İrfan Tözüm, “Masum Kadınlar” Filmiyle 11 Yıl Sonra Setlere Dönüyor
06.09.2007

İrfan Tözüm, “Masum Kadınlar” Filmiyle 11 Yıl Sonra Setlere Dönüyor

Kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni olan İrfan Tözüm, “Mum Kokulu Kadınlar” filminden sonra yine bir kadın filmiyle izleyicisiyle buluşuyor. Hande Ataizi ve Pelin Batu’nun başrollerini paylaştığı “Masum Kadınlar”ın çekimlerine Ekim ayının son haftası başlanacaktır. İstanbul ve Assos’ta çekimleri yapılması planlanan film, 7 Mart 2008’de Best Line Pictures Dağıtımı’yla Türkiye’de gösterime girecektir. (8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden bir gün önce vizyona girerek İrfan Tözüm’ün tüm kadınlara armağan olacaktır). Bu sezonun seyirci rekoru kırması beklenen filmin diğer önemli oyuncuları önümüzdeki günlerde açıklanacaktır. MASUM KADINLAR... (Özet) “İYİLİĞİ VE MASUMİYETİ EN KİRLİ YANIMIZDAN ÖĞRENİRİZ...” Masumiyet bir defa kirlendi mi, bir daha pembe gözlüklerle bakamıyor insan hayata. Hikayemizin baş kahramanı Gülizar ve O’nun gibi hikayenin aslında birer baş kahramanı olan diğer kadınlar da, öykümüz boyunca, bir zamanlar evcilik oyunlarında inanarak yaşadıkları masumiyetlerini arıyor... Kadınla erkek arasındaki gizli savaşın, aşkla temize çekildiği ilişkilerde bile, çoğu zaman kadın, kendini bir yerlerinden yaralanmış hissediyor. Siz bir de bedenine zorla el konulan küçücük kız çocuklarının ruhlarını kaplayan yaraları düşünün. İşte Masum Kadınlar, böyle bir yaranın kanamaya başladığı trajik olayla başlıyor ve yıllar geçtikçe Gülizar’ın ruhunda açılan yaranın, üzerini kaplayan kalın kabuğun altında, nasıl da içten içe kanamaya devam ettiğini anlatıyor... On dört yaşında dayısının oğlunun tecavüzüne uğrayan ve tecavüzcüsünü öldürmek isterken, yanlışlıkla dayısını öldüren Gülizar’ın, hapiste geçirdiği on yılın ardından başlıyor hikayemiz. Gülizar’ı ceza evi çıkışında bekleyen hayat, masumiyetini koruyamayacağı kadar tehlikelerle doludur. Şimdi nerde olduğunu bilmediği kız kardeşi Gülistan’ı bulmak ve O’nunla birlikte temiz bir hayat yaşamak isteyen Gülizar, kardeşini bulamaz. Çaldığı her kapıda, karşılaştığı erkeklerin doyurulamaz kadın arzusu, O’nu hayat kadınlığına kadar sürükler... Tam her şeyin tükendiğine inandığı bir anda, Yiğit isminde bir delikanlıya aşık olur. Yiğit, O’nun bildiği erkeklerden değildir. O, Gülizar’a gerçek bir aşkla yaşayacağı, tertemiz bir yaşam vaad etmektedir. Ne var ki, hayatın gerçekliği genç bir kızın masum düşlerinin kolayca