Çoğunluk Bir Ödül Daha Kazandı
31.01.2011

Çoğunluk Bir Ödül Daha Kazandı

Yönetmenliğini Seren Yüce’nin yaptığı Çoğunluk 21-30 Ocak tarihleri arasında Fransa’da gerçekleşen 23. Premiers Plans - Angers Avrupa İlk Filmler Festivali’nden ödülle döndü. Yeni Sinemacılar’ın son filmi olan Çoğunluk, 9 filmin yarıştığı bölümde En İyi Film’e verilen Büyük Jüri Ödülü’nü Rus yönetmen Andrey Stempkovsky’in Reverse Motion (Obratnoe Dvizhenie) filmiyle paylaştı. Bu ödülü daha önce Zeki Demirkubuz 1998 yılında Masumiyet filmiyle kazanmıştı. Çoğunluk ayrıca 26 Ocak’ta başlayan ve 6 Şubat’a kadar devam edecek olan 40. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nde Bright Future bölümü kapsamında gösteriliyor.
Hayatın İçinden Bir Film
28.01.2011

Hayatın İçinden Bir Film

Erkekler, kadınlardan daha duygusal. Biz evlendiğimizde tek bir kadına bağımlı oluyoruz. Bir kadınla tanışıyoruz ve \"Bu kadınla evlenmezsem aptalım.\" diyoruz. Kadınlar ise en iyi ihtimali seçiyorlar, evlenirken iyi bir işi var mı diye bakıyorlar. Hayatları boyunca beyaz atlı prensi arıyorlar, sonra en iyi ihtimali belirleyip evleniyorlar. Filmin giriş bölümünde bu sözler dökülüyor Dean\'ın ağzından ve hemen akabinde onun hikayesini izlemeye başlıyoruz. Söyledikleri ne kadar doğru ne kadar yanlış bunun tam bir cevabı yoktur. Zira kadın erkek ilişkilerinde tek bir cevap yoktur. Aşk bir sonuçtur ve değişken insan doğasında o sonuç da her zaman değişebilir veya kendisini yanlış gösterebilir.
Sadece Dövüş Filmi Değil!
26.01.2011

Sadece Dövüş Filmi Değil!

