Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (Se-Yap) Kuruldu
03.09.2007

Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (Se-Yap) Kuruldu

Ülkemizde sinema eseri yapımcılarının ortak çıkar ve hedefler doğrultusunda örgütlenmelerini sağlamak; mevcut sorunların giderilmesine ve yapımcılara yeni olanaklar yaratılmasına çalışarak, film yapım ve yapımcılığının gelişmesine katkıda bulunmak; yapımcılık mesleğinin kamuoyu nezdinde saygınlığını arttırmak; uluslararası yapımcı ve yapım evleri ile kurumsal ilişkiler kurarak ülkemizde sinema sektörünün ve film yapımcılığının gelişmesine katkıda bulunmak amacı ile oluşturulan Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (SE-YAP) kuruluşunu tamamlayarak sinema sektörüne ilişkin meslek birlikleri arasındaki yerini almış bulunmaktadır.Yönetim Kurulu; Türk filmlerinin yeniden vizyon ve ilgi görmesini sağlayan İstanbul Kanatlarımın Altında adlı filmin yapımcısı Nida Karabol Akdeniz öncülüğünde kurulan SE-YAP’ta, yurtiçi ve yurt dışı ödüllü bir çok filmin (Hiçbiryerde, İklimler…) yapımcısı Zeynep Özbatur ile son olarak Nazım Hikmet’in hayatının bir kesitini beyazperdeye Mavi Gözlü Dev adlı filmle aktaran yapımcı-yönetmen Biket İlhan gibi yapımcılar yönetim kurulu üyesi olarak yeralmaktadır.Görevler; Ulusal sinema sektörümüzün kendine yeterli bir sektöre dönüşmesini sağlama yolunda, film yapımcılarının mesleki ilke ve amaçlar doğrultusunda bir araya gelerek güç birliği ve öncülük yapmalarına önemli bir katkı oluşturacak; bu hedefe yürürken üyelerimizin yapımlarının kullanımından kaynaklanan ücretlerin ve tazminatların tahsilini sağlamak başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar nezdinde haklarını korumak, izlemek; bunun için idari ve yargı yollarına başvurmak SE-YAP ‘ın başlıca görevi olacaktır. Türk yapımlarının yurt içi ve yurt dışında özellikle yasadışı yollarla yapılan yayınlarının takipçisi olacak ve yapımcıların maddi ve manevi haklarını koruyacaktır.Yapım Destek Linkleri; Se-Yap yapımcıların Kültür Bakanlığı, Eurimages, World Cinema Fund gibi dünya çapında destek alabilecekleri fonlarla ilişki kurmalarında bilgi akışı sağlıyor.. Ayrıntıları www.se-yap.org.tr sitesinde bulabilirsiniz.Korsan İle Mücadele; Film yapımlarını yasa dışı yollarla üreten, çoğaltan, izinsiz biçimde yurda getiren, dağıtan ve pazarlayan kişi ve kuruluşlara karşı yasal önlemlerin alınması için çalışmak ve mücadele etmek de SE-YAP’ın başlıca uğraşlarından biri olacaktır. Korsan’a karşı yapılan ilk mücadelede Kültür Bakanlığı işbirliği ile baskınlar sonucu dolan, yetersiz kalan depolara yeni depolar eklenmesi ve yine baskınlarda kullanılan araçların arttırılması, yeni araçların temin edilmesi sağlanmıştır.Tanıtımlar;
Devamı Gelsin mi?
03.09.2007

Devamı Gelsin mi?

İlk Otel filmi; tarzı, türü gereği, cesareti gereği ortanın üstünde görmüştüm. Beğendiğimiz, takdir ettiğimiz bir ülkeyi kötü lanse etme olasılığının yüksekliğine rağmen... Tatile giden bir grup avrupa kaşifi öğrencinin kendilerini bir binanın bodrum katında av olarak bulmalarını anlatan, fragmanlarda true story diye lanse edilen ilk filmi Eli Roth amca Tarantino ustasının desteğini de alıp çekmişti ve 4,8 milyon dolara mal olan film sadece ülkesinde 47,3 milyon dolar kazanç getirmişti. Genel olarak teen slashercı kitlenin beğenisini alan bir film olarak yer etmişti hafızalarda... İlk filmin kaldığı yerden devam eden ve öylece gitmeye çabalayan bir film "hostel: part II". İlk filmin kaldığı yerden açılarak başlıyor ve ilk filmde bıraktığı paxton\'un (jay hernandez) sonunu bize gösterip yeni karakterlerini bizlere sunuyor. Bu kez, merkezinde 3 adet üniversite öğrencisi kız var. Yaz için ülkeleri dışına çalışmaya ve gezmeye çıkan kızlarımız, trende tanıştıkları birinin kendilerine tavsiyesi üzerine slovakya\'daki bir spa merkezine gitmeye karar veriyorlar. Yine bol bol kan, bol bol vahşet ve arada bir de gerilim dolu sahneler izleyeceğiz yine diye yerlerimize kuruluyoruz. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi, ilk bölümün tamamını içine alan ve ikinci bölümün yarısına kadar "yan öğeler"in hakimliğinde ilerleyen bir film izliyorduk.İçimzden şöyle geçiriyorduk ”birazdan başlar vahşet sahneleri, biraz da geriliriz ve sonrasında film biter”. Sonuçta Eli Roth\'u tanıyorduk ve filmin başındaki Quentin Tarantino imzasının ne demek olduğunu gayet iyi biliyorduk. İşte, öylece bekliyor iken, film bitti. Ne doğru dürüst gerilebildik, ne ilk filmin getirdiklerinden farklı bir şey izledik, ne de bir kurgu görebildik. Hiçbir şey yoktu ortada. Her şey havada asılı gibiydi. Oyunculuklar... Tamamı bir felaketti. Bir tane doğru dürüst rol yapan oyuncu vardı. O da Heather Matarozzo idi. O kadar. Diğerlerinin, ne doğru düzgün tepkileri vardı, ne de oynadıkları karakterler üzerlerine oturmuştu. Koskoca bir "hiç" vardı elimizde. Bunların tamamı da olmayan senaryonun sebebiydi. Film boyunca, ne bir "gitme!", "arkanda!", "yanında!", "dönme!" veya "yapma!" diyebiliyorsunuz.Ne de şüpheye kapılıyorsunuz.Son derece net ve bir sonraki sahnenin tahmin edilebildiği, son derece yavan bir senaryoya sahip "hostel: part 2".Kötü senaryosunu çok çok kötü müzikler ile birleştiriyor ve ortaya rezalet ötesi bir yapım çıkıyor.Örneğin, filmin en heyecanlı yerinde opera soslu parçalar çalıyor ve filmdeki, zaten olmayan heyecanı, bir daha getirmemek üzre götürüyor.  Siz de öylece bakıyorsunuz karşıya, boş boş 1. filmde görülen şeylerin dışında bir üst kümenin çizgisini gösterdi film. Neydi bunlar? İlk filmde genel olarak kurban olarak girdiğimiz bu sektöre, artık işkencecilerin gözüyle baktık. Organizatörlerin dünyasına daldık hep beraber ve oldukça geniş olan mafyatik bir sistemleri olduğunu gördük. Sistemin özünde "para" ve "hastalıklı insan psikolojisi"nin varlığını hazmettik. Zaten bu insan psikolojisi durumu da filmi felsefik-sosyolojik açıdan da tartmanıza neden oluyordu ister istemez. ”Bir insana işkence yapılabilir mi... Kurban olsam ne yapardım, işkenceci olsam ne yapardım... İnsanın maneviyatını yok sayıp sırf fiziksel bir madde olarak ona bir et parçası olarak davranılabilinir mi..." gibi düşüncelere de daldık. Daha en başındaki "katledilen insanların eşyalarını yakma, değerli eşyalarını toplama" arka fonlu jenerik sahnesinde bile "tatile giden, okumaya giden adam şu an bir ceset ve kimsenin haberi yok, tüm birikimi de, onu o yapan özel eşyaları da yok edilmek üzere" diye düşünceli olarak baktık perdeye... Sadece baktık.
Sevginin Gücü
03.09.2007

Sevginin Gücü

1995 yapımı Luc Besson filmi:Léon the Professional ülkemizde; Sevginin Gücü adıyla görücüye çıkmıştı. Hikayesi, oyunculukları, görselliği, müzikleri ile kısacası sinema ile aklınıza ne gelirse gelsin hepsinde bir yenilik bir farklılık ile karşımızdaydı Léon. Filmin müziklerini Luc Besson\'un sag kolu fransız Eric Serra yapmıştır. Her biri de (benim icin) birbirinden güzel parçalardir. Toplamda 23 track\'ten olusmaktadir... Ayrıca orijinal soundtrack\'inde Sting\'in ve Bjork \'un parcalari mevcut degildir... Filmin post-production kisminda Luc Besson\'un istegi uzerine yerlestirilmistir. Léon ve The Professional\'ın dışında filmin diğer bir adi da The Cleaner\'dır... Filmde ekranın birden ışıması olgusu en can yakıcı sahnelerin ambiyansına büyük katkıda bulunmuştu. Mathilda tam kapının önünde Stansfield’in adamlarınca vurulacakken Léon’un kapıyı açtığında Mathilda’nın yüzünün çarpan ışıkla beyazlaşması, Léon’un vurulduğu anda ekranın ışıyarak dünyayı Léon’un gözlerinden görmemiz mesela. Son sekansta mathilda finali kapatmadan Sting’in Shape of My Heart’ının introsu arkadan ekstra gitarlarla ve akustikle inceden değdirilmektedir, can yakar. En duygusuz insanın bile tüylerini diken diken eder. Açıkçası bu film ile ilgili bir şeyler söylemek isterken, nereden başlayacağımı bilemiyorum: Öncelikle, o zamanlar 13 yaşında bir yavrucak, şimdilerde ise Hollywood’un tescilli güzellerinden olan Natalie Portman\'a çevirmek gerek sahnenin ışıklarını: o nasıl bir oyunculuktur? 13 yaşındasın sen yahu! Biliyorsun değil mi? O kimi zaman sert, kimi zaman duygulu, kimi zaman psikopatça, kimi zaman hırs yüklü, kimi zaman neşe dolu, kimi zaman bildiğimiz çocukça, kimi zaman da yetişkince bir hale bürünen surat yok mu, tıpkı sizin gibi bende gözlerime inanmakta güçlük çektim çoğu kez. (mathilda\'nın filmin tamamı boyunca kimseyi öldürmediği ve masumluğunun korunduğu gerçeği gözlerden kaçmamıştır.) Peki ya Jean Reno? Kesinlikle aşmış; Léon\'u oynamamış, adeta yaşamış; Léon olmuş kendisi. o yürüyüş, önüne geçilemez temizlenme dürtüsü, süte olan düşkünlük, ilk kez böylesi yaşamayı birine yakıştırdım; anormal olmanın aslında ne kadar "normal" olduğunu anladım. "iş"ini yaparken ne kadar soğukkanlıydın Léon! Mathilda\'yı kurtarmaya gittiğinde, sanki onu okuldan almaya gidiyor gibiydin: "10 dakikaya kadar geliyorum!". Sinema tarihinde görüp görebileceğimiz en karizmatik psikopatlardan birine ne demeli? Evet, Gary Oldman. İlacını yutarken çıkarttığı sesleri ve yaptığı hareketleri hala unutamıyorum. Tüm bunlar 90\'larda çocuk olan herkesin çocukluğunu etkilemiştir; Mathilda’nın olgunluğunu ve acısını hisseden her çocuk filmden sonra gece yatarken büyümüştür artık. En azından bir çiçek alma ihtiyacı hissetmiştir Léon la. Tabi her başarılı film gibi Léon da nasibini almıştı karabasan misali eleştirilerden. Sübyancılığı hoş bir şeymiş gibi gösteriyor dediler. Léon ve Mathilda arasında yaşanmamsı gereken bir aşk var dediler… Evet, haklıydılar aşk konusunda ama yanlış yorumlamışlardı kanımca… Léon ve Mathilda arasında ki aşk çok başka idi… Bir annenin bir babanın evladına duyduğu sevgi niteliğindeydi burada karşımızda duran sevgi…Sevgi nedir, neye benzer, bir kalıba sokar mısınız acaba şeklindeki soruları aparkatla nakavt eden anlatımıyla bir başyapıttır Léon. 99 yılının ağustos ayıydı. TGRT filmin anonsunu yaptı. Pazartesi sinemasında Léon oynayacaktı. Sevinmiştim. 16 ağustos günüydü... O gün TV karşısında zaman geçmiyordu... İlk dakikadan itibaren büyülenmiştim... Léon, Mathilda, Stansfield ve hikâye beni büyülemişti... Filmin sonunda ağladığımı hatırlıyorum. O gece çok sıcaktı; uyuyamamıştım. Filmi düşünüyordum. Saat 03:00\'ı geçmişti ki yatağım sallandı. Deprem olmuştu. İzmir için sıradan bir sarsıntıydı bu. Uyuyamadım sonra. 17 ağustos salı sabahı olduğunda ise televizyonlarda gördüğüm manzara korkunçtu. İzmir merkezli sandığım deprem Marmara bölgesini ve bir ülkenin geleceğini yıkmıştı, büyük bir travma. Sadece fay değil bilincimiz kırılmıştı.
Sinemasever Ankaralılar için AFM CEPA Açıldı
27.08.2007

