animasyon harikası “A Darkly Scanner” filminde de halüsinasyon gören bir karakterin başı yaprakbitleri ile dertteydi!) Bu andan itibaren, böcekler otel odasını hızla kaplar; sıradan, sorunlu hayatlar daha ne olduğunu anlamadan paranoyaya teslim olur. Peter derisinin altında kendi kanıyla beslenen böcekler olduğunu iddia etmeye başlar. (Aslında bu iddia, en başta, yatakta Agnes’e bir böceği göstermesiyle başlıyor. Daha bu noktada yalnız kalmaktan, onu anlayan tek insanı kaybetmekten korkan Agnes böceği görmeyi başarıyor.) Sonrası ise nerdeyse kendiliğinden geliyor. Agnes ile Peter, birbirlerini adeta kendi paranoyaları ile besleyip kendi evrenlerini yaratıyorlar. Hatta bir süre sonra Agnes, Peter’ın paranoyalarına nerdeyse ondan daha çok sahip çıkar oluyor. Bu noktada filmi üç parçaya ayırabiliriz. Filmdeki bu atlayış noktaları ise Peter’a ait. İlk parça olay öncesini ve başlangıcını anlatırken, her yerden sarkan böcek ilaçları, spreyler ve ardından Peter’ın tişörtünü sıyırıp kesikli vücudunu göstermesi ile film “ilerleme” safhasına geçiyor. Burada paranoya başlıyor ve dizginler kaçıyor. Sonra tüm evin folyoyla kaplandığını görüyoruz, derken Peter’ın kan revan içinde bir odadan çıkışı ise ikinci atlama noktasını oluşturuyor ve film “final” bölümüne geçiyor. Oyunculara da değinmeden geçmek olmaz. Başroldeki çift, tam anlamıyla hakkının vererek oynuyorlar. Adeta bize şizofreniyi öğretiyorlar. Özellikle Ashley Judd, olasılıkla bu en zor rolünde en iyi performansını göstermiş. Her ne kadar çökmüş, hayatı bırakmış bir karakteri canlandırsa da duru güzelliğini her ama her karede hissettiriyor. Özellikle filmin başındaki birleşme ve final sahnelerinde deyim yerindeyse delilikle katmerlenmiş bir erotizm sergiliyor. Rol arkadaşı Michael Shannon da ondan geri kalmıyor. Vermek istediği her şeyi, bazen abartılı bir oyunculukla da olsa, layıkıyla veriyor. İnanmıyor musunuz? O zaman, Peter’ın böcek krizi geçirdiği sahneye, filmin başında Agnes’e yatma teklif etmeden hemen önce nasıl hafif hafif sallandığına bakın. Müthiş incelikli bir oyunculuk. Zaten filmin en büyük artısı da inandırıcı, güçlü oyunculuk. Oysa filmde, maalesef, karakterleri yeterince tanımaya fırsat bulamıyoruz. Onların halini tam hissedemeden (gerçi iki adet deli söz konusu olunca!) olaylar tırmanıveriyor. Buna rağmen belirttiğim gibi oyunculuklar bu açığı bir nebze olsun kapatabiliyorlar. Ayrıca, galiba filmin en çok eleştirilen yönü budur, filmin başları oldukça yavaş, nerdeyse anlamsız ilerliyor. ilk yarım saatte olayların akışı hakkında tek bir ipucu bile yok. (tabi esrarengiz telefonları sayabiliriz.) Şunu da belirteyim, sanki film yükselmiş, yükselmiş de zirveye çıkamamış gibi. Yüzeysel kalması, iddia ettiklerini sanki aceleye getirip seyirciyi ikna edememesi ihtimali de var. Allah’tan bir başladı mı da fire vermiyor. Bundan sonra resmen Agnes ile Peter’ın adım adım, bizleri dehşete düşürecek kadar keskin delirmelerine şahit oluyoruz. Dahası yönetmenin bilinçli yaptığı bir tercih olarak film kesin bir sona bağlanmıyor, ucu açık bitiyor. Filmin bazı karelerini herhalde bir daha unutmam. Peter’ın dişini kerpetenle