‘Sinema ve Müzik’
22.05.2008

‘Sinema ve Müzik’

Acaba beyazperdeden peşi sıra akan bütün o görüntüler, arkalarında armonik notalar olmadan ne kadar çekici olabilirdi? Düşündüğümüz zaman, müziksiz bir hayat ne kadar manasızsa, bir sinemasever için de akıcı melodiler olmadan kurgulanmış bir film o kadar manasızdır. Film müzikleri bir filme karakter ve hüviyet kazandırmak için tüm hünerlerini sergiler. Öyle ki görüntüler ne kadar aksini iddia ederse etsin, bir aksiyon filmi yumuşak müzikler ve kederli melodilerle, tüm vurdu kırdıya rağmen sıradan bir dramadan öteye geçemez. Film müzikleri tıpkı sinemanın kendisi gibi hareketli bir ilerlemeye tabidir. Sinema tarihinin başlangıcında seyirciyi eğlendirmek için sadece kulak doldurmak üzere çalınmış bilindik klasik müziklerden öteye geçemeyen film müzikleri, özellikle son on yılda olmak üzere büyük bir atılım gerçekleştirmiş ve neredeyse sinemadan ayrı bir sektör kolu olarak sivrilmeyi başarmıştır. Sessiz filmlerde kullanılan müziklerin değişim göstermeye başladığı, filmin tarzı ve karakterini belli eden müziklerin bestelenmeye başladığı dönemler, Chaplin filmlerine denk gelmiştir. O döneme kadar opera ve baleden yedinci sanata geçiş aşamasında bir köprü olan müzik, 1915’ten itibaren filme ait müzik temasına uygun şekilde vücut bulmaya başlamıştır. 1930'larla birlikte sesli filmler çekilmeye başlanmıştır. Sessiz filmden sesli filmler dünyasına geçişte, siyah beyaz ekranı renklendiren unsurlar özellikle Chaplin filmlerinde komedi unsurunu veren müziklerdi. Sesli filmlere geçiş dönemi beraberinde müzikalleri getirdi. Özellikle o dönem ünlü Amerikalı şarkıcıların boy göstermeye başlamasıyla, o zamana kadar filmin tempo ve ritmini ayarlayan klasik müzik yerini kadife sesli caz sanatçılarının nağmeli sözlerine bırakmaya başladı. Caz severlerin en iyi bildiği şarkılardan biri olan Frank Sinatra’nın “Singing in the rain” şarkısı eşliğinde yağmur altında yapılan o dans, bu dönemin özeti gibidir. Sinemada film müziklerinin fonda kalmaktan kurtulup, müzisyenlerinin adıyla ve ölümsüz besteleriyle anılmaya başlandığı dönemse 70'li yılların başına bizi getirir. Bugün bile müzikal anlayışı ile yeraltı dünyasını konu alan filmlere ilham veren Nino Rota’nın “Baba” için yapmış olduğu müzikler, tema müziği kavramının doğuşunu sağlar. Bu doğuşla birlikte tema müziği kavramı gelişmiş ve günümüz klasiklerinin çoğu, bu kavrama dayanarak hem eşsiz senaryoları, hem de filmle bütünlük sağlayan tema müzikleri ile zihinlerimize kazınmıştır. Öyle ki Baba filminin tema müziğini duyduğunuzda ortama bir ağırlık çökmüş, Rocky’nin efsanevi “Eye of the Tiger”ın giriş müziği aerobik ve fitness salonlarında çalar olmuştur. Bizler de kaçınılmaz olarak havayı yumruklayan boksörler olmuşuzdur. Kaçınılmaz olarak bu döneme kadar uzanan ve film müziklerine şekil veren efsanevi besteciler ortaya çıkmıştır. Bu dönemden başlayarak özellikle 80’lerden sonra film müziğini yeniden tanımlayan isimlerin başında John Williams gelir. Seksenden fazla eserin müziğini bestelemiş olan bestecinin “Schnidler’s List”, “Star Wars” ve “Indiana Jones” üçlemeleri ile “Jaws” ve “Superman” gibi tema müziğinin tanımını yapacak cinsten eserlerde imzası vardır. En iyi Western filmlerinin gerçek bir klasik olmasında en büyük paya sahip olan Ennio Morricone ise “İyi, Kötü ve Çirkin” ve “Birkaç Dolar İçin” gibi filmler dışında “Bir Zamanlar Amerika”, “Kill Bill” gibi filmlerde de büyülü melodileri