Sinemasever Ankaralılar için AFM CEPA Açıldı

AFM, Ankara CEPA Alışveriş Merkezi’nde yeni kompleksini hizmete açtı. 10 salon ve 1889 koltuklu AFM CEPA Ankaralılar’a muhteşem sinema keyfi yaşatacak. Türkiye’nin halka açık tek eğlence firması ve sektör lideri olan AFM, 24 Ağustos’ta AFM CEPA Ankara Sinemaları’nın açılışını gerçekleştirdi. Açılışla ilgili değerlendirmede bulunan AFM Sinemaları Yönetim Kurulu Başkanı A. Adnan Akdemir: “Son 10 yıldır sektör lideri olan AFM Sinemaları, bu başarıyı, pazarı büyütmeye yönelik girişimci stratejilerine borçludur. 10 Ağustos’ta faaliyete soktuğumuz 7 salonlu AFM Samsun ve 12 Eylül’de hizmete açacağımız 12 salonlu AFM İstinye Park Sinemaları ile toplam salon sayımızı 179’a çıkarmış olacağız. Ankara ülke genelindeki en yüksek sinemaya gitme frekansına sahip ilimiz. Biz de AFM olarak Ankaralı sinemaseverlere, başkentimize 10 salonlu dev bir kompleks kazandırarak teşekkür etmiş oluyoruz” dedi. AFM CEPA en çok izleyici ağırlayacak lokasyonlar arasında olacak AFM CEPA Ankara Sineması, Ankara’nın son açılan dev alışveriş merkezi CEPA’da 10 salon ve 1889 koltuk ile hizmet veriyor. Autoban tarafından dizayn edilen AFM CEPA Sinemaları, şık fuayesi ve son teknoloji ürünlerle donatılmış salonları ile göz dolduruyor. AFM CEPA’da, dünya sinema sektöründe kabul görmüş en kaliteli ve etkili ses ve görüntü standardı olan THX® sistemi bulunuyor. Ünlü sinema ustası George Lucas’ın geliştirdiği, görüntü ve ses kalitesini garanti altına alan bu teknoloji sayesinde izleyiciler filmi yönetmenin tasarladığı şekliyle deneyimleyebiliyor. THX donanımlı salonlar Türkiye’de sadece AFM’de bulunuyor. AFM CEPA, AFM sinemaları içinde en çok izleyici ağırlayan sinema konumundaki AFM ANKAmall’dan sonra Ankara’daki ikinci AFM kompleksi. Ankara’nın Türkiye genelindeki en yüksek sinemaya gitme frekansına sahip il olmasının da etkisiyle, AFM CEPA’nın, en çok izleyici ağırlayan AFM lokasyonları içinde üst sıralarda yer alması bekleniyor. Ankara’nın en prestijli bölgelerinden birinde inşa edilen ve tüm Ankaralılar’ın ihtiyacını karşılayacak kalite ve modernlikte olan CEPA Alışveriş Merkezi, konumu itibariyle çok kolay ulaşım imkanı sunuyor. ODTÜ ve Bilkent kavşakları arasında yer alan alışveriş merkezine özel araçlarla rahatlıkla ulaşılabileceği gibi civar bölgelerden toplu taşıma araçlarıyla maksimum 10 dakikada gelinebiliyor.
Otel 2 R(ot)h (a) Emanet
27.08.2007

Otel 2 R(ot)h (a) Emanet

    Otel 1 filmi ilk çıktığında insanların içindeki o gizli sadizm duygusuna karşılık verdiği için sevildi. Bu sevgiyi de göz önünde bulundurarak Otel 2 yi çekmeyi planlayan ekip zor bir işin altına girdiklerini de biliyordu elbette. Filmin senaristi ve aynı zamanda yönetmeni, seyircilerin Cabin Fever (Dehşetin Gözleri) daki olağanüstü psikopat sahnelerden tanıdığı Eli Roth, Otel 2 filmi için kendine en büyük desteği şüphesiz ki çılgın yönetmen Quentin Tarantino dan aldı. Tarantino, yapımcılığını da üstlendiği bu filmi ve Eli Roth\'u daha da yükseklere taşıma gayreti içerisinde; diğer ifadeyle demirbaşına sınıf atlatma uğraşısı içindeydi. Film, Otel 1 in kaldığı yerden devam ediyordu. Fakat Otel 1 ile Otel 2 deki kişilerin ve bağların çabuk kopartıldığını da gözardı etmeyelim.     Oyuncuları ufak bir değerlendirmeye tabi tutacak olursak, koskoca filmde tek artı özelliğin oyunculara ait olduğunu göreceğiz. Özellikle Lauren German ve Roger Bart\'ın performansları gerilimi bir kat daha arttırmaya yönelik, fevkalade. Kötü kız rolünde oynayan Vera Jordanova ise bu rolün altından büyük bir başarıyla kalkıyor. Ama ne yazık ki Otel 2 yi kurtarmaya bu oyunculuklar yetmiyor.    Filmi değerlendirmeye başlıyorum efendim şimdi: "Film, ilk dakikadan itibaren felaket bir marjinalleşme çığlıklarıyla dolu. Fakat bu marjinallik ilk görünüşte kendini hiç ortaya çıkarmayan ve ortaya çıkarmaya da niyetli olmyan türden. Filmin ikinci yarısına yaklaşırken ise marjinalleşmeye, marjinal kelimesine ve Otel 2 filmine lanet edeceğinizin garantisini verebilirim.    Senaryo oldukça basit, sıradan ve basitçe kurgulanmış. Roth\'un malzeme sıkıntısı çektiği çok ama çok belli oluyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden seçkin insanlar birbirlerine temayüz etme gayreti içerisinde sanal müzayedede sakince boğuşuyorlar. Sonra da galip gelen kişi(ler) insan kesme gibi tadı sonsuz bir eğlence uğruna vahşet dünyasının kapılarını aralıyor. Ne eğlence ama değil mi? Ayrıca laf arası söylemekte yarar var Slovakya turizminin bu filmden sonra düşüşe uğrayacağını da düşünüyorum. Böyle bir filmde adlarının geçmesiyle artacağını düşünüyorlarsa yanılıyorlar.    Dikkat çeken birkaç husus var, belirtmek istiyorum. Mesela kızlar otele girdiklerinde birkaç kişi televizyon başında oturmuş Quentin Tarantino nun Pulp Fiction (Ucuz Roman) filmini seyrediyor. Usta, reklamını yapmayı da ihmal etmemiş anlayacağınız. "Rezervuar Köpekleri"nde kulak kesiliyordu. Amerika yapımı "Lolipop" filminde erkeklik organı kesiliyordu. Lolipoptaki sahnenin benzeriyle burada da karşılaşıyoruz. Çıkar savaşlarında kurban olan bir penis sözkonusu. Hafif mideniz bulanıyor fakat bu mide bulandırıcılığa, şükür ki, Roth ve ekibi fazla süre ayırmamış .    Şahsi kanaatime göre Quentin Tarantino Otel 2 filmine yapımcı olduğu için kendinden utanmalı, utanmalı ve sadece utanmalıdır. Elbette anlıyorum, Tarantinonun tarzı vahşettir, abartıdır ama Otel 2 filmi bir saçmalıktır ve bana göre Tarantinonun tarzı saçmalık değildir. Usta, en azından Eli Roth\'un kulağını çekmeliydi, yanlış yola sapan demirbaşını bu yoldan döndürmeliydi.    Belirtmek istediğim bir diğer hususta film içindeki özellikle "Fu.k"lı kelimelerin hayli fazla olması. Bir  dakikadan sonra bu durum rahatsız etmeye başlıyor seyirciyi. Gerilime endeksli olarak düşüş ya da artışlar gözden kaçmıyor ayrıca. Durum o kadar bozuluyor ki "Ona fu.k" "Buna fu.k" "Şuna fu.k" gibi bir abartı malzemesi doğuyor meydanda. "Hussy" (Kalt.k) kelimesinin de işlevi bayağı büyük filmde. Zira bu kelime bir erkeğin en önemli uzuvlarından birinin kopmasına sebep oluyor.    Yukarıda belirttiğim hususlar Otel 2 nin negatif özellikleriydi. Objektif kritik yazma namına birkaç satırda filmin pozitif özelliklerinden bahsetmek, sizi pozitronlarla donatmak isterdim. Fakat bu isteğim mazur göreceğiniz gibi başlamadan bitti. Yani lafın kısası; film içinde göreceğiniz en insancıl ve güzel şey; film bittikten sonra akan isimler olacak.    Yani sözüm odur ki: Hotel 2, son dönem korku filmlerinin minyatürü konumundadır. Bu minyatür ne yazık ki seyirciyi hiç ama hiç tatmin etmemiştir. Yani korku sinemasında özellikle seri korku filmlerinde yaşanan korkutamama diğer ifadeyle korku kıtlığı, diğer ifadeyle senaryo malzemesi bulma sorunu aşırı açık bir şekilde gözler önünde belirmektedir. Film; insani duygularınızı almak üzerine endekslidir sanki. Fakat bunu bile başaramayacak kadar kötü bir akıbete maruz kalmıştır. Ayrıca bazı sahneleri sansürlendiği halde psikopat sıfatından birşeyler kaybetmemiştir. Bu kadar sadistçe kurgulanmış başka yapıtlarda var ama Otel 2 hem sadist, hem gereksiz, hem absürt, hem de marjinal. Ednalardan da edna sıfatlara layık velhasılı. Ama siz yine de bu filmi izleyin. Kötü örnekleri izlediğinizde, iyileri fark etmeniz daha kolay olacaktır zira. Benden söylemesi ...           **hayalci\'ye**
Sıra Kimde?
27.08.2007

Sıra Kimde?