gerçekleşmesine izin vermez. MASUM KADINLAR... (Amaç) “İyiliği ve masumiyeti en kirli yanımızdan öğreniriz” diyor Oscar Wilde. Evet, çoğu zaman iyilikle kötülük, masumiyetle gaddarlık koyun koyunadır hayatın içinde. Ve yine çoğu zaman, hangisinin hangisi olduğunu ayırt edemeyiz. Elbette mutlak iyilerle mutlak kötüler de yoktur yaşamda. Bu nedenle “Masum Kadınlar” projesi, bir taraftan erkek egemen toplumumuzda kadınların masum olduğunu anlatırken, diğer yandan kadınların erkeklerle birlikte kirli yanlarının peşinden sürüklenen duygu dünyalarını anlatmaktadır... Son zamanlarda, çocuk yaşta kız çocuklarına yönelik cinsel istismar haberlerinin yer almadığı bir günlük gazete okumak neredeyse imkansız hale geldi. Tecavüze uğrayan kız çocuğu haberleriyle, tecavüze uğradığı halde “aile namusunu temizlemek” adı altında ölüme mahkum edilen kızların haberleri birbiriyle yarışıyor. İlk bakışta ilkel çağların korku hikayelerinden fırlamış dehşet öyküleri gibi kulağa inanılmaz gelen olaylar, fotoğraflar ve televizyon görüntüleriyle tüm gerçekliğiyle günümüz “modern” insanının yüzüne çarpıyor. Aslında yüzümüze çarpılan, içimizde gizlice yaşayan ilkel yanımız, bir başka deyişle kirli yanlarımızdan başka bir şey değil... Zamanın toplumsal aynasında gördüğümüz tiksinti verici bu resim, bizden başkasına ait değil. Henüz zaman varken, aynadaki gerçekliğimizden kaçmadan, yaşama ve kadınlara aşkı ve sevgiyi ve tabi ki adaleti armağan edebilmenin yollarını bulmak zorundayız... “Masum Kadınlar” projesi, bir yanıyla her gün yaşanan ve artık nerdeyse kanıksanma noktasına gelen ilkel ve kirli erkeklik duygularına ayna tutuyor ve izleyiciyi kendisiyle yüzleşmeye çağırıyor. Ardından, sevgi ve fedakarlığın nasıl da erdemli insan duyguları olduğunun altını çizerek, iyilikle çizilmiş bir yolda masumiyetin imkansız olmadığını göstermeye çalışıyor... Evet, iyiliği ve masumiyeti görmek için önce kirli duygularımızla yüzleşmemiz gerekiyor. Bir sinemacı olarak, filmi izleyecek insanlar üzerinde hikayemin ve anlatım şeklimin bu iki duygu arasında git geller yaratmasını amaçlamaktayım. Bu nedenle, kadın masumiyetini hikayemin merkezine, erkek cinsiyetinin doyurulamayan cinsel arzularını isebu merkeze yönelen yan öykülere yerleştirdim... Kısaca Masum Kadınlar’da; Erkekleri doğuran anadır. Erkeklerde kadınlar kadar masum’mudur! Bilgi İçin: Muhteşem Tözüm - 0212 325 92 36 www.muhtesemfilm.com
Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, Eylül 2007 Sinema Etkinlikleri
06.09.2007