çektiği sahne. Dayanamayıp gözlerimi yumdum, adam hala haykırarak dişi çekmeye çalışıyordu. Hele benim gibi dişçi korkusu olanlar için insanın kanını donduracak kadar sert, acımasız ve kanlı bir sahneydi. Ha demek ki, bedenleri etleri hart hurt kesmeden de, oraya bir insan oturtup işkence etmeden de layıkıyla gerilim sahnesi çekebiliyorsa ben yönetmeni takdir eder, şapka çıkarırım. Öte yandan, bana güçlü bir şekilde “Kayıp Otoban”ı hatırlatan o birleşme sahnesi kendine has, çiğ bir estetikle donanmış kanımca. Aynı şekilde o gerçeküstü finali de türünün estetiğini taşıyor. Zaten dünyanın dışladığı bu karakterlerin filmin sonunda yaşaması da absürt olurdu. (“Pi”yi ya da “Koku”yu hatırlayın, “Full Metal Jacket”in ilk yarısına bakın.) Sonuç olarak, ne zamandır bu türde iyi bir film izlememiş olan ben, “Böcek”i beğendim. Her şeye rağmen, türüne yenilik getirmese de bir şeyler katan; Lynch filmlerini hatırlatan üslubuyla, fark edip de kaçamadığımız finaliyle, en iyi olmasa da izlenmeyi, tadına bakılmayı hak eden bir film Böcek. Şunu da belirteyim, film Cannes Film Festivalinde Fipresci ödülünü kucakladı. O zaman, afiyet olsun!
Aklın ve Mantığın Sınırsızlığı (Böcek)
06.06.2007

Aklın ve Mantığın Sınırsızlığı (Böcek)

Geçtiğimiz sezon DOT tarafından sahnelenen bıçak sırtı bir oyundan uyarlama. 1960’lardan bu yana unutulan 90’larda yeniden keşfedilen “Inyer (your)-face” akımının temel örneklerinden biri olan oyunun doğmasına Oklahoma’da bir bombalama olayı sebep olmuş. 1995’te eski bir körfez savaşı gazisinin patlayıcı yüklü bir kamyonla, bir binaya yaptığı saldırı 168 kişinin ölmesine yol açmış. 11 Eylül öncesi en büyük terör saldırısının faili ise tesadüfen trafik suçu nedeniyle yakalanmış ve idam edilmiş. 11 Eylül saldırısından sonra Amerikalıların yabancılara bakış açıları ve üretilen komplo teorileri arasında bu olayın her şeyin tetikleyicisi olduğu da bulunmakta. böek “Böyle bir şeyin Amerikalılar tarafında yapılmış olması beni şoke etmişti. İçinde bulunduğumuz matrisin ne kadar dışına kaçabilirsiniz? Bu olayın üzerine paranoyayı daha fazla sorguladım, paranoyayla beslenen ilişkilerin birbirlerini nasıl etkilediğini ve kontrol dışı hale gelişlerini gördüm. B filmde olup bitenler, Agnes’ın ve Peter’ın paranoyalarına yetişebilmek için nasıl çırpındığının, kendisini olup bitene nasıl kaptırıp sürüklendiğinin öyküsüdür.” Diyor yazar filmle ilgili söyleşilerinden birinde. In-yer-face akımının amacı ise seyirciyi boğazından tutup, oyunu mesajını alana dek sarsmak. Bu yolda yasaklı olan hiçbir şey yok. Şaşırtıcı bir çok öğe kullanılmakta ve oyuncular büyük bir fiziksel güç sarfetmekte. 10 yıl önce sahnelenen bir oyunu 2004’te keşfeden yönetmen William Friedkin ise izler izlemez filme çekmeyi kafasına koymuş. Yönetmende oyunu izleyip sarsılanlardan… Birçok konuda muhalif olan yönetmen son yıllardaki büyük olayların insanlarda yarattığı travmanın her zaman ilgisini çektiğini belirtiyor. Oyun sırasında en çok etkilendiği şeyin karakterlerin içinde bulunduğu derin paranoya hikayede onu en çok çeken şey olmuş. Oyundaki şüphe, şiddet ve kara mizahın da sinematografik olduğunu belirtiyor