Boks filmi denince aklan gelen ilk filmdir belki de Rocky. Stallone’nin epik intikam serisi bitmek bilmez, biz de sıkılmadan izleriz. Ancak Rocky dışında da boksörler geldi geçti sinemadan. Cinderella Man, Million Dollar Baby gibi bol ödüllü filmler de vardı aralarında. Bu sefer bambaşka bir boks filmi var karşımızda. Ama sadece efsanevi boks performansları yok bu filmde. Bir aile ve amerikan dramı da var. Üstelik gerçek bir olaya dayanıyor. Dünya şampiyonluğunu kazanmış Mickey Ward’ın hikayesi bu. The Fighter, sadece bir boks filmi değil bir “hayatını geri kazanma filmi” aynı zamanda.The Fighter ilk açıklandığında yönetmen koltuğunda Darren Aronofsky, oyuncu koltuğunda da Brad Pitt vardı. Ardından Mark Wahlberg devreye girdi ve başrolü kaptı. Hemen ardından da Brad Pitt ayrılıp Christian Bale role yerleşince bu kadar plansızlık üzerine ünlü yönetmen Darren Aronofsky projeden ayrıldı ve yerine David O. Russel geçti. Mark Wahlberg ile üçüncü defa çalışma şansına erişen yönetmen, yakından tanıdığı oyuncusuna biçilmiş kaftan bir rol vermişti. Three King filminde de sakin ve yönetilen bir karakteri canlandıran Wahlberg, The Fighter’da da aynı durumda. Bu rol için başka kim uygun olabilirdi ki? Sert, ciddi, biraz da mahzun ama çokça boyun eğen bir karakter var çünkü karşımızda. Boston’lı bir oyuncu olan ve bol bol Boston Celtics maçlarında ön sırada gördüğümüz Wahlberg kendi eyaletinin Lowell kentinden çıkıp şehrin gururu olmayı başarmış Mickey Ward’ı canlandırıyor. 2 elin parmakları kadar çok olan kızkardeşleri, kendisi gibi boksör olan ve bildiği her şeyi ona öğreten ağabeyi, menajeri olan annesi ile birlikte büyük bir aile ortamında yaşayan Mickey her daim ağabeyinin gölgesinde kalmış bir yarı-profesyonel boksördür. Kaldırım düzenleyicisi olarak gündüzleri para kazanırken işten arta kalan zamanında da ağabeyi ile birlikte boks antremanları yapmaktadır. Ancak ağabeyi ve annesi onun gerçek değerini pek bilememektedirler. Varsa yoksa Lowell kentinin gururu olan ağabey Dicky Eklund’dur. Dicky de bu ilgi sebebiyle bokstan uzaklaşmakta ve amerikan rüyasının getirdiği olanakları tersine kullanarak kendini iyice mahvetmektedir. Ağabey kardeş arasındaki çekişmelere de tam bu sırada geliyoruz zaten. Mickey’nin kendini bulma, ifade edebilme çabaları işte bu anda ortaya çıkıyor ve işinde iyi olan birinin doğru adımlar ile yükselişine tanıklık etmeye başlıyoruz. The Fighter, bu yönüyle amerikanın gerçek yüzünü de bir aile özelinde ortaya koyuyor. Eğitimsiz, cahil, hayat görüşü belki de sadece tek bir ev için geçerli olan kişilerin farklı olanları yermeleri, kötülemeleri filme hakim olmaya başlıyor. Boks ikinci plana itiliyor ve yüzünüze gerçekler çarpılıyor belki de. Sevginin anlayışı yokettiği ve salt korkunun ortaya çıktığı anlar var bolca filmde. Boks ise hayatını kurtarmak anlamına geliyor sadece. Bu yönüyle belki de biraz The Wrestler’a benzetilebilir (ama sadece bu yönüyle).Mark Wahlberg’in yanısıra The Fighter’da Christian Bale’ı da izliyoruz. Serseri ve vurdumduymaz ağabey Dicky Eklund karakterini canlandıran başarılı oyuncu her filminde bir kez daha bizlere her role girebileceğini kanıtlıyor. Equilibrium sonrası performans adaptasyonları için defalarca kilo alıp veren oyuncu bu yüzden sağlığını kaybedebilir ancak ona her defasında hiçbir şey olmuyor. The Machinist’te bir deri bir kemik tanımına tam olarak uyan Christian bir sonraki filmi Batman Begins için ciddi biçimde vücut geliştirme çalışmış ve oldukça yapılı fiziğinin üstüne bolca da kas eklemişti. Hemen ardından yine Rescue Dawn ile kilo verip Dark Knight ile eskisinden çok daha yapılı bir şekilde karşımıza çıkmıştı. Şimdi ise yine bir deri bir kemik, tıknaz bir boksörü canlandırıyor. Gerçek bir karakteri başarıyla canlandırabilmiş mi bunu anlamak hayali bir karakter performansından daha kolay olur. Bunu da filmin sonundaki gerçek görüntülerden anlayabiliyoruz bu film özelinde. Ve Christian Bale yine müthiş bir oyunculuk sergilemiş, gerçek Dicky Eklund’dan neredeyse hiç farkı yok. Pek şaşılacak bir şey değil elbette. The Fighter, boks filmi gibi gözükse de bir aile dramını, bir hayatta kalma savaşını anlatıyor bizlere. Ve bunu anlatırken gereksiz ajitasyonlara, gereksiz duygusal ve gergin sahnelere hiç yer vermiyor. Bu sayede de kurmacaya pek mahal kalmıyor. Tabii bir de filmin belgeselimsi havası var ki bu da gerçekliği arttırıcı etmenlerden biri. Bol grenli renk boyaması ve soluk renkleri ile belgesel tadında bir hayatta kalma savaşı izlemek istiyorsanız savaşçıyı izlemelisiniz.
Let Me In
26.01.2011