işler. Jerry Goldsmith’in “Omen” ve “Robocop” temaları, “Cesur Yürek” ve “Titanik” için yaptığı müziklerle dikkat çeken James Horner; özellikle “Görevimiz Tehlike”nin müzikleri ile sevilen Danny Elfman ve günümüzün filmlerinin çoğunda imzası bulunan müzik dâhisi Hans Zimmer gösterilebilecek eşsiz örneklerdendir. Film müziklerinin sektörel bazda ayrılmaya başladığı yıllar 90’lı yılların başıdır. Film müzikleri olgusu, “soundtrack” kelimesi ile dilimize girip artık kendisine sinemadan farklı bir alan yaratmayı başarmış ve ekonomik olarak film yapımcılarına yeni bir sektör açmıştır. Artık filmlerin beyazperdeye çıkmasıyla birlikte aynı anda filmin müziklerinin veya filmde çalan müziklerin içinde bulunduğu soundtrack albümleri piyasaya çıkmaya başlar. Bu zamanda çıkan albümlerin hepsinin ortak özelliği enstrümantal müzikleri barındırıp, filmde yer almayan müzikleri barındırmamalarıydı. Bu ağırlık 2000’li yıllarla neredeyse filmden bağımsız albümlere kaymaya başlamıştır. Filmin içinde dahi yer almayan müzikler, gruplar ve parçalar; filmin karakterine uygunluk sağlayacak bir şekilde albümün içine oturtulmuştur. Bu tip soundtrack albümlerinin dönüm noktası ise “Matrix” filminin soundtrack albümüdür. Değişimin önemli sebeplerinden biri popüler müziğe nazaran tırmanışa geçen alternatif müzik ve rock müziğin enerjisinden son dönem aksiyon ve bilimkurgu filmlerinin karakter yapısına tamamen uymasıdır. Filmlerde bulunmayan veya işitilmemiş parçaların albümlere konmasının sebebi ise genç ve dinamik olan bu müziğin hem tarifsiz bir enerji barındırması hem de sinemaseverler ile müzikseverler arasında bir bağ yaratılmaya çalışılmasıdır. Bununla birlikte yapımcıların astronomik rakamlarla çalışan usta besteciler yerine daha düşük maliyette, hevesli ve heyecanlı grupların parçalarına yer vermeyi tercih etmeleri de kulislerde konuşulmakta. Film müziklerinin filme karakter verdiğini belirtmiştik. Bu değerden yola çıkarak incelersek müziğin armonik yapısı ve türünün ne kadar belirleyici olduğunu görebiliriz. Tarihi ve fantastik filmlerde orkestral ve enstrümantal müziğin ağırlığı tamamen hissedilir. Savaş başlangıçlarında vurmalı çalgılar savaşın tamtamlarını taklit ederken, usta bir maestronun şefliğinde klasik müziğin her notası, filmin her duygusunu vermek için, tabir-i caizse filmi size kulaklarınızla izletmek için tüm hünerini sergiler. Akabinde gerilim vermek için minör akorlardan giren yaylı enstrümanlarla seyirci gerilir. Filmin bölgeselliğini vurgulamak için yöresel enstrümanlar atmosferi yaşatma da birebirdir. Örneğin “Cesur Yürek’”teki gayda performansları, çöllerde geçen sahnelerde arabesk müziğin ağırlığı hissedilir. Bununla birlikte bilim-kurgu filmlerinin vazgeçilmez müzik türleri; tekno, progresif, rock gibi sert tonlarla kurulan eserlerdir. Romantik komedilerin baskın pop müzik anlayışı basmakalıp olmakla birlikte bu tip filmler için biçilmiş kaftandır. Yedinci sanatın türünü belirleyen en önemli etken anlaşıldığı üzere onun müziğidir. Yedinci sanat ifadesinin sinemaya verilmesinin bir diğer sebebi de, görselliğiyle büyülemesinin yanında seyirciye işitsel bir şölen sunmasından da kaynaklanır. Sözün özü: Sinemaya bir bütün olarak baktığımızda; oyuncular, senaryo ve görsellik sinemanın bedeniyse, film müziği de onun ruhudur. Bu yüzdendir ki müziksiz bir film ruhsuz bir bedenden farksızdır.   Premier Grup Yazar: Tamer SAĞCAN
Merve İldeniz ‘Hadi Gari Cumhur’da
22.05.2008