1993 senesinde bir derginin hikâyeler sayfasında şu yazıyla karşılaşmıştım; Arkadaşlarıyla uçak yolculuğu yapacak olan bir genç ailesinin yoğun baskıları ve itirazları sonucu gidememiş, üzüntüden odasına kapanıp uyumuştu. Gecenin ilerleyen saatlerinde havalanan uçak kısa bir süre sonra düşmüştü. Ailesi bu haberi televizyondan öğrendiğinde şok geçirmiş ve bu iyimi kötümü olduğu belli olmayan haberi çocuklarına vermek için odasına girip uyandırmaya çalışmıştı fakat kendisinin de uykusunda can verdiğini görmüşlerdi… Bu hikâyeyi okuduğumda etkilendiğim kadar nasıl bir duygu olduğunu çözmeye bile cesaret edemediğim konuyu orada kapatmıştım, ta ki Son Durak isimli filmi izleyene kadar… 2000 yılında New Line Cinema tarafından yapımı gerçekleştirilen Final Destination (Son Durak) isimli film oyuncu kadrosunda hiçbir ünlü barındırmıyordu ve yönetmenin henüz ilk deneyimiydi. Bu önyargı oluşturmaya müsait tabloya rağmen film tam bir ipucu ve teori hazinesiydi ve bu hazinenin keşfedilmesi için 98 dakika verilmesi yeterliydi. Film, kendisine verilen süreyi boşa harcamaya niyetli olmadığını filmde rol alan ve yapımında rol üstlenen kişi isimlerinin ekrana yansıtıldığı ilk saniyelerde bir uçak yolculuğu olacağına dair ipuçları vererek başlamıştı. Fakat filme geçişte başrol karakterini (Alex) uykusundan uyandıran rüzgârın filmdeki asıl başrol oyuncusu olduğunu anlamak için daha sert esmesini beklemek gerekecekti. Aynı dakikalarda Alex’in başucundaki dijital saatin 1:00 den bire uçuşun numarası olan 1:80 olmasıyla filmin ipucu ve teorilerin yanında tam bir detay fırtınası şeklinde geçeceğinin habercisiydi. En etkili ipuçları uçağın düşeceği yönündeydi öyle ki havaalanındaki merkezi ses sisteminde dahi uçak kazasında hayatını kaybeden bir sanatçının parçası geliyordu kulaklara ve Alex bunu fark etmekte gecikmemişti, ölümün soğuk nefesi gibi hissettiği rüzgârın da etkisiyle bir şeylerin ters gideceğini iyiden iyiye hissetmeye ve hissettirmeye çoktan başlamıştı. Uçağa binildiğinde filmden hala ipucu ve detay yağıyordu, ancak bunları yakalamak sağanak yağmurda damlaları yakalamak için avuç açmaya benzemişti. Ve tam bu anda filmin işleyiş altyapısını oturtan sahne geldi ekranlara; Bayan arkadaşlarının isteğini kırmayan Alex iki ön sıraya Tod’un yanına geçti ve önündeki ikram sehpasının vidası kırık olduğunu gördü, bu küçük gibi gözüken detay filmdeki en büyük teorinin dev kanıtı olacaktı bir süre sonra. Film, en dikkatli izleyiciye dahi meydan okuma sahnelerini arka arkaya göndermeye başlamıştı kahramanların uçaktaki oturuş şekilleri gösterilip duruyordu fakat buna uçağın içi sahnesi olan hangi filmde dikkat ediliyordu ki? Uçağın havalanması ile birlikte beklenen felaket sahnesi de şovuna başladı örneklerinden farklı olarak oturduğu koltuklarıyla beraber uçaktan düşen Paris yolcuları göründü ve büyük bir patlama gerçekleşti. Filmin ilk çeyreği final sahnesi gibiydi fakat bir anda bayan arkadaşlarının Alex’ten yerini istemeleri sahnesine geri dönüldü. Bu noktaya dahi çok dikkat edilmesi gerektiğini daha sonra uygulamalı olarak göstermeye hazırlanıyordu film ve ayrıca meydan okumasını “beni bir kere izlemeniz yeterli olmayacak tarzıyla” ikiye katladı. Buraya kadar toplanan ipuçları ve detayların teoriye dönüşme vakti gelmişti Alex’in yerinden fırlayıp Tod’un yanındaki ikram sehpasının vidasını kontrol etmesi ve kırık çıkmasıyla beraber “Bu Uçak Düşecek” diye bağırması bir oldu. Uçak yolculuğu yapacak olan herkesin aklından bile geçirmek istemediği fakat düşünmeden de edemediği bu düşünceyi uçağın içinde bağırarak tekrarlamanın uluslar arası kurallarda cezası uçaktan indirilmekti fakat değişik şekillerde uçaktan inmek zorunda kalan diğer karakterlerinde hayatının değişeceği yine düşünülmüyordu. Yolcu + Mürettebat sayısı 294 olması gereken Uçuş 180 den 7 kişi kalkıştan hemen önce inmişti bu 7 kişiden bazıları kendi isteğiyle bazıları değişik faktörlerden dolayı inmek zorunda kalmıştı ve bu faktörler dahi filmi izleyenler için ilerleyen dakikalarda bir sürpriz olarak bekliyordu. Bekleme salonuna geçildiğinde Alex’e diğer karakterler sinirin ağır bastığı değişik duygularla bakıyorlardı, fakat bu bakışların ortasında uçak büyük bir patlamayla infilak edip bekleme salonun camları patlayınca tüm duygular birbirine girmişti. Bu noktada izleyicinin kendini uçaktan inenlerin yerine koymaması imkânsızdı. Bu durumda ne düşünülmesi ve nasıl hareket edilmesi gerekirdi? Bir yanda tüm arkadaşları parçalanan uçakla yere doğru düşerken diğer yandan o uçaktan inmiş olmanın mutluluğu yaşanabilir miydi? Soru işaretleri çoğalmadan içeri fbi ajanları girdi onlarında kendilerine göre teorileri olduğu açıktı ve sorgulama sahneleri başladı. İlk sorgulanan Alex’ti  ve bir numaralı şüpheli olduğu gibi uçağın düşmesinden sorumlu tutuluyordu fakat kendiside 6 kişinin hayatını kurtardığını düşünüyordu uçak düşmeden birkaç dakika önce Carter’la  kavga ettiğinde ona keşke sende uçakta olsaydın demişti. Polisler bunu ona yönelttiğinde olacağını sanmıyordum dedi ve o zaman neden indin gibi tokat türü bir soruyla karşılık alıyordu. Diğer tüm sorgulananlar uçaktan inişlerine sebep olan kişileri düşünmekten başka bir cevap veremiyordu. Filmin henüz nasıl şekilleneceği hala belli değildi ki önce Tod ve hemen arkasından Terry esrarengiz bir biçimde öldü fakat bu sahneler en ince ayrıntısına kadar izleyiciye sunuluyordu, filmin konusu ancak Alex’in haberleri izlerken uçağın düşüş sebebine dair krokiyi görmesi ve uçaktaki oturuluş sırasını üst üste koyması ile anlaşılabildi. Ve Alex’ten ikinci büyük teori geldi; ölümün bir tasarımı vardı ve o bu tasarımı bozmuştu fakat tasarım yarım bıraktığı işi bitirmekte kararlıydı.(Tam bu noktada baştaki hikaye ye tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum…) Alex sırada kimin olduğunu biliyordu fakat bundan başka elinden ne gelebileceğini bilemiyordu, izleyici bundan sonra bir aksiyon fırtınası bekliyordu ölüm sınır tanımaksızın tasarımını bozan 7 kişiyi ortadan kaldıracaktı. Sıra atlama olayı ve Carter’ın teorisi olan kendi kendini öldürme fikrinin suya düşmesi pek etkili olamasa da bu sahneler oldukça detaylı bir şekilde tasarlandı ve müthiş bir göz zevki sundu. Tüm ölümlerden önce ölümün soğuk nefesinin rüzgar etkisi de güzel bir detaydı. Alex’in final sahnesine yaklaşırken sırayı karıştırması ve olayı uykusunda gördüğünü aslında koltuk değiştirmediğini hatırlamasıyla sıranın Clear’da olduğunu anlaması hafızaları zorlamakla birlikte ayrı bir renk katıyordu filme.  Film bu noktaya gelene kadar kendisine çok geniş kapsamlı bir konu ve seri olma şansı yarattı, kendisine gereken sadece insanların toplu olarak hareket ettiği mekânlar seçmek ve tasarımı uygulamaktı. Tabi ki bu filmi onlardan ayıran özelliği ilk olması sebebiyle konunun bu kadar ipucuna rağmen kolay kolay anlaşılamaması olacaktı. Fakat bu teorinin üzerine çekilecek ikinci bir filminde çok enteresan olacağı kesindi, zaten filmin sonu buna kapıyı ardına kadar açarak Clear’ı hayatta bırakıyordu. Sonuç olarak başladığı andan itibaren gözlerin bir dakika bile olsun başka tarafa bakamamasını sağlayan göz kırpış anında dahi bir detayın kaçabileceği kritiği yazılırken filmin ilk 20 dakikasını olduğu gibi yazdırmak zorunda bırakan müthiş bir yapım Son Durak..
\"Harry Potter ve Ölüm Yadigarları\" 9 Ekim’de Türkiye’de
23.08.2007

\"Harry Potter ve Ölüm Yadigarları\" 9 Ekim’de Türkiye’de

J. K. Rowling\'in yazdığı Harry Potter serisinin yedinci ve son kitabı olan “Harry Potter and Deathly Hallows” İngiltere\'den Çin\'e dünyanın dört bir yanındaki kitabevlerinde raflardaki yerini aldı bile. 21 Temmuz tarihinde yayınlanan serinin son kitabı, İngiltere baskısında 608 sayfa, Amerikan baskısında 759 sayfa olarak basıldı. Bir ay boyunca en çok satanlar listesinin zirvesinde kaldı.Kitap ilk 24 saatte ise 11 milyon sattı. Oysa Harry Potter serisinin 6. kitabı “Harry Potter and The Half-Blood Prince”, ABD’de piyasaya çıktığı ilk 24 saatte 6,9 milyon adet satmış ve bugüne kadar en hızlı satılan kitap olmuştu. Yazar J. K. Rowling, kitabın tanıtımını İngiltere\'deki Ulusal Tarih Müzesi\'nde yapmıştı. Amerikan basımının kitap kapağını yine Mary GrandPré hazırladı. Türkiye’de çevirisi, önce “Ölümcül Takdis” olarak yayılmıştı; fakat yapılan açıklamadan sonra kitabın Türkçe adı “Harry Potter ve Ölüm Yadigarları” olarak belirlendi. Kitabın Türkiye’de yayın tarihi ise “9 Ekim” olarak açıklandı. Serinin bu son hikayesi, önceki kitapları gibi dünyada İngilizce’den sonra yayımlanan ilk çevirilerden biri olacak ve Yapı kredi yayınları tarafından yayınlanacak kitap 608 sayfa ve Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutluk tarafından dilimize çevrildi. Yapı Kredi Yayınları ilk baskıyı 100 bin adet olarak planladı.Kitabın Diğer Ülkelerde Adı: Bulgaristan: Хари Потър и Смъртоносните светии Brezilya: Harry Potter e as Relíquias Mortais Danimarka: Harry Potter og de Dødelige Hyl Estonya: Harry Potter ja surmapühakud Fransa: Harry Potter et les Saints Mortuaries İngiltere: Harry Potter and the Deathly Hallows İtalya: Harry Potter e il rito mortale İzlanda: Harry Potter og Fönixreglan İspanyolca: Harry Potter y os santos mortales Katalan: Harry Potter i les relíquies mortals Litvanya: Haris Poteris ir pražütingos relikvijos Macaristan: Harry Potter és a halálos szentek Portekiz: Harry Potter e os Santos Mortíferos Romanya: Harry Potter si Sfintii Muritori Rusya: Harry Potter i Smertonosnie Relikvii Türkiye : Harry Potter ve Ölüm Yadigarları
Aman Tanrım! Sinemada Din Misyonerliği!
23.08.2007

Aman Tanrım! Sinemada Din Misyonerliği!

Amerikan sinemasında en çok rastlanan şey nedir sorusuna bazen çok da düşünmeden vereceğimiz cevaplar standarttır. Bayrak, kilise, haç… Özellikle korku filmlerinde kilise ve haç bolca görünür. Ana karakter başta tanrı’ya inanmasa da kilisede alır soluğu. Pederle konuşur, günah çıkarır. Tanrı konusu da sıkça işlenir. Unutulmaz “Şeytan’ın Avukatı” filminde final sahnesinde Şeytan’ın Tanrı hakkında söyledikleri kadar radikal olmasa da, direk tanrıyı hedef alan film örnekleri de bolca vardır sinemada. Tanrı’nın bazen romantik komedi’de, bazen klasik Pazar sineması kuşağı fonlu duygusal mucize filmlerinde görünmesi bir yana, “Tanrı’ya Dava Açan Adam” adlı absürt örneklerde vardır. Bu konudaki en önemli örnek Carl Reiner’ın “Oh, God” adlı 1977 yapımı komedi filmi.Toplam üç filmlik seri zeki esprileri ile sinema tarihine geçmiş öncü filmlerden. Müslüman ülke sinemalarında pek fazla işlenmeyen konu, Hristiyan toplumunda bolca işlenir. Çağrı filminde Peygamberimiz görünmez, herhangi görüntüsü yoktur ama, İsa sürekli filmlerin baş kişisidir. Özellikle aykırı yapıt “Günaha Son Çağrı”da bir adım ileri gidilip insanlaştırılır İsa. Yine onun çarmıha gerilmesinin izlerini bolca filme konu olur. Her filmde sıklıkla karşımıza çıkan İncil de örneklerden biri. Ya da filmlerde sıkça rastladığımız ayetler, Pulp Fiction’da cinayet öncesi kullanılır, bazen de filmin açılış sahnesinde okumamız istenir. Yaygın olarak Amerikan Sineması’nın, özellikle de gişe filmlerinin olmazsa olmazı olan bu unsurlar bazen abartılır. Örümcek Adam 3’te dalgalanan bir amerikan bayrağının önünden geçmesi gibi abartıldığı da olur. Önsezi’de ki film finalinde peder’e gidip aydınlanır kilise’ye gittiğini hiç görmediğimiz ana karakter. Bazen de inicili keşfetmek ana karakterin değişiminin habercisi olur. Dünyanın merakla izlediği Prison Break dizisinde John Abruzzi bir anda Tanrı’ya döner yüzünü ve her şey değişir. Belki de dinle ilgili filmlere verilebilecek en güzel örneklerden biri “Yedinci İşaret” filmidir. Demi Moore bir bebek doğurmak üzeredir ve doğum öncesi bir çok ilginç olay ortaya çıkar. Sıklıkla incile başvurulur. Son dönemde Dini konuları işleyen bir romanın “Da Vinci’nin Şifresi” merak uyandırması, filme dönüşüp dünyanın ilgisini toplaması bu yaklaşımların belki de rotasının değişeceğini gösteriyor bizlere. Buraya kadar güzel tamam da, bir komedi filmi ile bunun ne ilgisi var sorusu geliyor aklınıza muhtemelen. Maalesef çok ilgisi var. Zira film tamamen Amerika ve Din üzerine kurulu. Sos olarak da Aile var fonda. Bu tip konulara özellikle de dine aşırı derece bağlı olduğunu her fırsatta dile getiren yönetmen Tom Shadyac, sürekli İncil hakkında çevresine inciler dizen bir adam zaten. Filmlerinde dile getirdiği her şey onun ruh inancı. Sürekli ahlak kavramının bozulduğunu deforme edildiğini söyleyen Shadyac, insanların kusursuz olmadıklarını ve kutsal kitapta tüm insanlık hallerinin kucaklandığının altını çizerek kurtuluşun incil’de olduğunu söylüyor. “Kitabın sonunda kurtuluş var, klasik bir kitabın finali değil. Kitabın tamamı kurtuluş öyküsü ve Tanrı’nın insanoğluna olan sevgisinin kanıtı” diyor Shadyac. Bu görüşlerinin kanıtlarını ise filmlerinde bulmak mümkün. Bu olağanüstü süprizlerle kurtulan yaşamlara örnek olan filmleri “Liar Liar”, “Patch Adams” “Dragonfly” ve özelikle de “Bruce Almighty” İlk filmi hatırlamak gerekirse, Bruce adlı gazeteci Tanrı’ya tüm bu işleri organize edemediğini söyleyip yakarıyordu. Sonrasında Tanrının (üstelik de siyah bir bedende) karşısına çıkıp bir de sen dene bakalım demesi komedinin başlangıcı oluyordu. Büyük ölçü de Jim Carrey’nin enerjisine bağlı olan film birçok ayrıntıda kalan esprisi ile yaratıcıydı üstelik. 24 saatliğine tanrı olan adamın neden, nasıl sorularını akla getirmeden güldürmesi kuşkusuz zor iştir. Carrey o meşhur enerjisi ile bunu başarıyordu. Carrey’nin Budala Dedektif filminin ikincisinde oynamaktan hoşnutsuzluğu fark etmesi, muhtemel tüm devam filmlerinin önünü tıkadığından, bu kez başrole ilk filmde bir günlük Tanrı tarafından, haber sunarken abuk sabuk konuşan, dili dolanan baş rakip Evan Baxter rolü ile çıkış yapan Steve Carrel oturuyor. Baxter habercilikten vekilliğe terfi etmiş, yeni bir banliyöye yeni arabasıyla taşınmış Dünyayı Değiştirmek sloganı ile yola çıkmış bir adam. her şeyi değişeceği günün öncesi dua edip, Tanrı’nın yardımını istiyor ve filmin tetiği çekilmiş oluyor. Tanrı’nın görünmesi ile tüm Shadyac inançları bir dökülüyor. Tanrı Bexter’a seçilmiş olduğunu söylüyor ve Nuh’un gemisi’ni inşa etmesini istiyor. Nuh’un ailesi de 4 kişiydi sende diyor inandırıcılık için. Ama her şey o andan itibaren garipleşiyor. Tüm soru işaretleri konu ilerledikçe fazlalaşıyor. Aynı soruları kendisine soran Baxter inat ediyor. Bu inadı sürecinde de filmin en komik sahneleri bir bir geçiyor perdeden. Jumanji’den bu yana görülebilecek en güzel hayvanlı sahneler son derece eğlendirici. Ama hepsi o kadar. İnşa edilen geminin sebebinin tufan kopacak olması ana karakterimiz dahil kimseyi inandırmıyor. Ama sonuç istendiği gibi çevre mesajları sosu ile Beyaz saray’da bitiyor. Dünya’da o kadar felaket varken, neden Tanrı ABD’de deki minik bir banliyöyü kurtarmaya çalışıyor soruları başta olmak üzere birçok soru işareti, mantık hataları var ama bir şey tüm hepsini gölgede bırakıyor. Film tamamen din misyonerliğine soyunuyor. İlk dakikalardan itibaren GEN 614 göndermesi komedi filminin tüm havasını öldürüyor. O kadar sık tekrarlanıyor ki, güldüren ayrıntı olmaktan çıkıyor. Bu tip din, İncil göndermeleri filmin tüm tadını kaçırıyor. İkinci yarıda birde ailenin bütünlüğü konusu buna eklenince büyük bir hayat dersi büyük bir şırınga ile enjekte edilmeye çalışılıyor. Sonuç olarak din propogandası yapan, rüyalardaki Amerikan toplumu tablosunu çizen filmi Carrel eksik enerjisiyle dolduramıyor ama, kısacık da olsa etkili olan performansıyla John Goodman ve yan karakter Rita rolündeki oyunuyla Wanda Sykes filmi biraz dolduruyor. Kendi ülkesinde de beğenilmeyen film ilk filmi mumla aratıyor.
Hollywood\'un Tanrısı
22.08.2007