Let Me In

2008 yılında İsveç’te gösterime girip 2009 yılında 60 farklı ödülü çeşitli festivallerden alarak Hollywood’un dikkatini çekmiş bir İsveç filmi çıkmıştı ortaya. Let The Right One In veya Gir Kanıma isimli filmin fikri oldukça ilginçti; zira filme konusunu veren kitap ve haliyle film de vampirler ile ilgiliydi. Ve İsveç’te bir vampir filmi düşüncesi de gayet mantıklıydı. Yılın büyük kısmı karanlığa gömülü bir ülkede neden vampir olmasın ki? 2010 yılına geldiğimizde ise Ocak ayında film ülkemizde sadece 4 kopya ile gösterime girdi ancak ilk çıktığı anda Hollywood’u etkilemeyi başarmıştı bile. Film ile ilgili anlaşmalar imzalandı ve bir Hollywood yeniden yapımı için yapımcıların önünde pek bir engel kalmadı. Ve yeni filmin adı Let Me In oldu.2008 yılında Cloverfield’ı J.J.Abrams’ın yapımcılığında çeken Matt Reeves’in yönetmenlik koltuğunda oturduğu bu yeniden çekim filmi, kopya konusu ile özgün senaryo bulmakta sıkıntı çeken Hollywood’a gelen ilaçlardan sadece biri. Başrolünde çocuk oyuncular Kodi-Smit McPhee ve Chloe Moretz var. 1996 doğumlu Kodi, ilk olarak dikkatleri Viggo Mortensen ile birlikte rol aldığı post-apokaliptik yol macerası The Road’da çekmişti. Film boyunca onu ve onun ruh halini anlamamız gerektiği için kendisi The Road’daki rolünü başarıyla kotarmıştı. Ancak bu filmde ise çok başarılı bir performans ortaya koyamıyor. Böyle genç oyuncuların başarıları çok önemsenir elbette ancak başarısızlıkları çok fazla dile getirilmez haklı olarak. Ancak Chloe Moretz ile ilgili bir şeyler söylemek gerekiyor. Zira kendisi son zamanlarda oldukça fazla gözüküyor beyaz perdede. Ve her zaman rolünün altından kalkmayı başarıyor. Geleceği parlak gözüken oyunculardan birisi Chloe.Bir vampirin arkadaşlık hikayesinin anlatıldığı bu filmde atmosferin oldukça gergin olduğunu belirtmek gerekiyor. Okuldaki sinir bozucu çocuk klişesi yanında birçok vampir klişesini de haklı olarak içinde barındıran Let Me In, oyunculara, farklı çekim tekniklerine, daha fazla imkana rağmen orijinal filmin kalitesini yakalayamıyor. Filmin temposunun çok ağır geçtiğini de notlara ekleyip klasik bol aksiyonlu bir vampir filmi beklentinizi sıfırlamanız önemle belirtilmeli. Korku filmlerindeki en korkutucu unsurun küçük kız olduğu klişesini de ele alan ancak bunu orijinal filmin aksine eline yüzüne bulaştıran Let Me In yine de farklı Hollywood filmleri arayanları tatmin edebilir. Çocuk oyuncu performansları da izlenmeyecek düzeyde olmadığı için (The Tree’deki vasat diyaloglara ve vasat performanslara selam) izlenebilir.
2011 Art By Chance Ultra Short Film Festival
26.01.2011

2011 Art By Chance Ultra Short Film Festival

Dünya senin kısa filmini bekliyorŞehir hayatında insanları sanatla buluşturmayı hedefleyen “ART BY CHANCE” Ultra Kısa Film Festivali Mayıs 2011’de 3.kez insanlarla buluşacak. 20 ülkede 200’ü aşkın şehirde yüz milyonlara ulaşmayı hedefleyen Ultra Kısa Film Festivali’ne, başvurular Ocak 2011 itibariyle turkey.artbychance.org sitesi üzerinden başladı. Dünyanın birçok ülkesinden sanatçıların ürettiği 30 saniyelik filmlerden yapılacak seçki, Mayıs ayı boyunca dünyadaki halka açık alanlarda bulunan yaklaşık 20.000 adet dijital ekranda gösterime girecek.
Bir Avuç Deniz
25.01.2011

Bir Avuç Deniz

Televizyon dizilerinde, sinemada ve tiyatroda birbirinden farklı karakterleri başarıyla canlandıran Tuğrul Tülek, yönetmenliğini Leyla Yılmaz’ın yaptığı, ‘Bir Avuç Deniz’ filminde, komik, eğlenmeyi seven ama iş dünyasının kurallarını da çok iyi bilen bir işadamını oynuyor. Rodos, Göcek ve İstanbul’da gerçekleşen filmin çekimlerinin keyifli geçtiğini belirten Tülek, oyuncuların genç ve kafa yapılarının birbirlerine çok yakın olmasının hem sette hem de setin dışında birlikte vakit geçirmekten hoşlanan bir ekibin oluşmasını sağladığını sözlerine ekliyor.