Merve İldeniz ‘Hadi Gari Cumhur’da

Uzun yıllardır Bodrum'da yaşamını sürdüren Merve İldeniz, Bodrum filminde kamera karşısına geçecek. Filmin yönetmeni ve senaristi Harun Özakıncı ile 25 yıl öncesine dayanan tanışıklıkları Merve'yi sette Nihan rolüyle buluşturacak. Filmin kurumsal niteliğini oluşturan Bodrum halkı ve Bodrum'da yaşayanlar, rollerinin getirisini Cemal Uslu İlköğretim Okulu’na bağışlayacaklar. Hazırlıkları tüm hızıyla devam eden “Hadi Gari Cumhur” filmi; artık bir Bodrumlu olan Merve İldeniz'in, gerçek yaşam öyküsüyle de benzerlikler göstermekte. İstanbul’daki hormonlu gıdalardan, trafik sıkışıklığından ve kirli havadan bunalıp, Bodrum’a yerleşip hediyelik eşya dükkânı açmak ve Bodrum’da yaşamak isteyen entel Nejat’ın hippi karısını canlandıracak olan Merve İldeniz, “Büyük şehirlerin sahte yaşantısı yerine Bodrum’da hippi olmayı tercih ederim; gerçek hayatta da Nihan karakterinin yarısı kadar hippi sayılırım zaten” dedi. Merve İldeniz, filmden elde edeceği gelirin Bodrum Cemal Uslu İlköğretim Okulu’na bağışlanmasını şart koştu...
‘O…Çocukları’ Mercek Altında!
21.05.2008

‘O…Çocukları’ Mercek Altında!

Vizyona girmeden önce, tepki toplayan ismi ile gündeme gelen “O…Çocukları” filmi hakkında farklı görüş ve değerlendirmelerin yer aldığı üç ayrı kritik, ana sayfamızda Sineyazılar bölümünde yayınlandı. Murat Sünter, Serkan Tavşanoğlu ve Mücahit Yılmaz tarafından kaleme alınan kritiklerde, tartışmalara neden olan “O…Çocukları” isminin filme uygun olup olmadığı; Demet Akbağ, Özgü Namal, Altan Erkekli, İpek Tuzcuoğlu ve Sarp Apak gibi ünlü isimlerden oluşan oyuncu kadrosunun performansları ve 12 Eylül 1980 ihtilalinin filmin senaryosundaki rolü gibi konular üzerinde duruluyor. Uzun zamandır adından söz ettiren ve gösterime girdiği ilk hafta Türkiye box office listesinin zirvesine yerleşen “O…Çocukları” filmi ile ilgili düşüncelerinizi sinemaseverler ile paylaşmak isterseniz, yorumlarınızı bekliyoruz. “O…Çocukları” Film Kritiklerinden Alıntılar: Herkes Şanslı Doğmuyor (Serkan Tavşanoğlu)
Festival Programından Çıkarılan “Bir Yudum Sevgi”
21.05.2008

Festival Programından Çıkarılan “Bir Yudum Sevgi”