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, Eylül 2007 Sinema Etkinlikleri

Nazım Hikmet Kültür Merkezi‘nde Eylül ayında sinema etkinlikleri Yılmaz Güney 70 Yaşında programıyla başlıyor. 09 Eylül Pazar günü 19:30′da Zahit Atam ve Ahmet Soner’in sunumu ile başlayacak etkinlikte 21:00′de Arkadaş filminin gösterimi yapılacak. Diğer sinema etkinlikleri şöyle:12 Eylül, Çarşamba, 20:00′de Bu Kimin Eylül’üdür, Sunum: Mehmet Kuzulugil, 21:00′de Eve Dönüş filminin gösterimi14 Eylül, Cuma, 21:00′de Yol filminin gösterimi17 Eylül, Pazartesi, 18:30′da Perdeler Açılırken (Panel), 21:00′de Arturo Brachetti filminin gösterimi Kültür merkezi, Osmanağa Mah, Bahariye Cad, Ali Suavi Sok, No: 7, Bahariye, Kadıköy, İstanbul adresinde bulunuyor. Tel: 0216 4142239.
Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (Se-Yap) Kuruldu
03.09.2007

Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (Se-Yap) Kuruldu

Ülkemizde sinema eseri yapımcılarının ortak çıkar ve hedefler doğrultusunda örgütlenmelerini sağlamak; mevcut sorunların giderilmesine ve yapımcılara yeni olanaklar yaratılmasına çalışarak, film yapım ve yapımcılığının gelişmesine katkıda bulunmak; yapımcılık mesleğinin kamuoyu nezdinde saygınlığını arttırmak; uluslararası yapımcı ve yapım evleri ile kurumsal ilişkiler kurarak ülkemizde sinema sektörünün ve film yapımcılığının gelişmesine katkıda bulunmak amacı ile oluşturulan Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (SE-YAP) kuruluşunu tamamlayarak sinema sektörüne ilişkin meslek birlikleri arasındaki yerini almış bulunmaktadır.Yönetim Kurulu; Türk filmlerinin yeniden vizyon ve ilgi görmesini sağlayan İstanbul Kanatlarımın Altında adlı filmin yapımcısı Nida Karabol Akdeniz öncülüğünde kurulan SE-YAP’ta, yurtiçi ve yurt dışı ödüllü bir çok filmin (Hiçbiryerde, İklimler…) yapımcısı Zeynep Özbatur ile son olarak Nazım Hikmet’in hayatının bir kesitini beyazperdeye Mavi Gözlü Dev adlı filmle aktaran yapımcı-yönetmen Biket İlhan gibi yapımcılar yönetim kurulu üyesi olarak yeralmaktadır.Görevler; Ulusal sinema sektörümüzün kendine yeterli bir sektöre dönüşmesini sağlama yolunda, film yapımcılarının mesleki ilke ve amaçlar doğrultusunda bir araya gelerek güç birliği ve öncülük yapmalarına önemli bir katkı oluşturacak; bu hedefe yürürken üyelerimizin yapımlarının kullanımından kaynaklanan ücretlerin ve tazminatların tahsilini sağlamak başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar nezdinde haklarını korumak, izlemek; bunun için idari ve yargı yollarına başvurmak SE-YAP ‘ın başlıca görevi olacaktır. Türk yapımlarının yurt içi ve yurt dışında özellikle yasadışı yollarla yapılan yayınlarının takipçisi olacak ve yapımcıların maddi ve manevi haklarını koruyacaktır.Yapım Destek Linkleri; Se-Yap yapımcıların Kültür Bakanlığı, Eurimages, World Cinema Fund gibi dünya çapında destek alabilecekleri fonlarla ilişki kurmalarında bilgi akışı sağlıyor.. Ayrıntıları www.se-yap.org.tr sitesinde bulabilirsiniz.Korsan İle Mücadele; Film yapımlarını yasa dışı yollarla üreten, çoğaltan, izinsiz biçimde yurda getiren, dağıtan ve pazarlayan kişi ve kuruluşlara karşı yasal önlemlerin alınması için çalışmak ve mücadele etmek de SE-YAP’ın başlıca uğraşlarından biri olacaktır. Korsan’a karşı yapılan ilk mücadelede Kültür Bakanlığı işbirliği ile baskınlar sonucu dolan, yetersiz kalan depolara yeni depolar eklenmesi ve yine baskınlarda kullanılan araçların arttırılması, yeni araçların temin edilmesi sağlanmıştır.Tanıtımlar;
Devamı Gelsin mi?
03.09.2007

Devamı Gelsin mi?