yönetmen. Karakterler konusunda ise daha hevesliymiş. İki karakteri de daha önce sinema görmediği tipte oldukları için çekici bulmuş. “Muhtemelen sokaktaki milyonlarca kişi aynı korkuları paylaşıyor, onun gibi dışavurmuyor belki ama temel nokta bu değil. Bu duygunun ne kadar çabuk yaygınlaştığı… Herkesin yaşadığı olaylar sebebiyle buna ne kadar hazır olduğu!” Filmin başarılı olmasındaki etkenlerden biri yönetmenin oyunun ruhuna sadık kalarak büyük stüdyolar ve yıldız oyuncular uzak kalıp, oyunun ruhuna olan sadakati. Bu konudaki sadakatini Peter karakterini yıllardır tiyatroda oynayan karakteri oyuncu başrole alarak göstermiş. Bunca girizgahtan sonra gelelim filme. Büyük mesafeden geniş açıyla bir motel odasına ağır ağır zoom yapıyor ve bize dar gelecek olan odaya giriyoruz. Sürekli sessiz telefonlar çalıyor. Peter’ın pek güvenilir olmayan görüntüsü bize bir şeyler tahmin etmemizde ve tüm tahminlerimizin boş çıkmasında yardımcı oluyor. Her şey gayet normal gidiyor. Aradan hemen önce ikilinin arası sevgiliye doğru kayıyor artık. İkinci bölümde Peter’ı bir böcek ısırıyor. Ve tüm olay başlıyor. O küçücük otel odasında bizler de varız ve her sahnede bulunduğumuz yerde nefes almakta zorlanıyoruz. Agnes’ın oğlunu bir markette kaybetmesi, eski kocasının hapiste olması odanın her yerine sinmiş yalnızlığı Peter’ın çıkagelmesiyle değişiyor. Yıllardır hiçbir şeye sahip değil. Birçok yerde onu korurken bunu vurguluyor. Peter’sa, Agnes’ın aksine hakkında fazla bir şey bilmediğimiz bir karakter. Ne duysak inanmakta da zorlanıyoruz. Çoğunlukla inanmıyoruz da zaten. Filmi besleyen ana unsurun çok temsili var ucu çok fazla açık. Peter’ın böcek bulmasının, cinsel birleşmelerinden hemen sonra olması ve daha sonra her şeyin aydınlanmasında yine aynı yere geri dönülmesi cinselliğe karşı yargıların önünün çok açık olduğunu gösteriyor. Filmi adı ve her şeyin sebebi olan Böcek ise izlendiğimizin göstergesi olarak geçiyor fonda. Artık gelişen teknolojide izleme cihazlarının adının da böcek diye başlaması da bunun göstergelerinden biri. Peter’ın bir savaş gazisi olması ise muhalif yaklaşımın bayrak konusunu oluşturuyor. Her fırsatta ABD askerlerinin operasyonlar sırasında yaşadıklarını, nasıl deneye tabi tutulduklarını nefes almadan anlatıyor ve hem bizi hem de Agnes’ı inandırıp peşinden sürüklüyor. Özelikle bir dönemin seri polisiye filmlerinin oyuncusu Ashley Judd kariyerinin en iyi performanslarından birinde. Michael Shannon ise tiyatro oyunculuğu ile sinema oyunculuğu arasındaki farkları yeni öğrendiği biraz belli olsa da doğru seçim. Özellikle hikayenin birçok patlama noktasında müthiş bir fiziki çaba sarfediyor. Bir parantezle yönetmene verelim sözü “İlk başlarda çok bocaladı ama sonraları kendi olmayı unutup Peter olmuştu. Her önerime aşırı tepki veriyor, öfkeleniyordu” Tamamıyla tutarlı ve doğru seçimler. Aksayan hiçbir yanı olmayan çok özgün ve kolay kolay benzeri olmayacak bir film. Birçok yerinde çok sertleşen bir korku filminin ötesine geçen böcek sinemalarda sizi sarsmayı bekliyor…
Korkuyor muyuz yoksa gözlerimiz mi kapalı?
06.06.2007

Korkuyor muyuz yoksa gözlerimiz mi kapalı?