Hollywood\'un Tanrısı

Sinemanın dinle olan münasebeti, kendi tarihiyle eş değer bir konudur. Hatta bu konuda çekilmiş en eski film olarak 1916 tarihli Intolerance isimli, İsa’nın Çilesi’nin neredeyse ilk sürümü olan bir film dahi mevcut kaynaklarda. Bu tarihten başlayarak çekilmiş olan sayısız film, bazen kendi dinini yaratarak, bazen mevcut dinlerdeki kaynaklardan faydalanarak beyaz perdede, dinler, inanç, kader, varlık, yokluk, zaman ve gerçeklik gibi öğeleri sorguladı. Dünya sinemasının pastadaki en büyük dilimi olan Hollywood’un ise dinlerle olan ilişkisi de asla sıradan değildi. Peki, Hollywood sineması neden din kaynaklı birçok hikâyeyi senaryolaştırmakta veya sorgulayıcı tutumunu sürdürmekte? Amaç kuvvetli bir propaganda mı? Yoksa dini hassasiyetleri olan veya olmayan insanların beyaz perde önünde kendilerini sorgulamasından maddi bir menfaat elde etmek mi? Sanırım bu konuda ki en güzel cevabı Türk Sinema Tarihçisi Giovanni Scognamillo’nun Hollywood din ilişkisi ile ilgili bulduğum şu cümlesi veriyor. “Hollywood oluşturduğu endüstri kuralları içerisinde dini ticari bir faktör olarak kullanıyor. Bu bilinçli tercihe propaganda, tanıtım veya sömürü diyebiliriz.” Bu konuda ki, en ilginç iddialardan biri de misyonerlik amacıyla bu yola başvurulduğudur. Tabii ki, bu iddia doğruysa bile, bu propagandalar her zaman, doğrudan seyirciye yöneltilmemekte, dolaylı yoldan seyircinin beyninde yer etmesi yoluna daha çok başvurulmaktadır. Bu konuya en çarpıcı örnek birçoğumuzun severek izlediği Terminatör 2 filminde önümüze sürülüyordu. Arnold Schwarzeneger’in oynadığı T–800 isimli robot, Hıristiyan mitlerinde yer aldığı gibi kendisini feda ediyor, ancak sonra geri geliyordu. Yaralanma şekli tıpkı çarmıhta yaralanan İsa’ya benzetiliyor hatta İsa’nın dirildiğine inanmayan havarisi gibi, John Connor’da tıpkı Hıristiyan mitlerindeki gibi, T-800’ün yara deliklerine parmaklarını sokuyordu. Tabii bizim için çok şey ifade etmeyen bu ayrıntılar, çocukluğu bu hikâyelerle geçen Hıristiyan gençlerin beyninde benzer ilişkiyi fark ettirmeden kuruyordu. Elbette salt amacı, Hrıstiyan Misyonerliği olarak algılayamayız. Zira Hollywood sinemasında, kiliseyi ve yaptıklarını eleştiren, hatta temel olarak alınan Hıristiyan misyonerliği suçlamalarının tersine gidecek şekilde, Hıristiyanlıkla dalga geçen yüzlerce film de mevcut bulunmakta. Fakat gişe başarısına sahip olan filmler çoğunlukla bu dolaylı propagandanın mevcut olduğu filmler olunca, altta aranan amaç daha çok dikkati çekiyor. Günümüzde, birçok öğe sinemanın gözüyle ameliyat masasına yatırılıp incelenmektedir. Bunlara keskin örnekler verecek olursak, kader konusunu esas alan Truman Show ile kader denilen şeyin, bir televizyon stüdyosunda kapalı kalmaya benzetildiği ve çoğunlukla kaderimize yön veremediğimiz konusu alt mesajlarıyla seyircinin yüzüne çarpılıyordu. Aman Tanrım(Evan Almighty) filminin bir önceki halkası Aman Tanrım (Bruce Almighty) filminde ise bütün duaların kabul olmaması sorgulanıyor ve İncil’den yaptığı alıntılarla orta sınıfı bir Amerikan vatandaşının mizah eksenli olarak Tanrı’nın yerine geçişi anlatılıyordu. Mizahi yönünün tam merkezinde oturan dini tartışmayla film gişeden başarıyla ayrılıyordu. Benzeri bir örnekte ünlü yönetmen Tarantino’nun unutulmaz filmi olan Pulp Fiction’da, dolaylı propaganda çok iyi bir şekilde filmin içerisine sızdırılmıştı. Ana karakter cinayetlerinden önce İncil okuyor, kendisini ıskalayan kurşunları Allah’ın lütfu olarak değerlendiriyor ve onun müdahalesinden bahsediyordu. Sinemanın efsanevi serilerinden olan Star Wars serisi ise kendi yarattığı Jedi dini felsefelerini ve tanrı yerine güç(force) denilen öğeye tapan Jedi Şövalyelerini izleyiciye öyle bir şekilde nakşediyordu ki, 2001 yılında Avustralya, Yeni Zelanda, İngiltere ve Kanada’da kütüklere kaydedilmiş bir Jedi Şövalyeleri dini ortaya çıkıyordu. Üstelik azımsanacak bir rakamda değil: sayıları yetmiş bini aşıyordu. Tabii bu şekilde sorgulamaların ve yeni din oluşumlarının yanı sıra, sinemanın dine diğer bir müdahalesi dışarıdan, dinin sorguladığı şeyleri kendi yöntemiyle cevaplayarak oluyordu. Sorgulanan şeyler özellikle her dinin kendi kuralları ile cevaplamaya çalıştığı, “kimsin? Nasıl var oldun? Ne yapmalısın? İyi ve kötü nedir?” gibi sorular. Bu konuda sinemanın müdahalesi ile oluşturulmuş biraz felsefeyi harmanlayarak, birazda sıra dışı yorum katarak oluşturulmuş birçok film mevcut. Bu konudaki en bilindik örnek elbette ünlü Matrix serisi. Gündemdeyken çok tartışılmış hatta Matrix felsefesi diye kitapları çıkmış bu filmde, dindar bir hrıstiyan izleyiciyi her karesinde İsevi sembolizmin ve dini hikâyelerin uyarlanmasıyla yapılan göndermelerle neredeyse boğmuş, bununla da kalmayıp Budizm dahil birçok dine sayısız gönderme yapılmıştır. Jodie Foster’ın başrolünde oynadığı Mesaj(Contact) filmi ile evrenin büyüklüğü ve uzaylılardan gelen veriler üzerine bilimsel tekniklerle yapılmış bir aracın pilotluğunu yapmak için verilen mücadelede, bilim ve din ilişkisinin yoğunca sorgulanışı önümüze koyuluyordu. Sorgulanan sorulardan biri olan “iyi ve kötü” karşıtlığı ise Konstantine, Beşinci element ve Bağımsızlık Günü gibi filmlerle cevaplanmaya çalışılıyordu. Bu filmlerin çoğunda iyi ile kötü arasında nihai bir savaş yaşanıyor ve iyiler(kişiye göre değişir) kazanıyordu. Bununla beraber, Yarından Sonra, Armageddon, Derin Darbe gibi filmlerle, kıyamet senaryoları hayata geçiriliyor ve Hollywood bakış açısıyla kıyametler olup bitiyor ve sonrası hakkında kafa karıştırıcı sorularla izleyici baş başa bırakılıyordu. Bütün bunları bir tarafa bırakırsak, sinemanın bu sorgulama hakkını nereden bulduğunu sorarsak, buna en iyi cevap batı dünyasının sinemayı temel bir mitoloji fabrikası olarak görmesinden ileri gelir olacaktır. Tabii Hollywood, sadece mitoloji üretmekte değil, mevcut dini tarihi, dini bilgileri ve inançları farklı anlatmakta da oldukça usta. Hollywood’un bu yüzü ise dini sorgulamak yerine, yeni bir din yaratmadan, sorulan soruları cevaplıyor. Örneğin Mel Gibson’ın İsa’nın Çilesi filmi ile uzun süredir sessiz olan Hrıstiyan anti-semitizmi hortladı ve İsa’ya ihanet eden Yahudiler sinemaları dolduran kilise müdavimleri tarafından nefretle anılmaya başlandı. Stigmata filmi ise sinemayı geleneksel olarak dinin alanı gören akımın zirvesiydi. Stigmata İsevi teolojiye göre, İsa’nın çarmıhta aldığı yaraların benzerini taşıyan insanların özel olduğunu gösteren işaretin adıydı ve bu hikayeden yola çıkan Hollywood büyük bir gerilim filmiyle karşımıza çıkıyordu.  Farklı bir duruşta, Cennetin Krallığı filminde ortaya çıkarılacaktı. Burada konu direk inancın özüne bakış değildi. Sorgulanan din değildi, filmdeki malzeme kutsal kaynaklardan değil tarih kitaplarından alınmıştı ve Hollywood ilk defa bir filmde karşısında savaştığı İslam toplumunu rencide etmiyor, aşağılamıyordu. Eyyubi ile Balian’ın diyalogları bunu çok iyi vurgulamakla beraber, bu rencide edilmeyişin tarihi sebepleri arasında, Hıristiyan tarihçilerin Selahaddin Eyyubi’den her zaman saygıyla bahsetmesi de yer alıyordu. Son dönemin gişe başarısına odaklanmış yapımı Da Vinci Şifresinde ise Vatikan’a göre teslis inancı sorgulanıyor, Katolik kilise zor durumda bırakılıyordu. Temel olarak bakıldığında, sinema kilise için mükemmel bir propaganda yöntemi olmakla birlikte, aynı zamanda büyük bir baş belası da olabiliyordu. Örneğin Papa 2. John Paul’un İsa’nın Çilesi filmini seyrettikten sonra, filmin senaryosunu onaylaması ve aynen gerçekleştiğine dair beyanat vermesi ile Hıristiyan medyası filmi tamamıyla sahiplenmişti. Bundan güç alan Gibson, Papa ölür ölmez, onun hayatını film yapma kararını açıklayacaktı. İslam dininin sinemayla tanışması ise 1976 yılında Çağrı filmiyle olacak, yönetmen Mustafa Akad’ın filmi beyazperdeden çok videokasetlerle Müslüman dünyada büyük bir pazar elde edecekti. Üstelik Çağrı filmi yapıldığında Müslümanların sinema pazarında hemen hemen hiç yeri olmadığını bilmekte de fayda var. Bu filmin devamında, Ömer Muhtar filminin çekilmesi ve benzeri yapımların devamı sonucunda, işin nihai noktası Hollywood’a siparişle yaptırılan Son Peygamber isimli animasyon filmine kadar gidecek, bu filmde Çağrı’nın çizgi kopyası olmaktan öteye geçemeyecekti. Tabii, dini senaryolaştırma da peygamber kıssalarının büyük önemi olması ve dinimizin peygamberi suret olarak göstermeme kuralı da, yapımcı ve yönetmenleri daha çok peygamberlik sonrası dönemin hikâyelerine yöneltiyordu. İşin ilginç yönü, sinemada diğer dinler kadar çok eleştiriye maruz olmayan tek tanrılı dinlerin ilki Musevilik nerdeyse sinemada çok az yer buluyordu. Buna sebep olarak birçok teori üretilirken ünlü reklâmcı Alinur Velidedeoğlu’nun Hollywood’a götürdüğü senaryoların başarıya ulaşmaması ile ilgili bir televizyon programında sarf ettiği söz çok dikkat çekici idi: “Hollywood yapımcıları ya Yahudi veya eşcinsel; ya da her ikisi birden. Aralarına kendilerine benzeyenlerden başkasını almıyorlar.” Hollywood sinemasını kuranların Musevi kökenli olması da bu torpili açıklar şekildeydi. Elbette ki bir kişinin görüşü bu konuda kesin ve hâkim bir kanaate ulaşmamıza yardımcı olmuyor. Fakat kesin olan şu ki; sinema dini propaganda yapma da, yeni dinler yaratmada, dini sorgulamakta ki etkinliğini hiçbir zaman kaybetmiyor. Sinemanın bu etkinliği temel anlamda yaşanılan âlemin dışında gerçeklik dışı birçok âlem olduğunu vurgularken seyircinin zihni de yeni inanışlara gebe oluyor. Peki, bu durumun bir sakıncası var mı? Yahut Hollywood’un başka bir Tanrısı mı var? Olmasında bir art niyet var mı? Din ve sinemanın bu iç içe ilişkisi dini ve sinemayı nasıl etkiliyor. Öncelikle, yedinci sanat olarak bilinen sinemanın perdelerinde kendi kimlikleri olan insanlara, başka kimliklerin anlatılmasından ziyade benimsetilmeye çalışılması sanatın işlevi olan toplumu düzen ve kültürü himaye işlevini yok ediyor. Zira Hollywood sinema yoluyla dünyaya sadece kendi istediği mesajları vermekte diretiyor. Sanat ve sinemanın daha çok heyecanlandırmaya, duygulandırmaya veya eğlendirmeye yönelik amacı çiğneniyor. Çünkü şu ya da bu şekilde ülkemizdeki çoğu insanın çoğunlukla rahatlama ve bilgilenme aracı olarak gördüğü sinemada, objektif bilgi verilmediği gibi, filmde neyin veya hangi dinin propagandası yapılıyorsa zıttı fikre sahip olan şahsın, dünyadan kopma ve ruhunu tatmin etme anları o an, o karanlık sinema salonunda gasp ediliyor. Hollywood’un tanrısı konusuna gelince, baştaki tarihçimizin görüşü ve izlediklerimiz doğrultusunda, biraz eski ve neşeli bir deyimle, “Hollywood’un dini imanı para” diyebiliriz. Yani ilk etapta Hollywood’un umursadığı yegâne şey ticari kaygıdır. Propaganda konusunda ki art niyete gelince, işte burada yeni çıkan Aman Tanrım filmi niyetin ne olduğunu gösterir durumda. Benzer konuda çekilmiş bir filmin, sadece devam filmi denilerek neredeyse aynı konu üzerine çekilmesi, ortada yeni bir konu yerine güncellenmiş bir eski konunun önümüze tekrar sunulması filmin izlenebilirliğini kaybettiriyor. Bununla birlikte yeni bir şey sunmadığı ve şu ya da bu şekilde dünyanın %95 inin inanmış olduğu bir varlığı ısrarla aynı tabuya sokmasının sonucunda da arkasında bir art niyet aranmalı diye düşünüyorum. Son olarak din ve sinema bu konudan nasıl etkileniyor onun cevabını vermek gerek. Sinema toplumun kendi inançlarını kabullenme şeklini değiştirerek, dinin fonksiyonunu üstleniyor. Bu durumda dinin sinemayı kendi yanına çekmesi halinde, dinlerin kuralları beyaz perdeden insanlara aktarılır hale gelir ki, bu inanç özgürlüğünü zedeler. Öbür yandan sinema bazen öyle filmler sunuyor ki, kendisinin kontrol edemeyeceği şekilde yeni dinler türetiyor. Bu da kontrol edilemeyecek kadar yıkıcı sonuçlara sebep olabilir. Sinema dini araç olarak değil amaç olarak kullanmaya başlarsa o zaman durumun tahlili basit. Sinema-din arasında ki bu inorganik ilişki din bilginlerini daha fazla sorumluluğa sürüklerken, sinemacılarında dini daha iyi bilmeleri gereken dayatılmış bir geleceğin habercisi olacak, orası işin görülen kısmı. Görülmeyen kısmı ise, sinemadan doyumsuz zevk alan biz izleyicileri kalbimizden vurmaktan fazlasını yapacak.
Sweeney Todd İlk Görüntüleri
22.08.2007