İlk Otel filmi; tarzı, türü gereği, cesareti gereği ortanın üstünde görmüştüm. Beğendiğimiz, takdir ettiğimiz bir ülkeyi kötü lanse etme olasılığının yüksekliğine rağmen... Tatile giden bir grup avrupa kaşifi öğrencinin kendilerini bir binanın bodrum katında av olarak bulmalarını anlatan, fragmanlarda true story diye lanse edilen ilk filmi Eli Roth amca Tarantino ustasının desteğini de alıp çekmişti ve 4,8 milyon dolara mal olan film sadece ülkesinde 47,3 milyon dolar kazanç getirmişti. Genel olarak teen slashercı kitlenin beğenisini alan bir film olarak yer etmişti hafızalarda... İlk filmin kaldığı yerden devam eden ve öylece gitmeye çabalayan bir film "hostel: part II". İlk filmin kaldığı yerden açılarak başlıyor ve ilk filmde bıraktığı paxton\'un (jay hernandez) sonunu bize gösterip yeni karakterlerini bizlere sunuyor. Bu kez, merkezinde 3 adet üniversite öğrencisi kız var. Yaz için ülkeleri dışına çalışmaya ve gezmeye çıkan kızlarımız, trende tanıştıkları birinin kendilerine tavsiyesi üzerine slovakya\'daki bir spa merkezine gitmeye karar veriyorlar. Yine bol bol kan, bol bol vahşet ve arada bir de gerilim dolu sahneler izleyeceğiz yine diye yerlerimize kuruluyoruz. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi, ilk bölümün tamamını içine alan ve ikinci bölümün yarısına kadar "yan öğeler"in hakimliğinde ilerleyen bir film izliyorduk.İçimzden şöyle geçiriyorduk ”birazdan başlar vahşet sahneleri, biraz da geriliriz ve sonrasında film biter”. Sonuçta Eli Roth\'u tanıyorduk ve filmin başındaki Quentin Tarantino imzasının ne demek olduğunu gayet iyi biliyorduk. İşte, öylece bekliyor iken, film bitti. Ne doğru dürüst gerilebildik, ne ilk filmin getirdiklerinden farklı bir şey izledik, ne de bir kurgu görebildik. Hiçbir şey yoktu ortada. Her şey havada asılı gibiydi. Oyunculuklar... Tamamı bir felaketti. Bir tane doğru dürüst rol yapan oyuncu vardı. O da Heather Matarozzo idi. O kadar. Diğerlerinin, ne doğru düzgün tepkileri vardı, ne de oynadıkları karakterler üzerlerine oturmuştu. Koskoca bir "hiç" vardı elimizde. Bunların tamamı da olmayan senaryonun sebebiydi. Film boyunca, ne bir "gitme!", "arkanda!", "yanında!", "dönme!" veya "yapma!" diyebiliyorsunuz.Ne de şüpheye kapılıyorsunuz.Son derece net ve bir sonraki sahnenin tahmin edilebildiği, son derece yavan bir senaryoya sahip "hostel: part 2".Kötü senaryosunu çok çok kötü müzikler ile birleştiriyor ve ortaya rezalet ötesi bir yapım çıkıyor.Örneğin, filmin en heyecanlı yerinde opera soslu parçalar çalıyor ve filmdeki, zaten olmayan heyecanı, bir daha getirmemek üzre götürüyor.  Siz de öylece bakıyorsunuz karşıya, boş boş 1. filmde görülen şeylerin dışında bir üst kümenin çizgisini gösterdi film. Neydi bunlar? İlk filmde genel olarak kurban olarak girdiğimiz bu sektöre, artık işkencecilerin gözüyle baktık. Organizatörlerin dünyasına daldık hep beraber ve oldukça geniş olan mafyatik bir sistemleri olduğunu gördük. Sistemin özünde "para" ve "hastalıklı insan psikolojisi"nin varlığını hazmettik. Zaten bu insan psikolojisi durumu da filmi felsefik-sosyolojik açıdan da tartmanıza neden oluyordu ister istemez. ”Bir insana işkence yapılabilir mi... Kurban olsam ne yapardım, işkenceci olsam ne yapardım... İnsanın maneviyatını yok sayıp sırf fiziksel bir madde olarak ona bir et parçası olarak davranılabilinir mi..." gibi düşüncelere de daldık. Daha en başındaki "katledilen insanların eşyalarını yakma, değerli eşyalarını toplama" arka fonlu jenerik sahnesinde bile "tatile giden, okumaya giden adam şu an bir ceset ve kimsenin haberi yok, tüm birikimi de, onu o yapan özel eşyaları da yok edilmek üzere" diye düşünceli olarak baktık perdeye... Sadece baktık.
Sevginin Gücü
03.09.2007