Korku sineması türler içerisinde en ilginç olanıdır. Korku takipçileri her filmi mutlaka izlerler. Bütün eleştirilere rağmen o dürtüden vazgeçemezler. Hele beğenilen bir ilk filmin devamı ne kadar kötü olursa olsun mutlaka izlenir. Tüm dünyada eğer iyi hesaplanırsa doğru bütçeyle kar getiren bu türün izleyici kitlesi de rakamsal olarak üç aşağı beş yukarı bellidir. Çok düşük bütçeyle kısa sürede ünsüz oyuncularla çekilen korku filmi başarılı olsun olmasın yaygın dağıtım ağına girer ve hiç olmazsa yaz aylarında vizyonda kendisine seyirci bulur. Ne de olsa korku filmi seyircisi her şeye rağmen içindeki korku dürtüsünden vazgeçmiyordur. Vasatın üzerindeki bir korku filminin yarattığı tepki ikinci filmin gelmesi ve seriye dönüşmesine sebep olur. Yıllarca süren Gerilim-korku ayrılığından sonra artık türler iç içe geçti. Özellikle Scream serisinin açtığı yoldan bir çok film geçti. Teen slasher filmleri çıktı ortaya. Katil gözümüzün önünde kurbanını yakalar ve öldürür. Özellikle gençlerden oluşan oyuncu kadrosu ve okulda geçen filmler iyice ekol haline geldi. Yıllar içerisinde 6. His filmindeki ana fikir herşey bir sürpriz üzerine kurulu olgusu da besledi türü. Komedisi de geldi gündeme ve ‘Scary Movie’ 4 filmlik bir seriye dönüştü. Günümüze gelirsek türle ilgili en sıcak örnek büyük bir sürpriz yapan ve hayran kitlesini yaratan iddiasız Testere serisi olur sanırım. İlk testere filminin yarattığı etki gerçekten çok iyiydi ve izleyenleri hayran bırakıyordu. İkinci filmin pek iyi olmayışı yinede üçüncü filmi merak etmeyi, iyi olmasını ümit etmeyi zorlaştırmıyor. Çocuklarını kaybetmiş bir ailenin ve bundan sorumlu olanların bir araya geldiği yeni oyunda yine klasik insanı zaaflardan beslenen bir film var karşımızda. Özellikle ilk iki filme dair ayrıntılar ve testere ile ilgili ipuçlarıyla ilgiyi hak ediyor. Ama ya korku öğesi! Korku nedir? Beyaz perdede bizi ne korkutur? Korku sineması klasiklerine bakılmıyor artık. Özellikle teen slasher filmleriyle başlayan süreçte her şeyin açık ve net gösterilişi, son sömürü filmi “Hostel” ile bize verilen canlı cinayet görüntüleri yeni bir anlayışı doğurdu. Daha fazla kan, daha fazla vahşet düsturu ile çoğu zaman gözlerimizi kapayarak izliyoruz. Bu filmdeki beyin ameliyatı “şimdi kafatasını keseceğim” repliği fazla değil mi? Eskiden bu tip anlarda kamera kayardı ve karakterin çığlığını duyardık. Şimdiyse çığlığı bizim atmamız isteniyor. Sonuç olarak kantarın topuzu kaçmış durumda. Daha fazla dehşet görüntüsü ve bol kanlı sahne... Peki bu sahnelerde korkuyormuyuz yoksa gözlerimizi mi kapatıyoruz amaç hangisi? Gerilim Sinemasının büyük ustası Alfred Hitchcock filmleri bugün izlendiği hangi etkiyi yapar acaba. Büyük usta bugünleri görse ne derdi kimbilir. Ama bu da bir gerçek yeni kuşak gerilim korku türü için klasik sayılan eski tarihli filmleri izlediğinde hiç korkmaz. Gore sineması döneminin vahşet filmlerini ise herkes unutmak istiyor. Bir dönemin cinsellik dozu fazla filmlerinin yeniden hortlaması sakıncalı bulunuyor ki o döneme ait en saf film “Texas Chainsaw Massacre” yeniden çevrilerek seriye dönüştürüldü. Gelelim öncü film Testere 3’e… Serinin iyi filmi elbette ki en iyisi değil, ama ikinci filmden daha iyi olduğu kesin. Daha kanlısı çıkmadan izlemeli yoksa korkutmayacak. Bize de “Shining” ve “Rosemary’s Baby”leri özlemek kalacak…. 