11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'nin gösterim programından son dakikada çıkarılan “Bir Yudum Sevgi”; Türk sinemasının cv’si en sağlam filmlerinden biridir. Türkiye’de feminist hareketin ivme kazanmasıyla birlikte, Duygu Asena çıkışlı, kadını ''varoluşsal'' nitelikleri anlamında sorgulayan ve göz önüne koyan bir süreçte; Atıf Yılmaz'ın çektiği bir dizi kadın filminden biridir.    “Bir Yudum Sevgi”yi, genel anlamda kadın erkek ilişkileri üzerine yapılan filmlerden ayıran temel bir özellik vardır. Bu tür filmlere konu olan ilişkiler, sürekli toplumun daha sosyal ve ekonomik anlamda üst katmanlarında yaşanırmış gibi anlatılırken, “Bir Yudum Sevgi”de kenar mahallenin sıradan gibi duran ama sıradan olmayan küçük dünyasından anlatılır  kadın ve erkeğin tüm alt duyguları... Filmin fonunda yer alan fabrika, işçilerin yaşamlarına ait ayrıntılar; detaycı, naif ve hoştur. Elbette bunda Latife Tekin'in olağanüstü gözlemciliğinin yanı sıra; varoşları, işçileri, onların sorunlarını çok iyi biliyor olmasının payı büyüktür. Bu filmin bütün sıcaklığı ile size geçmesindeki önemli etkenlerden biri de, öykünün, filmin oyuncularının birçoğunun toplumsal duyarlılıklarından dolayı yakın durdukları bir iklimden olmasıdır.   Hale Soygazi, gerçek hayat hikâyesinden senaryolaştırılmış bu filmin kahramanlarıyla bire bir görüşmüş, film öncesinde uzun bir süreyi o mahallede onların tarzında kılık kıyafetler giyerek gündelik hayatlarının içinde geçirmiştir.   Filmin temelde iki ana karakteri vardır. Kadın, ekonomik bunalımla, işsiz güçsüz ayyaş kocasının (Macit Koper) ilgisizliği arasında bunalmış, dört çocuk doğurmasına rağmen (!);içsel coşkularını, cinsel kimliğini, tutkularını bastırmış; eş ve anne olmanın yüküyle içsel başkaldırılarının arasında kalmış, mutsuz Aygül'dür (Hale Soygazi). Erkek ise; geleneksel yapıdan kaynaklanan, aslında erkekleri de seçimleri konusunda çok özgürleştirmeyen bir seçimsizlikle (gelenek), aile baskısı sonucu teyze kızı (Meral Çetinkaya) ile evlenmek zorunda kalmış Cemal'dir. Köyden taşınmış geleneklerle yaşanılan bir eşle, kent arasında sıkışmış bir hayattır onunki de.   Kocasının çalışmaması sonucu çocuklarını geçindirebilmek için iş arayan Aygül'ün yolu aynı fabrikada Cemal’le kesişir... Öyküsünü, temelde iki karakter odağında anlatıyor gibi gözükse de filmin dokunduğu ve ele aldığı konunun derinliği ve boyutu büyüktür. Belki de toplumsal yapımızın en mahrem ve en dokunulamaz alanına çomak sokmaktadır. Toplum önderi iddiasındaki bir takım odakların, ahlak diye diye sürekli üstünü örtmeye çalıştıkları, ama insanın doğasında var olan, cinsel taleplerin açığa çıkmasının sınıfsal bir sorun ya da onların nitelemesi noktasından bakınca bir yozlaşma değil; insani olduğunun dışa vurumudur. Eğer cinsellik temelli bir sorgulamadan bakılacaksa; yozlaşan ahlak, temiz ve insani duygularla sevgi ve güvene dayalı bir sığınmışlığın yaşattıkları mıdır? Yoksa parayla, güçle, satın alarak; kadını cinsel bir meta gibi kullanmak mıdır? Bu soruların cevaplarını da düşündürten film, “evli ve çocuklu insanlar aşık olamaz mı” sorusunun bir anlamda yanıtıdır da...            Aslında film soruları sorar, ortaya bir olay örgüsü koyar ve kendi yanıtınızı vermenizi bekler... Film fazlasıyla insanidir, öteki eşlerin hiçbirini karanlık ve kötü çizmez; aksine onların da yanlış bir işleyişin kaybedenleri olduğunu ortaya koyar... Yoksulluk üzerine duygu sömürüleri yapmadan, sıradanlaşmadan, pembe tablolar çizmeden, bütün sıcaklığı ile anlatır öyküsünü... Ana karakterlerin başarılı oyunlarının yanı sıra, tüm yan rollerdeki samimiyeti de hissedersiniz film boyunca... Bir kadın ve bir erkek arasında varlığı asla yadsınamayacak cinsel çekimi, tutkuyu ve sonuçlarını ortaya koymaktan çekinmez film. Cesurdur... Belki de tek cevabını sadece mutlu sonla bitirerek verir. İronik bir göndermeyle sahnelediği Cemal'in annesinin büyü faaliyetlerine, çevrenin gizliden baskısına rağmen başkaldırının (duyguların) tarafında yer alır... Ve finalinde, beş çocuklu bu yeni yaşamın fotoğraflarında özellikle erkeğin yüzünde ki değişime dikkat çeker. Geçim derdinin korkusudur bu, ama mutluluğun da resmidir...                 Eğer bugüne kadar izlemediyseniz, 22. Antalya Film Şenliği’nde gösterilen, Atıf Yılmaz’a en iyi yönetmen, Hale Soygazi’ye en iyi kadın oyuncu, Macit Koper’e en iyi yardımcı erkek oyuncu ve Yalçın Tura’ya en başarılı müzik dallarında Altın Portakal kazandıran; 1986 Uluslararası İstanbul Sinema Günleri'nde en iyi film ödülüne layık görülen ve Sinema Yazarlarının “1984–1985 mevsiminin en başarılı filmleri soruşturması"nda 2.sırayı almış bu filmi mutlaka izleyin... “Bir Yudum Sevgi”; Türk sinemasının, derdini doğallıktan kopmadan, öyküsünü hiç sağa sola sapmadan hızla anlatabilen yüz aklarından biridir. Premier Grup
'Sex and the City' 30 Mayıs'ta!
20.05.2008