Sweeney Todd İlk Görüntüleri

Johnny Depp’in Fleet Caddesi’nin Şeytani Berberi Sweeney Todd’u canlandırdığı, Warner Bros. Pictures-DreamWorks Pictures ortak yapımı "Sweeney Todd”dan ilk görüntüler yayınlandı. Stephen Sondheim’ın ödüllü müzikal-gerilimine dayanan ve Tim Burton’ın yönetmenliğinde çekilen filmde Helena Bonham Carter da kurbanlarının cesetlerini etli turtalarında kullanan ve Sweeney’nin hem suç ortağı hem de aşığı olan şeytani ruhlu Bayan Lovett rolünü üstleniyor. Çekimlerine 2007’nin başında başlanan filmin yıl sonunda gösterime girmesi planlanıyor. ABD’de dağıtımını DreamWorks adına Paramount’un üstleneceği "Sweeney Todd”un uluslararası dağıtımını ise Warner Bros. Pictures gerçekleştirecek. Walter Parkes ve Laurie MacDonald, John Logan’ın senaryosunu yazdığı filmin yapımcılığını Richard D. Zanuck ve Logan’la paylaşıyor. Sondheim\'ın, Christopher Bond’un oyununa dayanan Hugh Wheeler kitabından yola çıkarak müziklerini ve şarkı sözlerini yazdığı orijinal "Sweeney Todd", 1979 yılında Broadway’de sahnelendi ve 8 dalda Tony Ödülü kazandı. Bunlardan biri de En İyi Müzik dalındaydı. Gösterinin komedi, drama ve korku unsurları Sondheim\'ın film müziğini andıran çalışmalarıyla bütünlendi. Dünyada yüzlerce kez sahnelenen müzikal son olarak kısa süre önce tekrar New York tiyatro izleyicisiyle buluştu.
Şüpheye şüpheyle bakmalı...
20.08.2007

Şüpheye şüpheyle bakmalı...

Röntgencilik sinemanın baş mevzusu, tetikleyicisidir. Ve seyircide röntgencidir. Yönetmenlerin baş röntgenci olduğunu söylemeye gerek var mı? Elinde dürbün olan bir karakter ya cinayete tanık olur, yada çıplak bir kadına… Bizdeki histe aynıdır. Elinde dürbün etrafındaki evlerden izlenecek hayatlar arayan ana karakter neyse, karanlık bir sinema salonda başka hayatları, başka dünyaları izlemek de aynı şey. Hepimiz röntgenciyiz. Bacağı kırılan, bir süre dinlenmesi gereken fotoğrafçı Jeffries, arka penceresinden dönemin en teknolojik aleti fotoğraf makinası ve her çeşit objektifi ile etrafı izlemeye başlarken, kendini bir polisiye olayın içinde bulur. O da aynı bizim gibi seyircidir ve aynı tepkileri verir. Alfred Hitchcock’un  1954 tarihli şaheseri “Arka Pencere” sinemanın da röntgencilik olduğunu adeta ders kitabı işler filminde. Böylece türede yeni bir yol açtı. Arkasından birçok örnek geldi ama film hala alandaki en önemli başyapıt olarak yerini koruyor. Yine ustanın başyapıtı “Sapık”ta meşhur öldürme sahnesi öncesi katil kurbanını dikizler. Şaşırtıcı olmayan Hitchcock takıntılı yönetmen Brian De Palma’nın benzer filmi çekmesidir. “Body Double” sürekli arka pencere selam çakar durur. Yine de temel unsurları dışında film farklı bir temele oturur. 1960 tarihli diğer bir röntgen başyapıtı “Peeping Tom”da başkarakter kadınları öldürürken kameraya çeker ve onların ölüm anındaki yüz ifadelerini inceler. Bazen cinayeti duyarak da bulur sinemada başkarakterler. Michalengelo Antonioni başyapıtı “Blow-up” ve bir nevi yeni çevrimi De Palma filmi “Blow-out” da ön planda görmek değil, duymak vardır. Yine duyarak cinayeti çözen Coppola başyapıtı “The conversation” da benzer bir yol izlenir. Röntgenciliğin gücün yanında olduğu durumlarda vardır ki bu alanda en önemli yapıt, büyük birader kavramını hayatımıza yerleştiren “1984”tür. Kitapta sözü edilen konunun sonradan “biri bizi gözetliyor”a geldiğini düşünürsek, tv de bir röntgencilik yaptığımızı yadsıyamayız. Bu konuyu da sinemada işleyen bir başyapıt mevcut “Truman Show”. Belki de hepimizin sonu aynı. Malum melekler bizi de günlük yaşamımızda izleyen bir tanrı var. Truman Show ile aynı kaderi paylaşan temelde 1984’ten beslenen filmlere “THX 1138” ve “Brazil”i eklemekte fayda var. İki filmde karanlık bir gelecekte geçer ve aynı umutsuzluğu taşır. Türk tvlerindeki diziler bir yana yapılan programlarda mahkeme formatıyla her gün farklı 3 - 4 hayatı dikizler seyirci ve bundan keyif alır. Bu konu da söylenecek şey aynıdır. Dikizcilik izlemenin eş kardeşidir ve seyircinin kahramanlardan tek farkı bunun için pek çaba sarfetmesine gerek kalmamasıdır. Gücün izlemesine bir diğer örnekte “Devlet Düşmanı”dır. Ve örnekler daha da çoğaltılabilir. Son oscarlı film “Başkalarının Hayatı” ile örneklere son verip filme geçelim. Öncelikle filmin gösterime girmeden kadroyu görmek sağlam gerilim olacağının kanıtı gibi idi. Bu kadro ya gerecek ya gerecekti. Sebepleri ise geçmişleriydi ki yadsınamaz gerçeklerdi. Elde tuhaf bir yönetmen olduğunu göz ardı etmemek gerek. Vasat ile berbat arası filmler çeken,  “The Salton Sea” ile sinema tarihinin ne anlattığı bilinmeyen ilginç filmlerinden birine imza atan bir adam ne de olsa. Ustalıktan nasibini almamış yönetmen esinlenmeye inatla devam ediyor.  Bir romandan nasıl film yapılmaz da berbat edilir dersi niteliğindeki “Taking Lives” is cabası. Senaristler de son derece uyumlu Caruso ile, Christopher B. Landon deyince tüylerin diken diken olması gerekiyor, Kan ve Çikolata akla geliyor zira. Carl Ellsworth de ondan aşağı kalır değil. Oda dizilerden başını kaldıramamış, senaryosu değişen “Red Eye” ile tecrübesizliğini gözler önüne sermişti. Nihayetinde Tarzan dizisini yazan adamdan bu tip filmi beklemek, iyi olmasını beklemek zaten zeka testi yaptırma ihtiyacı gibi. Zaten bu iki senarist güzel olabilecek filmi beceriksizlik sirkine dönüştürüyor. D.J. Caruso’nun onlara eklenmesi de tam bir fiyasko. Güzel bir kaza sahnesi ile başlıyor film. Kale babasının kaybetmiş bir delikanlı, bu sebeple hocasına yumruk atıyor. Anlıyoruz ki çocuk babasının acısını hala unutamamış. Buraya kadar güzel ya sonra… Filmin geri kalanında bambaşka bir çocuk var. Kale karakterini yeniliyor. Sanırım o sırada senaristler bilgisayara restart çekmişler, Kale de payına düşeni almış. İlk yarım satte çizilen karakterin aksine gelen yeni Kale, kendi halinde bir zamane çocuğu. Evin dört bir yanındaki teknolojik aletlerle hayatın tadını çıkartıyor. Babası uğruna hocasına yumruk atan çocuk nereye gitti? Anne karakterine gelelim… Hiç gelmesek de olur. Zira ortada karakter falan yok. Tamamen senaryo çukuru bölgesi orası! Carrie Anne Moss iki görünmüş almış parayı gitmiş. Nasıl bir işte çalışıyorsa, hiç ortalıkta yok. Mantıklı bir açıklamada yok. Kale’in arkadaşları, özellikle de Ashley aynı durumdan muzdarip. Onun da karakteri yok. Hepsi kağıttan yapılmış. Üfleyince uçuyor. Mr. Turner rolünde David Morse da tüm bu beceriksizliklerin arasına katılıp görevini yapıyor. İlk sahneden itibaren abartılı oyunuyla filmi emekleme dönemine sokuyor. Zaten eldeki senaryoyu da düşününce bir şeyler yapabilse filmi kurtarabilecek olan Morse bu fırsatı da tepiyor elinin tersiyle. Bunu tetikleyen ekip ruhu olsa gerek. Filmin tek iyi noktası, Caruso’nun tercihi. Ağırbaşlı bir gerilim çekmeye yeltenmiyor. Sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalışmıyor. Uzunca bir süre kötü bir gençlik filmi havasında nadasa alıyor gerilimi. Ama aldığında da yüzüne gözüne bulaştırıyor. Bay Turner’ın evi neymiş öyle! Katil uşaklık edip anlatmayayım ama gereksiz olan her tür obje orda. Ne ararsanız var. Hani sonunda Bay Turner’ın boynuzu çıksa, büyüyüp kanatlarını açsa ben şeytanım dese hiç abartılı durmayacak. Filmi beğenenlerin sinema tarihindeki belirtilen filmlere bakmasında fayda var. Öğrenmenin vaktidir. Sonuç olarak, berbat bir senaryo, kağıttan karakterler, berbat bir final… Geride kalansa evine dön Caruso hissi ile Hitchcock ustadaki kemik sızlamaları yada mezarındaki ters dönüşler…
Şrek’in Dördüncüsü Hazırlanıyor, Beşincisi Planlanıyor
17.08.2007