Babil
06.06.2007

Babil

Artık auteur olma yolunda emin adımlarla ilerleyen bir yönetmenden 4 ayrı ülkede,3 ayrı kıtada geçen bir epik… Ve bu epiğin arkasında kendi deyimiyle “senaryo değil sinema için roman” yazan Gabriel Arriaga var.Hali hazırda 3 romanı,çeşitli kısa öyküleri olan sinema için yazdığı 4 romanla takip edilen bir yazar olan Arriaga’mı bu filmin auteur’u yoksa İnarritu’mu? Artık bildik bir kesişme var yine...Fasta bir köyde yaşayan 5 kişilik bir aile,Amerikalı 5 kişilik bir aile –ki bebekleri yeni ölmüş artık 4 kişiler- onların çocuk bakıcısı izinsiz çalışan meksikalı kadın,Japonyalı sağır dilsiz kız ile babası… Hikaye akışına baktığımızda japon baba kızın biraz zorlama olduğunu düşünmeden edemiyor insan aslında ama iletişimsizlik üzerine bir filmde sağır-dilsiz karakterin filme kattıkları da ortada. Finalinde baba kızla yapılması, tokyonun yüksek binalarının oluşturduğu doğal fon ikilem yaratıyor,olmasalar daha iyi bir olurmuydu diye. Sonuçta filmin iyi yaptığı şeyler de var. Faslı iki çocuğun tüfekle oynaması sonucu amerikalı kadının vurluşunu göstermemesi yerinde seçim.Olayın sonucuna doğru giderken amerikalı aile dışında kalanların temize çıkmayışı da filmin eleştirisi ve yutkunmayı zorlaştırıyor zaten.Faslıların tüfek peşindeki memurlar tarafından itilip kakılması faslı çocuğun ölümü bir yanda, amerikalı kadına gelen helikopter asansör bir yanda…İşte Amerikalının nerede olursa olsun üstün olduğunu gösteren olgu. Bu filmde en belirgin özellik müziğin çok daha fazla filmin karakteri haline getirilişi olmuş. Özellikle bazı sahnelerde direk başrole oynayan müzik finalde de tüm etkisiyle başrolde. Sonuçta karşımızda 3 Altın Palmiye ödülünü sonuna kadar hak eden bir film var. Ki bunlardan birinin kurgu olduğunu özellikle belirtelim. Kırlaşmış saçlarıyla çok iyi bir Brad Pitt var karşımızda.film boyunca yatan Cate Blanchett da iyi iş çıkarıyor.Aralarındaki kimyanın çok iyi oluşu çocuklarının ölümündeki suçu biri birinin üstüne atan çifti çok güzel yansıtıyor. Filmi herkesin beğendiğini özellikle belirtmeye gerek yok. Beğenmeyenlerin ortak kanısını belirtmek nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu gösterir sanırım.”Pulp fiction” ve “Before the rain” ile çok iyi yapılmış birşeyi üçüncü kez tekrarlıyor oluşu ve japon baba kızın filmin temposunu düşürüp süreyi uzatması en sık karşılaşılan eleştiri. Yinede Inarritu-Arriaga ikilisinin en iyi filmi var karşımızda. Paramparça ve 21 gramdan sonra hala mutlu eden bu ikiliyi izlemeye devam etmeli,yeni başyapıtlar çok uzak değil çünkü…
Koku
06.06.2007

Koku

Hayatımda okuduğum en iyi romanlardan biri olan alman yazar Patrick Suskind\'in çok satar klasiği koku sonunda beyaz perdede.... Bir katilin hayranlık uyandıracak güzellikteki hayat hikayesi diye özetlenebilecek roman okuyan herkeste aynı etkiyi yaratıyor.... Film aynı etkiyi yapacak mı bekleyip göreceğiz. Öncelikle belirtilmesi gereken şey karakterin kitaptaki gibi tanıtılamaması...Bu da çok doğal.bir çok nüansın tek tek verilmesi filmin temposu ve uzunluğu