'Sex and the City' 30 Mayıs'ta!

Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis, Cynthia Nixon'un rol aldığı efsanevi dizi “Sex and the City”nin sekiz yıl süren çalışmaların ardından çekilen filmi 30 Mayıs 2008’de dünya sinemalarıyla aynı gün Türkiye'de de vizyona giriyor. Yönetmenliğini Michael Patrick King’in üstlendiği, senaryosunu yine Michael Patrick King ve Candace Bushnell’in yazdığı “Sex and the City: The Movie” filmi ekonomik bağımsızlığını elde etmiş otuzlu yaşlardaki dört kadının hikayesini anlatıyor. 1998-2004 yılları arasında sekiz "Altın Küre"nin de içinde bulunduğu 50'ye yakın ödül kazanan “Sex and the City” dizisinin beyazperde uyarlamasında bu sefer yine birbirleriyle cinsel arzularını, fantezilerini, inanç ve düşüncelerini tartışan ve paylaşan 40'lı yaşlarındaki dört kadının öyküsü anlatılıyor. Dizinin baş kahramanı Carrie Bradshaw'ı canlandıran Sarah Jessica Parker'ın anne olunca diziyi bırakmasının ardından sona eren 94 bölümlük "Sex and the City" efsanesinin filmi, tek bir California sahnesi dışında New York'ta çekildi. 2000 yılından bu yana beyazperdeye aktarılması planlanan ve geçen yıl bütün oyuncularla anlaşma imzalanmasının ardından çekimlerine başlanan “Sex and the City: The Movie”nin çekimleri, 65 milyon dolar bütçeyle tamamlandı. Türkiye’ye Fida Film’in getirdiği “Sex and the City: The Movie” filmi 30 Mayıs 2008’de  Kuzey Amerika, Fransa ve İtalya sinemalarıyla aynı gün Türkiye'de de vizyona giriyor.
O...Çocukları
20.05.2008