Şrek’in Dördüncüsü Hazırlanıyor, Beşincisi Planlanıyor

Toplam yapım bütçesi 370 milyon doları bulan Üç “Shrek” filminin dünya sinema hasılatı 2 milyar 137 milyon doları geride bıraktı. İlk iki “Shrek” filminin DVD satışları 90 milyon adete ulaştı. Türkiye sinemalarında “Shrek” filmleri 1 milyon 482 bin 512 kişi tarafından izlendi. Yılın en iyi animasyon filmi dalında Oscar ödülü kazanan “Şrek” serisi, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi özgün şarkı dallarında da Oscar ödülüne aday gösterildi. “Şrek” serisinin ilk iki bölümü Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye için yarışmaya layık bulundu. “Şrek Üç”ün gösterime girmesinin ardından “Şrek” fırtınası başka mecralarda da devam edecek. Amerika’da yayın yapan ABC televizyon kanalında Noel için hazırlanan ve “Shrek the Halls” adını taşıyan çok özel bir animasyon filmi gösterilecek. Bu animasyon filminin seslendirmesini de Mike Myers, Eddie Murphy, Cameron Diaz ve Antonio Banderas yapacak. Ayrıca önümüzdeki yıl da “Shrek: The Musical” adlı bir Broadway showu da sahnelenmeye başlayacak. Shrek’in dördüncü bölümü için de hazırlıklar erken başladı. Ancak sinemaseverlerin “Shrek 4”ü izlemek için epeyce bir beklemesi gerekecek. DreamWorks Animation ile Paramount, yeşil dev “Shrek”in dördüncü bölümünü 10 Mayıs 2010’da vizyona çıkaracak. Öte yandan diğer film stüdyoları da Mayıs 2010 programlarını belirlemeye başladılar. Şu anda “Shrek 4”ün dışında Warner Bros. Pictures yapımı “Harry Potter and the Deathly Hallows” ve Sony Pictures’ın 23. James Bond filmi için de aynı ayın hedeflendiği açıklandı. DreamWorks Animation’dan sızan ilk bilgilere göre, “Shrek” serisinin olmazsa olmazı kabul edilen dört kahramanı Shrek (Mike Myers), Eşek (Eddie Murphy), Prenses Fiona (Cameron Diaz) ve Çizmeli Kedi (Antonio Banderas) dördüncü bölümde de boy gösterecek. Onlara üçüncü bölümün kahramanları olan Prens Artie (Justin Timberlake), Kraliçe Lillian (Julie Andrews), Kral Harold (John Cleese), Merlin (Eric Idle), Sir Lancelot (John Krasinski), Kaptan Hook (Ian McShane), Uyuyan Güzel (Cheri Oteri), Külkedisi (Amy Poehler), Rapunzel (Maya Rudolph), Cinderella (Amy Sedaris), Gingerbread (Conrad Vernon) ve Kurt’un (Aron Warner) hepsinin veya bir kısmının eklenebileceği belirtiliyor. Dördüncü bölümün yönetmeni henüz belirlenmedi ama senaryo yazarının Tim Sullivan olacağı şimdiden açıklandı. Konu akışı hakkında hiçbir ipucu verilmeyen “Shrek 4” ile ilgili olarak DreamWorks’te geliştirme çalışmasının devam ettiği, animasyon işlemlerine ise 2007 yılı içerisinde başlanabileceği konuşuluyor. DreamWorks Animation Başkanı Jeffrey Katzenberg, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada beşinci “Shrek”in de yapılacağını bildirdi.
Dünya Sinemasının Kalbi Antalya Altın Portakal\'da Atacak
17.08.2007