düşünülerek dışarda kalmış haliyle. Yinede kitapta anlatılan fiziki özellikleri tutan bir oyuncu ile bu iş başarılmış. En çok göze batan ise anlamsız burun yakın planları.Jean-baptiste\'in kokuları çok iyi aldığını biliyoruz zaten ama film bu işi biraz abartıyor biraz.Keskin koku alma yeteneği her seferinde hatırlatılmasa da olurdu.Görsel şölen etkisi verecek bir sahne barındırmıyor film.Bunada kalkışmıyor.Zaten böyle olsaydı bir facia ile karşılaşırdık.Fazla macera aramıyor yönetmen direk anlatıyor tüm olayları. Kitabı okumayan birinin kitaptan ne alacağını merak ediyorum biraz ama yanımda izleyenlerin bazı sahnelere inanmaması,keskin koku alma yeteneğinin yinede başarılı anlatılmadığını gösteriyor olsa gerek. Kitabı okuyan herkesin özellikle merak ettiği idam sahnesi ile final başarılı.Yani kitabın fanatiklerini üzmeyecek bir uyarlama karşımızdaki. Bir başyapıt daha beyazperdede darısı "Dalgalar"ın başına...
Pan\'ın Labirenti Yılın En İyi Filmi
31.05.2007

Pan\'ın Labirenti Yılın En İyi Filmi

Sinema yazarlarının geleneksel "yılın en iyi filmi" oylaması 29 Mayıs günü gerçekleştirildi. Haziran 2006- Haziran 2007 tarihleri arasında vizyona giren tüm yabancı filmlerin değerlendirildiği oylamada yılın en iyi 20 filmi seçildi. PAN\'IN LABİRENTİ\'nin yılın en iyi filmi seçildiği listede BİRFİLM tarafından dağıtımı yapılmış toplam 6 film bulunuyor. 42 sinema yazarının oyları ile belirlenen yılın en iyi 20 filmi listesinde PAN’IN LABİRENTİ’NİN dışında, ÖZGÜRLÜK RÜZGÂRI, BÜKREŞ’İN DOĞUSU (İthalat: Mars Prodüksiyon), ESMA’NIN SIRRI (İthalat: İrfan Film), 13 ve ACI TATLI  HAYAT (İthalat: Eflatun Film) gibi BİRFİLM dağıtımı ile seyirciyle buluşmuş 5 film yer alıyor.  PAN\'IN LABİRENTİ 20 Temmuz’da kaçıranlar ve filmi bir kez daha görmek isteyenler için tekrar vizyona girecek.
Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu
28.05.2007

Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu

Nihayet Korsanlar’ın üçüncü filmi ile buluşabildik. İkinci filmde sürpriz bir sonla biten hikaye kaldığı yerden devam ediyor. Son olarak, Sparrow, Davy Jones tarafından tutsak edilmiş, kurtarılması içinse Kaptan Barbossa, güzel büyücümüz tarafından diriltilmişti. Bu kısımda da, ekibimiz toplanıp Sparrow’u kurtarmaya çalışıyor. Aslında kimsenin Sparrow’u düşündüğü yok. Herkes kendi derdine düşmüş. Kendi çıkarları için birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşguller. Bu arada, Turner ile Elizabeth ilişkilerini gözden geçirmektedirler. Derken, Jack kurtarılır ve herkes farklı isteklerini yerine getirme arzusuyla korsanlar toplantısına doğru yola çıkar. İşte işler de bu noktada çığrından çıkar. Karman çorman ortalık karışır. Korsanlar Konseyi denen bir şeyden ilk defa haberimiz olur. Tanrıça Kalipso ortaya çıkar… İlk filmin başarısı üzerine uzatılan ve yeni olay dallarıyla beslenen bu (ikinci ve) üçüncü film, öncelikle o kadar karışık ve iç içe geçmiş bir hikaye örgüsüyle yapılmış ki insan bir süre sonra kayboluyor. Yani şahsen öyle hikayenin ince ayrıntılarıyla uğraşmak yerine keyifli