O...Çocukları

Yabancı filmlere ülkesinde verilen isimlerin ilgi çekemeyeceği düşünüldüğü an, gösterime girmeden filmin içindeki çarpıcı bir ayrıntıdan isim verme gibi bir lüksü var dağıtım şirketlerinin. Türk filmlerinde ise bu görev senaristin kaleminde gizli oluyor çoğu zaman. Bu hafta bu açıdan görevini fazlasıyla yerine getirmiş bir film var vizyonda; “O. Çocukları”… Senaryosunu Sırrı Süreyya Önder’in yazdığı ve yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun üstlendiği “O...Çocukları”nın oyuncu kadrosunda; Altan Erkekli, Özgü Namal, Demet Akbağ, Mahir İpek, İpek Tuzcuoğlu ve Sarp Apak gibi isimler var. Filmin kısaca özeti; 12 Eylül 1980 ihtilalinin etkileri ile birlikte, hayat kadınları ile onların çocuklarının hayatları olarak nitelendirilebilir. Senaristin bir başka 12 Eylül 1980 içerikli filmi “Beynelmilel”di. Olaya bu açıdan bakıldığında “Beynelmilel” 12 Eylül 1980 döneminin üzerinde daha çok durmuş ve dönemi yaşayanların beğenisini kazanmıştı. Bu noktada bir ayrıntıyı dile getirmekte fayda var. Filmin daha geçen ay çekimleri sürerken bu ay vizyonda olması. Konu ile ilgili olarak bir show programına katılan filmin oyuncularından  Demet Akbağ’ın açıklaması çok ilginç : “Geçen ay çektiğimiz bir filmi heyecanımız dinmeden bu ay vizyonda görmek çok güzel oldu.” İnsanın aklına “heyecanın dinmesi gerekiyormuş” diye bir düşünce geliyor. Çünkü filmin aceleye getirildiği başından sonuna kadar açıkça belli oluyor. Filmin vizyona girmesi biraz zaman alsaydı birçok sahne eklenir ya da çıkartılırdı. Örneğin: “O...Çocukları”nda 12 Eylül 1980 dönemi ile giriş yapılsa da, neredeyse hiçbir bağlantı kalmıyor süre ilerledikçe. Filmin başında alta yazılan; İstanbul – 1981 bilgisinden sonra 1981 yılında olunduğuna dair pek bir inandırıcılık yok. Olaylar zaten günümüzde de aynı. 12 Eylül dönemi, hayat kadınları ve çocuklarının hikâyelerine odaklanmış filmin üzerinde bir kambur gibi duruyor. Birkaç sahne ile dönülmeye çalışılsa da, işin içinden çıkılamaz bir hal alıyor ve tabir-i caizse batırıyor kendi kendini. Bir diğer açıklama da Özgü Namal ve Sarp Apak’tan; “O kadar şey anlatmaya çalıştık, film yaptık, herkes öpüşme sahnemize taktı.” Bunun sorumlusu da maalesef altından kalkamayacak çok konu işlemeye çalışan senaryo. Sahne aşırı derece de gereksiz zaten. Hayat kadınlarının ve de çocuklarının yaşadıkları filmin tek konusu olsa idi eğer, filmin daha başarılı olacağı işten bile değildi. Çocuk karakterler beklendiğinden çok daha iyiler. Anneleri de aynı ona keza. Bu konuda herhangi bir sorun yok. Fakat senaryoda bir İtalya – Türkiye ve de İtalyanca olması filme zenginlik katmış gibi gözükse de, aksan sorunları olabileceği üzerinde durulamamış. Ve bu İtalyanca – Türkçe tercümesi işi yapan karakteri canlandıran Özgü Namal‘ ın sonu olmuş. İtalyanca’yı