Dünya Sinemasının Kalbi Antalya Altın Portakal\'da Atacak

Real’in ana sponsorluğunda, TÜRSAK ve AKSAV Vakfı’nın işbirliğinde gerçekleşen Antalya Altın Portakal Film Festivali 44. yılında bir kez daha dünya sinemasının birbirinden güzel filmlerini ve dünyaca ünlü konuklarını ağırlamaya hazırlanıyor. Festivalin uluslararası bölümü olan ve bu yıl üçüncü yaşına basan Uluslararası Avrasya Film Festivali, klasikleşen bölümlerinin yanı sıra özel gösterimlere de yer verecek; yan etkinlikler ve festival partileriyle 19 – 28 Ekim tarihleri arasında sinema dünyasının kalbini Antalya’ya taşıyacak. Bu yıl Festival jürisine ek olarak NETPAC (The Network for the Promotion of Asian Cinema) jürisi de filmleri izleyerek değerlendirecek. On yedi yıldır dünyanın en önemli film festivallerinde Asya bölümlerine katkıda bulunan kurum, çeşitli yayınlarla da sinema sektörünü destekliyor. DÜNYA FESTİVALLERİNİN ÖNEMLİ FİLMLERİNİN TÜRKİYE İLK GÖSTERİMLERİ ANTALYA’DA YAPILIYOR Festival’de seyirciyle buluşacak filmler arasında, 2007 yılında 60.’sı gerçekleşen Cannes Film Festivali’nde yarışan filmler de yer alıyor. Romanya’nın son yıllarda dikkatleri üzerinde toplayan yönetmeni Cristian Mungiu’nun Altın Palmiye’ye değer bulunan “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” isimli filminin Türkiye ilk gösterimi Antalya’da yapılacak. Komünist Romanya’da geçen bir kürtaj öyküsünden yola çıkan film, tüm dünyada büyük ilgi uyandırmış ve eleştirmenlerden övgü toplamıştı. Türkiye’de ilk kez izleyiciyle buluşacak filmlerden bir diğeri ise Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve büyük yankı uyandıran, farklı ve sade yorumuyla dikkat çeken “Persepolis”. İran’lı Marjane Satrapi’nin hayatını konu alan bir çizgi romandan uyarlanan ve siyah beyaz animasyon tekniğiyle çekilen filmin İran’da gösteriminin yasaklanması büyük yankı uyandırmıştı. Cannes’da yarışma bölümünde gösterilen, ünlü yönetmen Bela Tarr’ın son filmi “The Man from London”, Antalya’da Onur Ödülü alan Kim Ki Duk’un son filmi “Breath”, Emir Kusturica imzalı “Promise Me This”, Catherine Breillat’tan “An Old Mistress” ve Naomi Kawase’den “The Mourning Forest” de gala gösterimleriyle seyirciyle buluşacak filmler arasında. Uluslararası Avrasya Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak bir diğer film ise ünlü yönetmen David Cronenberg’in son filmi “Eastern Promises”. Londra Film Festivali’nin açılış filmi olarak belirlenen filmin başrollerini Naomi Watts ve Viggo Mortensen paylaşıyor. Londra’nın köklü ve güçlü mafya ailelerinden birine mensup Nikolai’nin, sıradan bir kadının tesadüfen ailenin kabarık suç dosyasını ele verecek deliller keşfetmesiyle kesişen hayatlarından yola çıkan film güçlü ve sürükleyici bir seyirlik vaat ediyor. Ayrıca Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde seyirciyle buluşan “And Along Come Tourists”, “The Pope’s Toilet” (El Bano del Papa) , “My Brother is an Only Child”,“Terror’s Advocate” ve Cannes’da ödül kazanan, seyirciden de büyük ilgi gören “The Band’s Visit” de Antalya’da izleyiciyle buluşacak filmler arasında yer alıyor. Festival’in özel gösterimlerinden biri de Johnny To’nun son filmi “Mad Detective”. Premier’i Antalya’da yapılacak filmin büyük ilgi görmesi bekleniyor. 2007 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’ne layık görülen “Tuya’s Marriage” ve yönetmeni Gus van Sant’a Cannes Film Festivali’nin “60. Yıl Ödülü”nü kazandıran “Paranoid Park” ve aynı Festival’de Julian Schnabel’e “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandıran “The Diving Bell and the Butterfly”, Naomi Kawase’ye “Büyük Ödül” kazandıran “The Mourning Forest” da festivalin iddialı filmleri arasında yer alıyor. Festival süresince Antalya’da olacak Naomi Kawase, gösterimin ardından izleyicilerin sorularını yanıtlayacak. BÜYÜK YANKI UYANDIRAN FİLM PERSEPOLİS ALTIN PORTAKAL’DA 60. Cannes Film Festivali’nde “jüri ödülü”nü kazanan, Marjane Satrapi’nin otobiyografik grafik romanından uyarlanan ve türünün başyapıtları arasına girmiş bir eser olan “Persepolis”, İran devrimi sırasında bir genç kızın yaşadıklarını animasyon olarak anlatarak sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Satrapi\'nin Vincent Paronnaud ile birlikte hazırladığı animasyonun seslendirme kadrosunda, Catherine Deneuve ve Gena Rowlands gibi dev oyuncular yer alıyor. İran şahının devrilmesinin ardından yaşanan İran İslam Devrimi küçük bir kız olan Marjane’nin gözünden beyazperdeye aktarılıyor. Marjane’nin hayatındaki değişimler, “örtünme şartı”, kız-erkek sınıflarının ayrımı ve Fransız okulunun kapatılması filmde yer buluyor. “Persepolis” Türk seyircisi ile ilk kez Uluslararası Avrasya Film Festivali aracılığıyla buluşacak. PUNK PUNK PUNK Festivalin merakla beklenen bölümlerinden biri de, bu yıl otuzuncu yaşını kutladığımız punk müzik üzerine. Bölümün en iddialı filmlerinden biri ise “Control”. Joy Division vokalisti Ian Curtis’in öyküsünü anlatan ve 2007 Cannes Film Festivali Yönetmenler Haftası’nın açılış filmi olan "Control", topladığı övgü ve ödüllerle özellikle öne çıkıyor. Orijinal punk sound’unun en ünlü takipçilerinden olan, çoğu müzik eleştirmenince en önemli post-punk grubu kabul edilen Joy Division, sadece iki stüdyo albümüyle büyük bir başarı yakalamış ve solistleri Ian Curtis\'in 1980 yılında intihar etmesi üzerine dağılmıştı. "Control"ün yönetmenliğini Hollandalı ünlü fotoğraf sanatçısı ve video klip yönetmeni Anton Corbijn üstlenmiş bulunuyor. Corbijn Depeche Mode, U2, Nirvana, Nick Cave and the Bad Seeds ve Joy Division gibi gruplara çektiği, klasikleşmiş video klipleriyle tanınıyor. "Control" Corbijn\'in ilk uzun metraj filmi. İKİ ÖLÜMSÜZ USTAYA SAYGI Festivalde, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, dünya sinemasının iki ünlü ismi Michelangelo Antonioni ve Ingmar Bergman için özel bir bölüm yer alacak. Sinemanın ufuk çizgisi olmuş iki büyük ustaya ayrılan bölümlerde dünya sinemacılarını derinden etkileyen filmlerden oluşan bir seçkiye yer verilecek. Ingmar Bergman’a ‘beyazperde düşünürü’ ünvanını kazandıran özgün bakış açısı, “Scenes from a Marriage” (1973) ve ustanın 30 yıl sonra bile aynı yorum pratiğini ödünsüzce sürdürdüğünü gözler önüne seren görkemli yapıtı “Saraband” ile anımsanırken, içeriği forma üstün kılma arayışında Bergman’la yarışan Antonioni de “Bulutların Ötesi” (1995) ve “Blow Up” (1966) ile anılacak. Antonioni’nin fantazya ve beyazperdeye özgü glamour’a olan eğilimlerini de ele veren bu iki yapıtın, aynı zamanda TÜRSAK’ın Sinema Tarih Buluşması seçkisinde sinemaseverlerle buluşturacağı daha özgün bir programın müjdecisi olduğu da söylenebilir. USTA OYUNCU HANNA SCHYGULLA ANTALYA’DA Festivalin “Bir Ustaya Saygı” bölümünde filmlerini izleme şansı yakalayacağımız isim ise Hanna Schygulla.. Son olarak Fatih Akın’ın Cannes Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülü kazanan filmi “Yaşamın Kıyısında”da izlediğimiz oyuncunun “Aşk Ölümden Soğuktur”, “Petra von Kant’ın Gözyaşları”, “Lili Marleen” ve “Die Ehe der Maria Braun” isimli filmleri Antalya’da gösterilecek filmler arasında yer alıyor. Filmlerin tümü sınıfsal çelişkileri ve cinsel kimlikleri cesurca, ikona kırıcı bir tavırla sorgulayan büyük yönetmen Rainer Werner Fassbinder’e ait. Festivalin sinemaseverlere sürprizi ise Hanna Schygulla’nın festival süresince Antalya’da bulunacak ve Festival Onur Ödülü’yle ödüllendirilecek olması. GÜNEY ÇİN DENİZİ’NDEN AKDENİZ SAHİLLERİNE Ülke Sineması bölümünde ise, kimi kez Batıya yakın üslubuyla dikkat çeken ama her zaman orijinalliğini korumuş, genç yeteneklere yer veren Uzak Doğu sineması, bize çok daha yaklaşıyor olacak. Yılın önemli filmlerinden “Eye in The Sky”, “Blood Brothers”, “Getting Home” ve “Seung Sing/Confessions of Pain”in gösterileceği ve Hong Kong’dan gelecek oyuncu ve yönetmenlerle zenginleşecek bölüm kapsamında söyleşi ve paneller de yer alacak. Bu yaklaşım özellikle Festivalin yıl içinde yaptığı çalışmalar üzerinden kurumsal olarak yakınlaştığı Hong Kong ve Şangay Film Festivalleriyle gelecekte daha da güçlenecek ilişkilerin müjdesi. Bir başka müjde de Çin Halk Cumhuriyeti’den beş yeni filmin Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ilk kez festivalde yer alacak olması. AVRASYA FİLM MARKET’TEN İKİ YENİ PROJE: SENARYO GELİŞTİRME FONU VE AVRASYA YAPIM PLATFORMU Avrasya Film Festivali’yle Antalya’yı yeni bir boyuta taşıyan Altın Portakal Film Festivali, 2. Avrasya Film Market’e çok daha etkili ve geniş olarak yer verirken Avrasya Yapım Platformu’yla da uluslararası yapımcıları selamlıyor olacak. Berlinale, Paris Cinema, Shanghai Co-Production, Pusan Asian Platform, Hong Kong HAF gibi etkinliklerin bir benzeri olarak tasarlanan proje platformu Avrupa Yapımcılar Kulübü, Çin Halk Cumhuriyeti Film Ofisi ve Hong Kong HAF’ca desteklenecek. Summer Palace ile Cannes gündemine oturan ve yeni projesi THE LAST HOUR üzerine çalışan Lou Ye’nin yanı sıra, Joachim von Vietinghoff (The Man From London), Antoine Simkin (FISSURES), Rustam İbragimbekov (NOMAD), Andrei Sigle (SUN, ALEXANDRA) yeni projeleriyle platforma katılacak isimler arasında yer alıyor. Projeler için başvuru ve seçim süreci 14 Eylül’ e kadar sürecek. Platform, Fondation Liban Cinema, Paris Cinema, China Film, Hong Kong Trade Council tarafından resmen desteklenirken, dünyanın en önemli festivalleri de platforma katkıda bulunuyor. Avrasya Film Festivali ve Film Marketi kapsamında TÜRSAB’ın sponsorluğunda Senaryo Geliştirme Fonu adı altında bir proje destekleme ödülü de verilecek. Yapımcılardan birinin Türkiye’den olması koşulunu taşıyan Fona başvuran ortak yapımlar arasından seçilen proje 25,000 YTL ile desteklenecek. Basın bülteni ile ilgili bütün görsellere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. http://www.tursak.org.tr/basin/resimler.zip Bilgi için: Meltem İnan – TÜRSAK – Kurumsal İletişim Direktörü - t.0212 244 52 51 – f.0212 292 03 37 Serdar Korucu – TÜRSAK – Medya Sorumlusu - t.0212 244 52 51 – f.0212 292 03 37 FESTİVAL’İN EN GÖZDE FİLMLERİ: RAINER WERNER FASSBINDER DIE BITTEREN TRANEN DER PETRA VON KANT Fassbinder’in taşkın ve kuralları yıkan draması “Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları” iktidar oyunları ile duygusal ilgi arasındaki gizli ilişkiye dair yakıcı bir eleştiri sunuyor. Sadece 10 gün içinde tek ve kapalı bir mekanda çekilen filmde Fassbinder divaları Margit Carstensen ve Hanna Schygulla göz kamaştırıcı performanslar sergilerken başyapıtın coşkun görsel ustalığı öyküdeki orkestre edilen duygusal görkemle yarışıyor. İkinci kocasından boşanmış ve ilk evliliğinden bir kızı olan Narsist modacı, duygusal anemik Petra von Kant, dekadan fildişi kulesi kabul ettiği, zengince döşenmiş apartman dairesinde, ona adeta bir köleymişçesine bağlı olan sekreteri, yardımcı tasarımcısı ve asistanı Marlene ile birlikte yaşmaktadır. Petra, 23 yaşında bir genç kız olan model olma heveslisi Karin ile tanıştığında Karin’i sadece kendine ait kılma isteğiyle ona aşık olur. Petra Karin’in kalbine girmeyi başarır fakat Karin Petra’nın servetini sömürmekten ve kendi bağımsızlığını haykırmaktan geri durmaz. Karin’in yurtdışında olan kocası ansızın eve dönünce Karin durmaksızın ona geri döner ve Petra’yı yalnız ve çaresiz bırakır. Böylece Petra gerçekte Karin’i hiç sevmediğinin farkına varır: onu sadece fanatik bir biçimde sahip olmak için istemiştir. Boğulmakta olan Petra işbirliği, özgürlük ve aşka dair vaatlerle bu defa Marlene’e yaklaşır. Fakat Marlene valizlerini toplar ve tek kelime etmeksizin Petra’yı terk eder. LILI MARLEEN Yıl 1938, Willie ve Robert birbirine aşıktır. Willie, bir Zürih gece klübünde sahne alan, tanınmamış ve büyük çıkışını gerçekleştireceği günü bekleyen bir Alman şarkıcıdır. Robert ise zengin bir Yahudi ailesinin oğludur. Robert’ın babası Yahudilerin Nazi Almanya’sından kaçmalarına yardım eden bir organizasyonun başındadır ve Robert’ın bir Alman kızı ile ilişki kurmasına, bu durum organizasyonun faaliyetlerini tehlikeye atabileceği için karşı olsa da Almanya’ya yapılacak gizli bir görevde Willie’nin Robert’a eşlik etmesine izin verir. Aşıklar İsviçre’ye döndükten sonra Robert’ın babasının onları acımasız bir şekilde oyuna getirdiğini fark ederler: Willie ülkeye giriş yapamamaktadır. İkili ayrılmak zorunda kalır. Willie Almanya’da yaşamaya başlar ve ünlü olur. En başta Münih’teki “Alter Simpl”da “Lili Marleen” ile bir çıkış yapar. Daha sonra güçlü bir Nazi olan Henkel, Willie’yi destekler ve Willie’nin söylediği şarkıyı plağa kaydettirir. Belgrad’daki Alman Askeri Radyosu bu ezgiyi çaldığında Willie kısa sürede Führer’in bile hayranlığını kazanan büyük bir Alman Nazi yıldızı olup çıkar. Robert takma isim kullanarak Willie’yi Berlin’de ziyaret eder. Ne var ki buluşmaları Gestapo tarafından gözlenmiştir. Robert tutuklanırken her şeyden habersiz Willie Doğu Cephesi’nde tura çıkar. Willie, Robert’ın babasının oğlunu özgür bırakmak için delil olarak kullanması adına Zürih’teki organizasyona teslim edilmek üzere doğu cephesindeki imha kampları hakkında bilgi taşımayı kabul eder. Ne var ki bu planlar günyüzüne çıktığında Willie’nin kariyeri mahvolur. Ümitsizliğin ve Nazilere olan korkunun pençesinde Willie intihara teşebbüs eder. Robert Calais’deki İngiliz Ordu İstasyonu’nun Willie’nin tutuklanışını ve idam kararını duyurmasını sağlayarak ona yardım eder. Willie’nin olağanüstü popülerliği Nazileri haberleri yalanlamaya iter. Willie bir kez daha sahnelere dönmeye zorlanır. Savaş bittiğinde, Willie Bir kez daha Robert’ı görür, ne var ki artık eski mutluluklarının geride kaldığını anlayacaktır. DIE EHE DER MARIA BRAUN II. Dünya Savaşı yılları, şehirler bombardıman altındadır. Hermann Braun ve Maria böyle bir zamanda evlenmeye karar verirler. Hermann’ın cepheye dönmesi gerektiği için birlikte sadece tek bir gece geçirirler. Savaştan sonra – kocasının savaşta öldüğü söylenmiştir – Maria Amerikalı siyah asker Bill ile ilişki kurar. Fakat Herrmann tutsak olduğu ülkeden beklenmedik bir zamanda eve döner. Kocası ve aşığıyla yüz yüze geldiğinde Maria Bill’e bir şişeyle burur. Bill ölür. Herrmann suçu üstlenir ve hapse atılır. Maria sanayici Oswald ile tanışır ve onun yaşamının ve işinin vazgeçilmez bir parçası oluverir. Fakat hala Hermann’ın salıverilmesini beklemektedir. Zaman geldiğinde, Hermann arkasında bir iz bırakmadan kaybolur. Ancak Oswald’ın ölümünden sonra ortaya çıkar. Maria daha sonra iki erkeğin aralarında bir anlaşma yaptıklarını öğrenir: Hermann Oswald yaşadıkça Maria’yı ona feda edecek, Oswald ise Hermann ve Maria’yı varisi ilan edecektir. Oswald’ın ölümünden sonra, uzun zamandır beklenen kutlama yerine bir felaket gerçekleşir: Maria – isteyerek veya istemeyerek – havagazı fırınını açık unutur ve radyo yayını Alman futbol takımının 1954 dünya şampiyonasını kazandığını duyururken ev büyük bir patlamayla havaya uçar. LIEBE IST KALTER ALS DER TOD Küçük çaplı bir kadın satıcısı olan Frank, sendikaya üye olmamakta direnmektedir ve Joanna adlı bir fahişeyle birliktedir. Sendika, Franz’ın peşinde bir gangster olan Bruno’yu takar. Ne var ki Franz yakışıklı takipçisi Bruno’ya aşık olur ve onunla sevgilisi Joanna’yı paylaşmayı isteyecek ölçüde büyük bir dostluk kurar. Sendika Bruno’ya bir cinayeti havale ettiğinde Franz onu işbirliğine ikna etmek için kullanılır. Bunlar olurken ikilinin üzerinde çalıştıkları silahlı soygun planı da gerçekleşmeyi beklemektedir. Ne var ki Joanna Bruno’dan usanır ve ikilinin planlarını polise bildirir. Soygun anının keşmekeşinde Bruno bir polis kurşunuyla vurulur ve ölür. Aşıklar yine eskisi gibi birbirlerine aittirler ve özgürlüğe kanat açmaya hazırdırlar. İkonik olanla ironik olanı görkemli bir sahnede kavuştururken Chabrol, Röhmer ve Straub gibi öncü isimlere selam gönderen, Anti-tiyatro grubunun suç dünyası üçlemesinin ilk bölümü ve Fassbinder’in beyazperde auteur’lük kariyerinin şafağı olan “Aşk Ölümden Soğuktur”, yeraltı dünyasında gelişen bir üçlü ilişkinin kaderini izlerken gangster türünün lügatini karıştırıyor ve yapıbozuma uğratıyor. EYE IN THE SKY / GUN CHUNG Bo, görevi suçlular hakkında istihbarat toplamak ve onları “gökyüzündeki bir göz” gibi gözetim altında tutmak olan Hong Kong Polis Departmanı’nın en gizli bölümü Suç İstihbarat Bürosu’nda çalışmaya henüz başlamış olan acemi bir ajandır. Aldığı ilk iş bir mücevher hırsızlığı çetesinin gizemli liderini takip etmektir. Yasa koruyucuları operasyonun güvenliğini sağlamak için gereken olan herşeye sahip olsalar da suçluların lideri Shan da dehadan ve polisin başını döndürecek şeytani numaralardan yoksun değildir. Bo’nun cesur fakat kuralları hiçe sayan suçluları yakalama girişimden sonra kovalamaca Hong Kong caddelerinde tehlikeli bir kedi-fare oyununa dönüşür. BLOOD BROTHERS Genç Tayvanlı yönetmen Alexi Tan, prodüktör koltuğunda John Woo ve Terence Chang gibi isimlerin oturduğu ve kadrosunda Çin sinemasının önde gelen yıldızlarını barındıran ilk filmi “Kan Kardeşler”de göz kamaştırıcı bir suç, romans ve aksiyon öyküsü kurguluyor. Sergio Leone’nin “Bir Zamanlar Amerika”sını andıran ve hatta ünlü yönetmene selam gönderden epik öğeleriyle “Çin Western”i yakıştırmasını hak eden film galasını 2007 Venedik Film Festivali’nin kapanışında yapmıştı. 