bir macera izlemeye gitmiş olan ben kayboldum. Aslında ikinci filmde çok sorun yoktu, tek özrü filmin sonunun doğrudan üçüncü filmi izlemek zorunda bıraktırmasıydı. Üçüncü filmde ise artık kime ne olmuş nasıl yapmış takip etmeyi bırakıyorsunuz bir süre sonra. E, Karayip Korsanları ilk filmi itibarıyla mizahi yönü ağır basan, hoş bir eğlencelik olarak tasarlanmıştı ve seyirci de doğal olarak bu filmlere bu beklentiyle gidecektir. Oysa üçüncü filmimiz her ne kadar bazı sahnelerde gülmekten kırsa da kendini fazla ciddiye almış gibi duruyor. Bu bir dezavantaj. Bunların yanı sıra, filmin başrol oyuncularında genelde bir komik olma çabası hissediliyor. Evet, bunu Johnny Depp ya da Geoffrey Rush ziyadesiyle iyi yapıyorlar. Ama ya Bloom, ya Keira Knightley? Bir başka nokta da, söylemekten bile korkarak, sanki Johnny Depp’in o takıntılı ve sevimli oyunculuğu dejavu hissi mi vermeye başladı ne? Hayır, sadece kuruntum da olabilir. Ayrıca yapımcıların baskısıyla olsa gerek, filmin bazı yerleri yer yer tatsız oluyor. Mesela, Turner ile Elizabeth’in aşk hikayeleri, -özellikle evlenme teklifinin olduğu sahnede- yapay ve sıkıcı bir hal alıyor. Hiç ciddiye alasınız gelmiyor açıkçası. Sakın film kötü sanmayın, sadece insan beklentilerini çok artırınca hayal kırıklığına uğruyor ki bu filmin suçu değil; olsa olsa aşırı reklam ve pohpohlama yüzünden. Bir kere film hala tempolu bir şekilde devam ediyor. Heyecan, entrika, aşk hepsi var. Denizin ortasında, gemide, durmaksızın o kılıç şıkırtılarını, kavgaları izlemekten hoşlanan biz korsanseverler için bu film de fazlasıyla doyurucu. Özellikle Sparrow ve Jones’in düellosu ilginizi çeker sanırım. Ayrıca görsel efektler çok çok iyi. Hayret ettim doğrusu, o top atışlarını, o koca girdabı nasıl yapmışlar diye. Filmin sonunda ise her şey bitmiyor. Evet, yine ucunu açık bırakıp hala devamı var mesajını vermişler. Film bitip jenerik akmaya başlayınca hemen kalkmayın, jenerikten sonra dördüncü film hakkında minik bir ipucu veren son bir sahne daha var. Bu demektir ki, oyuncular bir sonraki film için ikna edilmiş. Hatta senaryo çoktan hazır. Aslında merak edip endişelenmiyor da değilim. Sanki biraz daha zorlamak pek hayırlı olmaz gibi? Bu kadar kelamdan sonra, aslında Korsanlar, benim için sadece ilk filmden ibaret kalsaydı eşsiz bir deneyim olacaktı. İkinci film geldi, işler karıştı, ticari kaygılar ön plana çıktı. (E, iyi gişeyi görüp sonradan karar verilen devam filmlerinin makus talihi: işi karıştırmak da karıştırmak…) ama o da son derece zevkliydi. Bu son film ise serinin en zayıf halkasının olmasının yanı sıra, ilk filmin o eğlenceli, çerezlik, hoş bir izlenmelik yapısına ihanet etmiş sanki. Ciddileştikçe, bir şeyler kaybediyor maalesef. Tabi bu kadar eleştirinin asıl sebebi, beklentilerimin tavan yapmasıdır muhtemelen. Hatta abartmış bile olabilirim! Yoksa hala -uzun süresine rağmen- sonuna kadar izlenebilen (iyimserim ya), yüksek temposunu korumuş, akıcı, şaşırtıcı bir film olmuş. Ne diyeyim. Oldukça sağlam bir üçleme çıktı ortaya. Sinemayla kalın efendim…