konuşurken iteklendiği ve de her an öksürecekmiş gibi bir his doğuruyor. Karakter performanslarına bakıldığı zaman listenin en başında Demet Akbağ var. Eskiden hayat kadınlığı yapmış, şimdilerde ise hayat kadınlarının çocuklarına bakıcılık yapan bir kadını canlandırıyor. Kendisi bir söyleşide; ülkemizde kadın temasını işleyen film azlığından yakınıyor ve bir kadın hikayesinde oynamak istediğini belirtiyordu. Filmden geriye kalan tesellilerde kendisi var, rolünün hakkını sonuna kadar vermiş ve genel kanıya aynen katılıyorum; filmi sırtlamış, götürmeye çalışmış. Filmde fazla gözükmeyen ama gözüktüğü yerde oyunculuk dersleri veren bir Altan Erkekli gerçeği var. “Her rolde oynar” denilecek nadir kişilerden. Sarp Apak Avrupa Yakası’ndan kalma haliyle, her an bir espri yapıp güldürecekmiş gibi geliyor olsa da, elinden geleni yaptığı söylenebilir. Mahallenin abisi karakteri kendisine yakışmış fakat aşkını kelimelere dökmekte sorunları var. Yukarıda belirttiğim gibi filmin 1981 İstanbul’unda geçmesi gibi bir özelliği olsa da, işin hakkını veremiyor. Yurtdışında aynı örnekten hareketle çevrilen filmlerde eskiye dönüldüğü her karede hissediliyor. Eski eşyalardan kıyafetlere, araçlardan teknolojiye, yapılardan konuşmalara kadar her detaya iniliyor.   Bu konuda Türk sinemasının yaptığı tek çalışma tüm yolları boşaltmak ve mümkünse detaya inmemek. “O...Çocukları”nda bu sayılanlara birer örnek gösterilebilir fakat beklentileri karşılamadığı da bir gerçek. Filmin çarpıcı yerlerinde sesiyle ve müziğiyle giriş yapan Kıraç gerçeğini göz ardı etmemek gerek. Kıraç bu konuda hedefe emin adımlarla ilerliyor. Fakat Kıraç’tan ziyade akıllarda kalan bir de Romine Power – Al Pano ikilisinin “Felicita” isimli parçası var. Çocukların bir anda bu şarkıyı söylemesi inanılmaz bir tezat. Son olarak, filmin finali tam bir rezalet. Özgü Namal’ın filmin başında söylediği fakat jürinin beğenmediği parça ile sonda alkış tuttuğu arasında zaten bir fark yok, ayrıca dudakları ile parçanın uyuşmaması söz konusu. Hemen bir önceki sahnede, havaalanından çocukların İtalya’ya kaçırılması olayı da fiyaskonun sözlük karşılığı. 23 Nisan Çocuk Bayramı gibi ince bir düşüncenin yanına yapılabilecek en berbat kaçırma sahnesi olarak üniversitede tez olur. Dünyanın sektöründe lider firmaları, kapasitelerinin altında iş hacmi planlamaları yaparlar. Bu uygulamanın garantisi işlerinin kalitesidir. Kapasitesinin üzerinde iş alan firmalar çoğunlukla hep batmıştır. Filmi buna paralel değerlendirirsek, içeriğin bol olması kaliteli olacağı anlamına gelmediğidir. Bal yapmayan arı ve kaçan fırsat olarak değerlendirilmekten başka bir yol yok “O...Çocukları” için. Elinde çok iyi bir konu ve kaliteli bir oyuncu kadrosu olmasına rağmen oysa ki… Premier Grup
FIPRESCI Ödülü, ‘Utanç’ Filminin!
16.05.2008