1930’ların dejenere, suç ve uyuşturucu ticareti başkenti Şangay’ın dumanlı caddelerinde dolaşan “Kan Kardeşler”, yaşlarına rağmen masumiyetlerini kaybetmemiş fakat kendilerine daha iyi bir yaşam kurma hırsıyla suç bataklığına dalmaktan çekinmeyen üç arkadaşın öyküsü etrafında gelişiyor. Üç arkadaş, yeraltı dünyasına daha derinden bağlandıkça yolları kaçınılmaz olarak ayrılır. Bir zaman sonra, aralarındaki kankardeşlik yemini de onları birbirlerini düşman olarak görmekten alıkoyamayacaktır. GETTING HOME 50 yaşlarındaki Zhao, Hong Kong yakınlarında bir şehir olan Shenzen’de çalışmakta olan fakir bir göçmen işçidir. İş arkadaşı ve en iyi dostu Yaşlı Wang beklenmedik bir biçimde ölünce, Yaşlı Zhao arkadaşının ölüsünü evine götürmeye karar verir. İnatçı köylü Çin’in göz kamaştırıcı bölgelerinden geçtiği yolculuğunda her çeşitten, çok renkli Çinli karakterlerle ve eğlenceli durumlarla karşılaşır. Zhao, karşısına çıkacak her sınavı iradesi ve nüktedanlığıyla aşmayı bilecektir. Çin bağımsız sinemasının yetenekli yönetmeni Zhang Yang, ulusal ölçekte ve uluslararası alanda pek çok ödüle layık görülen üç başarılı filmin ardından bu filmde kara komedi türünün sivri dilli üslubunu kuşanıyor ve bir adam ve bir ceset arasındaki ilginç dostluğu perdeye taşıyor. 2007 Berlinale Panorama Bölümü’nde seyirci karşısına çıkan ‘Getting Home’ Selanik Uluslararası Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ dalında Altın İskender ödülüne ve Trondheim Film Festivali Büyük Ödül’üne layık görülmüştü. CONFESSION OF PAIN Melankoli ve kasvetle yıkanmış bir Hong Kong, Andrew Lau ve Oscar ödüllü “Köstebek”in yazarlarından Alan Mak’ın elinden çıkan şaşırtıcı ve derinlikli öykü “Confession of Pain”’de kusursuz bir cinayetin ve fedakarlık öyküsünün sahnesi olarak karşımıza çıkıyor. Etkileyici sinematografisiyle 2007 Hong Kong Film Ödülleri’nde “En İyi Görüntü” ödülünü kazanan ve “En İyi Aktör” ve “En İyi Özgün Film” dahil olmak üzere altı kategoride ödüle aday gösterilen filmin öyküsü, deneyimli dedektif Hei’nin kayınpederi, hayırsever milyarder Kim’in görkemli malikanesinde korkunç bir cinayete kurban gitmesi ve Hei’nin eski ortağı, artık özel dedektiflik yapan Bong’un yardımını istemesiyle gelişiyor. Cinayet, alınması bir ömre mal olmuş bir intikamın sonucu gibi gözükse de detektifler bir süre sonra kusursuz bir cinayetin faili olan bir canavarın peşinde olduklarını anlarlar: her ayrıntı özenle düşünülmüştür, her şey kusursuzca mantığa oturtulmuş ve olası sanık ve tanıkların her biri gizemli bir şekilde ortadan kaldırılmıştır. Polis, özel dedektif ve katil, düşmüş meleklerin şehrindeki kayıp ruhlar gibi üzerlerine düşeni yapmaktadırlar. Yolculuklarında attıkları her adım onları birbirlerine daha da yaklaştıracaktır; ta ki tüm taşları devirecek ve sahnede hiç kimseyi lekelenmemiş bırakmayacak korkunç bir son kapılarını çalana dek. 4 MONTHS 4 WEEKS 2 DAYS 2007 Cannes Altın Palmiye ödülü sahibi, festivalde ve büyük beğeni toplayan “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”de Romanyalı yönetmen Cristian Mingui, süssüz, neredeyse çiğ bir gerçekçilikle, istenmeyen bir eylemin bireysel sonuçları üzerinden totaliter bir toplumdaki soğukkanlı adalet anlayışını ifşa ediyor. “Altın Çağ’dan Öyküler” başlıklı toplayıcı bir projenin parçası olarak tasarlanan ve şehir efsaneleri ve bireysel zorluklar etrafında gelişen anlatılardan yararlanarak komünizm dönemi Romanya’sının sivil tarihine öznel bir bakış geliştiren film, rejimin son yıllarında Romanya’da küçük bir kasabada yaşayan iki oda ve okul arkadaşı Otilla ve Găbiţă’nın öyküsünü beyazperdeye taşıyor. İstemediği bir gebelikten muzdarip olan Găbiţă Otilia’dan yardım ister. Otilia Găbiţă için ucuz bir otelde bir oda kiralar ve Găbiţă, hatasını temizleyecek olan kürtajcı Mr. Bebe’yi beklemeye başlar. Găbiţă cezadan ve horgörüden kaçmak için herşeyi yapmaya hazırdır fakat hiçbirşey göründüğü kadar kolay olmayacaktır. PERSEPOLIS Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud tarafından, Marjane Satrapi imzalı ödüllü çizgiromandan uyarlanan Persepolis, İran İslam Devrimi sırasında ergenliğe adım atan bir genç kızın öyküsünü beyazperdeye taşıyor. Küçük Marjane dokuz yaşındayken – köktendincilerin iktidarı ele geçirdikleri, kadınları örtünmeye zorladıkları ve binlerce insanı hapse attıkları yıllarda – başlayan Persepolis’in öyküsü, Marjane’yi ebeveynlerinin onu güvenlik endişesiyle gönderdikleri ve Marjane’nin ülkesinden kaçmasının tek nedeni olan dinsel köktencilik ve aşırılıkla bir tutulduğu Avrupa’da geçirdiği yıllara ve kahramanımızın yetişkinlik çağına dek izliyor. Fransız versiyonunda seslendirme kadrosu içinde Catherine Deneuve gibi star’lara da yer veren Persepolis, 2007 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştı. THE MAN FROM LONDON Ünlü Macar yönetmen Bela Tarr’ın Belçikalı yazar Georges Simenon’un aynı adlı romanından uyarladığı, 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan “The Man From London” 60’ların ünlü film-noir’larının gergin ve yoğun atmosferini canlandırırken güçlü “varoluşçu tonlaması”yla dikkat çekiyor. Fransa’da bir limanda çalışan orta yaşlı bir görevli esrarengiz bir cinayete şahit olur ve cinayet mahallinde para dolu bir bavul bulur. Olayın hemen ertesinde İngiltere’den bir müfettişin bölgeye gelmesiyle, bir vurgunun ganimetine el koyduğunu anlar. Bu noktadan sonra yaşamı hiçbir zaman aynı olmayacaktır. THE MOURNING FOREST 1997 Cannes Altın Kamera ödülü sahibi, 2003’te Altın Palmiye için yarışan Japon yönetmen Naomi Kawase, yaşlılık ve yas olgularını merkez alan içten ve dokunaklı bir öyküyle beyazperdeye geri dönüyor. Samimiyeti ve fedakarlığı insan ilişkilerinin merkezine geri çağıran “The Mourning Forrest”2007 Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’e layık görülmüştü. Shigeki yaşamını bir huzur evinde geçirmekte olan yaşlı bir duldur. Ona en büyük desteği, kendisi de bir ailesinden bir yakınını kaybetmiş olan Machiko vermektedir. Machiko, Shigeki’nin doğumgününde onu arabayla bir kır gezisine çıkartır. Ne var ki ikilinin arabaları bir hendeğe düşer ve Shigeki, adeta gizemli bir sesi dinliyormuşçasına, kararlı bir şekilde ormana doğru ilerlemeye başlar. Machiko’nun onu takip etmekten başka seçeneği yoktur. AND ALONG COME THE TOURISTS 2007 Cannes Film Festivali “Belirli bir Bakış” seçkisinde seyirci karşısına çıkan “And Along Came the Tourists”, alışılmadık bir artalanda gelişen bir aşk ve kültürlerarası ilişki öyküsü anlatıyor ve Auschwitz’den, günümüzün perspektifinden bakarak, zekice, empatik ve öğretici bir yoldan da bahsedilebileceğini kanıtlıyor. Genç Alman Sven ülkesinde askerlik yapmak yerine yurtdışında sivil hizmet vermeyi seçer ve kendini Polonya kasabası Auschwitz’de bulur. Sven, ona lise tarih derslerini anımsatan boğucu gri havayla kaplı bu küçük kasabada, kampın eski tutsaklarından olan ve zamanını Avrupa’nın her yerinden kampa getirilen Yahudilerden alınan eski bavulları onararak ya da yaşayan bir tanık olarak ziyaretçilere konuşmalar yaparak geçiren ihtiyar Bay Krzeminski’ye bakmakla görevlendirilmiştir ve Krzeminski’nin huysuz tavırlarının yanı sıra yerli halktan kişilerin önyargılarıyla da baş etmek zorundadır. Ne iyi ki genç adamın yanında, onun evinde kalmasına izin veren genç Polonyalı rehber Ania vardır. Karmaşık duygular içindeki Sven bir süre sonra bulunduğu yerin korunmasında kendine düşen görevi anlayacak ve Ania için beslediği duyguların farkına varacaktır. THE POPE’S TOILET Yıl 1988. Papa II. Juan Pablo Melo kentini ziyaret edecektir. 50,000 kişinin onu görmeye gelmesi beklenmektedir. Kasabanın mütevazı sakinleri insanlara yiyecek ve içecek satarak zengin olacaklarına inanmaktadırlar. Bisikletiyle kaçakçılık yapan Beto, evinin önüne, gelen geçene kiralamak için bir tuvalet inşa etmeye karar verir. Ne var ki Papa’nın ziyaretinde hiçkimse hiçbirşey satamaz ve sadece yaşlı bir kadın tuvaleti kullanır. Beto’nun hayalleri suya düşmüştür fakat bu macera sayesinde kızı onu daha iyi anlama fırsatı bulacaktır. Uruguaylı yönetmenler César Charlone ve Enrique Fernandez’in ortak imzasını taşıyan “The Pope’s Toilet”, gösterim tarihinden önce ödüllere layık görülmüştü. MY BROTHER IS AN ONLY CHILD 2007 David di Donatello Ödülleri’nde ‘En iyi Senaryo’ ve ‘En İyi Aktör’ de dahil olmak üzere dört kategoride ödül alan “My Brother Is An Only Child” iki kardeşin öyküsü üzerinden İtalyan yakın tarihinin çalkantılı yıllarına uzanıyor. Accio serserice düşüncesiz ve kuralsız davranışları ile ebeveynleri için bir felakettir. Her mücadeleye ciddi bir savaşa giriyormuşçasına giren Accio, istediğini elde etmek için savaşan bir irade timsalidir. Öte yandan Manrico yakışıklı, sosyal ve karizmatiktir ve çevresi tarafından çok sevilmektedir. İtalya’nın yavaş yavaş politik mücadelenin girdabına kapıldığı yıllarda iki kardeş zıt politik kamplara düşerler. Aralarındaki rekabet, ikisinin de aynı kadına aşık olmalarıyla daha da alevlenecektir. TERROR’S ADVOCATE Komünist? Anti-kolonyalist? Aşırı sağcı militan? Hangi fikirler Jacques Vergés’nin ahlak anlayışını temellendirir? 2007 Cannes Film Festivali “Belirli bir Bakış” bölümünde seyirci karşısına çıkan “Terror’s Advocate”, ‘şeytan’ın avukatı’nın izini sürüyor ve Fransız hukuk tarihine geçmiş en esrarengiz kişiliğin gizemini aydınlatmaya çabalıyor. Genç bir avukat olduğu yıllarda Cezayirli bağımsızlıkçılar adına café’leri bombalamaktan idama mahkum edilen ‘la Pasionaria’ lakaplı Djamila Bouhired’i savunmasıyla tanınan Vergés, etkileyici kariyeri boyunca Çakal Carlos gibi teröristlerin savunmalarını üstlendi ve Nazi teğmeni Klaus Barbie gibi tarihi canavarları mahkeme salonlarında temsil etti. Genç yönetmen Erin Kolirin, 2007 Cannes Film Festivali “Belirli bir Bakış” bölümünden Coup de Coeur ödülüyle dönen film kültürlerarası ilişkilere odaklanıyor. THE BAND’S VISIT İskenderiyeli bir Polis Bandosu, bir Arap Kültür Merkezi’nin açılış töreninde çalmak üzere İsrail’e davet edilir. Ancak bürokratik bir karışıklık nedeniyle bando üyelerini havaalanında karşılamaya kimse gelmez. Müzisyenler verilen adresi kendi başlarına bulmak zorundadırlar. Bindikleri otobüs onları çölde unutulmuş kasabada bırakır. Ertesi sabaha kadar şehre dönme şansı kalmayan bando, kasabadaki café’nin güzel işletmecisi Dina’nın, geceyi onun evinde geçirmeleri teklifini kabul eder. Bu zorunlu konaklama sırasında yaşanacak aksilikler bando üyeleriyle kasabalılar arasında dil ve kültür engellerini aşan bir dostluğun temelini atacaktır. TUYA’S MARRIAGE 2007 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne layık görülen “Tuya’nın Evliliği”nde yönetmen Quanan Wang, annesinin doğduğu topraklara uzanıyor ve modern dünya tarafından tehdit edilen yaşamları ve eski gelenekleri şiirsel bir üslupla perdeye taşıyor. Hükümetin göçebe çobanları şehir yaşamına uymaya zorladığı kuzeybatı Moğolistan’ın uçsuz bucaksız steplerinde, güzel Tuya toprağını terk etmemek için direnmektedir. Tuya ayrıca engelli kocası Bater’in – iyi niyetli – boşanma ısrarlarına da karşı koymaktadır. Bir gün, ani bir hastalık Tuya’yı, en azından Bater’e bakabilecek birini bulabilme umuduyla tekrar düşünmeye iter. Ne var ki Tuya’nın taliplerinden hiçbiri Bater’in yükünü de üstlenmeye niyetli değildir, eski okul arkadaşı Baolier dışında. PARANOID PARK Amerikan bağımsız sinemasının ünlü yönetmeni Gus van Sant, Amerikan liselerini saran şiddet sorununa eğildiği 2003 tarihli sansasyonel filmi “Fil”in ardından “Paranoid Park”ta bir kez daha ergenlerin dünyasına giriyor. Blake Nelson’ın aynı adlı romanından uyarlanan “Paranoid Park” 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı ve 60’ıncı Yıldönümü Özel Ödülü’nün sahibi oldu. ”Paranoid Park”, kaza sonucu bir güvenlik görevlisinin ölümüne sebep olan genç kaykaycı Alex’in öyküsünü perdeye taşıyor. Vicdan azabı ve korkuyla felç olan Alex Portland bir süre tek başına Portland sokaklarında dolaşır ve kaza hakkında kimseye tek kelime etmemeye karar verir. Fakat yeni tanıştığı Macy’nin tavsiyeleri, acıyla başa çıkma sınavında ona yardımcı olacaktır. EASTERN PROMISES Efsanevi Kanadalı yönetmen David Cronenberg, 2005 tarihli “A History of Violence”ın ardından perdeye bir başka suç ve hesaplaşma öyküsüyle dönüyor. Oyuncu kadrosu Viggo Mortensen ve Naomi Watts gibi güçlü isimleri barındran “Eastern Promises”, Londra’nın en ünlü suç şebekelerinden bir tanesinin üyesi olan Nikolai’ın öyküsü etrafında gelişiyor. Organizasyonu tarafından potansiyel bir tehdit olarak görülen Anna adlı masum bir ebeyle ilgilenmekle görevlendirilen Nikolai, bu görevde hayatının en büyük sınavıyla karşı karşıya kalacaktır.
Sis ve Gece, Valencia Film Festivali\'ne Seçildi
17.08.2007

Sis ve Gece, Valencia Film Festivali\'ne Seçildi

Turgut Yasalar\'ın Ahmet Ümit’in eserinden uyarladığı Sis ve Gece, Valencia Film Festivali’ne seçildi. Selma Ergeç, Uğur Polat, Ayten Uncuoğlu ile Sara Meriç’in oynadığı film sinemamızın en başarılı polisiye filmlerinden biri olarak nitelendiriliyor. Sedat bir gizli servis elemanıdır. Bir amir, bir ağabey, bir dost olarak sevdiği Yıldırım bir süre önce öldürülmüştür. Sedat amirinin kendi servisince öldürüldüğüne inanmaktadır. Sedat için mesleği her şeyin önünde gelmektedir. Ancak teşkilat içi çatışmada Sedat da pasifize edilmiştir. Onu yaşama yeniden bağlayacak tutkulu bir şey gerekmektedir. O tutkulu ilişkiyi genç bir kız olan Mine’de bulur.