FIPRESCI Ödülü, ‘Utanç’ Filminin!

Dünyada FIPRESCI Ödülü’nü veren tek kadın filmleri festivali olan Uçan Süpürge’de bu senenin ödülü İran’a gitti. 15 Mayıs Perşembe günü festivalin Kızılırmak Sineması’nda yapılan kapanış töreninde açıklanan Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) Ödülü İranlı yönetmen Hana Makhmalbaf’ın 18 yaşında çektiği ‘Utanç’ (Buda as sharm foru rikht) adlı filmine verildi. Almanya’dan Angelika Kettelhack, Fransa’dan France Hatron ve Türkiye’den Burcu Aykar Şirin’den oluşan FIPRESCI Jürisi ödülü ‘Utanç’a verme gerekçesinde şunları söyledi: “Bu film, yaşam ile ölüm arasındaki çizginin çok ince olduğu bir coğrafyada büyüyen çocukların hayata, insanlara bakışlarının baştan nasıl çarpıtıldığını zekice ve cesurca belgeliyor. Bazı çocuklar kendilerini büyüklerden öğrendikleri savaş oyununa kaptırsa da, bazıları bu oyunun anlamsızlığının farkında. Küçük bir kız, hayata dair ölümden başka hikâyeler de öğrenmek adına verdiği savaşta çok güçlü, cesur ve sabırlı olabiliyor. Gerçeği yakalama peşindeki belgeselvari tarzıyla film, Afganistan’da yaşanan “gerçeklik”in aslında ne kadar absürt ve utanç verici olduğunun altını çiziyor. Küçük Baktay’ın mücadelesi herkese, özellikle kadınlara ilham verebilecek nitelikte." ‘Utanç’, Hana Makhmalbaf’ın ilk uzun filmi. İranlı Hana’nın 18 yaşında çektiği ve Berlin’den Selanik’e pek çok festivalden ödüller toplamış bu filmi Afganistan’da bir köyde geçiyor ve altı yaşındaki Baktay’ın öyküsünü anlatıyor. 7 yaşında ilk filmini çekti Marziyeh Meshkini (Şaşkın Köpekler) ile Mohsen Makhmalbaf’ın (Kandahar) kızı, Samira Makhmalbaf (Kara Tahta) ile Maysam Makhmabaf (Samira Kara Tahta’yı Nasıl Çekti) kızkardeşi olan Hana, 7 yaşında babasının yönettiği ‘A Moment of Innocence’ filminde oynadı. 8 yaşında ‘The Day My Aunt Was Ill’ adlı ilk kısa filmini çekti ve bu film kendisi sadece 9 yaşındayken Locarno Film Festivali’nde gösterildi. 14 yaşındayken Afganistan’da çektiği, ilk belgeseli ‘Joy of Madness’ 2003 yılında Venedik Film Festivali’nde üç ödül kazandı.
‘Cadde’li Gençlerin Başarısı!
16.05.2008

‘Cadde’li Gençlerin Başarısı!

Bilgi,ODTÜ, Anadolu ve Maltepe üniversitelerinde eğitim gören 40 öğrencinin kendi imkanlarıyla çektikleri uzun metraj film çalışmaları “Cadde”, gençlerden büyük ilgi görüyor. Doğa Can Anafarta’nın yönetmenliğini üstlendiği film İstanbul’un meşhur merkezlerinden Bağdat Caddesi’nde geçiyor. Bağdat Caddesi’nin güçlü ve saygı değer ailelerinden Kormanlar’ın kendilerine cephe alan düşmanlarına karşı, kendi içlerinde birlik olarak verdikleri mücadeleyi anlatan filmde; Yiğit Uçar, Efe Can Kudu, Akan Akkaya, Onur Akbulut ve Can Göksoy başrolleri paylaşıyor. Şu ana kadar Anadolu ve Maltepe üniversitelerinde gösterimi yapılan film, önümüzdeki günlerde birçok üniversitede öğrencilerle buluşacak.   Filmin www.caddefilm.com adresinde yayınlandığı ilk gün gördüğü büyük ilgi üzerine gündeme gelen sinema aşığı genç öğrenciler; 23 Mayıs Cuma akşamı Türkmax’ta yayınlanacak Gala programına konuk olacaklar. Yaklaşık 10 milyara mal olan filmin yapımcılığını Sercan Çiçekoğlu üstlendi.