Sevginin Gücü

1995 yapımı Luc Besson filmi:Léon the Professional ülkemizde; Sevginin Gücü adıyla görücüye çıkmıştı. Hikayesi, oyunculukları, görselliği, müzikleri ile kısacası sinema ile aklınıza ne gelirse gelsin hepsinde bir yenilik bir farklılık ile karşımızdaydı Léon. Filmin müziklerini Luc Besson\'un sag kolu fransız Eric Serra yapmıştır. Her biri de (benim icin) birbirinden güzel parçalardir. Toplamda 23 track\'ten olusmaktadir... Ayrıca orijinal soundtrack\'inde Sting\'in ve Bjork \'un parcalari mevcut degildir... Filmin post-production kisminda Luc Besson\'un istegi uzerine yerlestirilmistir. Léon ve The Professional\'ın dışında filmin diğer bir adi da The Cleaner\'dır... Filmde ekranın birden ışıması olgusu en can yakıcı sahnelerin ambiyansına büyük katkıda bulunmuştu. Mathilda tam kapının önünde Stansfield’in adamlarınca vurulacakken Léon’un kapıyı açtığında Mathilda’nın yüzünün çarpan ışıkla beyazlaşması, Léon’un vurulduğu anda ekranın ışıyarak dünyayı Léon’un gözlerinden görmemiz mesela. Son sekansta mathilda finali kapatmadan Sting’in Shape of My Heart’ının introsu arkadan ekstra gitarlarla ve akustikle inceden değdirilmektedir, can yakar. En duygusuz insanın bile tüylerini diken diken eder. Açıkçası bu film ile ilgili bir şeyler söylemek isterken, nereden başlayacağımı bilemiyorum: Öncelikle, o zamanlar 13 yaşında bir yavrucak, şimdilerde ise Hollywood’un tescilli güzellerinden olan Natalie Portman\'a çevirmek gerek sahnenin ışıklarını: o nasıl bir oyunculuktur? 13 yaşındasın sen yahu! Biliyorsun değil mi? O kimi zaman sert, kimi zaman duygulu, kimi zaman psikopatça, kimi zaman hırs yüklü, kimi zaman neşe dolu, kimi zaman bildiğimiz çocukça, kimi zaman da yetişkince bir hale bürünen surat yok mu, tıpkı sizin gibi bende gözlerime inanmakta güçlük çektim çoğu kez. (mathilda\'nın filmin tamamı boyunca kimseyi öldürmediği ve masumluğunun korunduğu gerçeği gözlerden kaçmamıştır.) Peki ya Jean Reno? Kesinlikle aşmış; Léon\'u oynamamış, adeta yaşamış; Léon olmuş kendisi. o yürüyüş, önüne geçilemez temizlenme dürtüsü, süte olan düşkünlük, ilk kez böylesi yaşamayı birine yakıştırdım; anormal olmanın aslında ne kadar "normal" olduğunu anladım. "iş"ini yaparken ne kadar soğukkanlıydın Léon! Mathilda\'yı kurtarmaya gittiğinde, sanki onu okuldan almaya gidiyor gibiydin: "10 dakikaya kadar geliyorum!". Sinema tarihinde görüp görebileceğimiz en karizmatik psikopatlardan birine ne demeli? Evet, Gary Oldman. İlacını yutarken çıkarttığı sesleri ve yaptığı hareketleri hala unutamıyorum. Tüm bunlar 90\'larda çocuk olan herkesin çocukluğunu etkilemiştir; Mathilda’nın olgunluğunu ve acısını hisseden her çocuk filmden sonra gece yatarken büyümüştür artık. En azından bir çiçek alma ihtiyacı hissetmiştir Léon la. Tabi her başarılı film gibi Léon da nasibini almıştı karabasan misali eleştirilerden. Sübyancılığı hoş bir şeymiş gibi gösteriyor dediler. Léon ve Mathilda arasında yaşanmamsı gereken bir aşk var dediler… Evet, haklıydılar aşk konusunda ama yanlış yorumlamışlardı kanımca… Léon ve Mathilda arasında ki aşk çok başka idi… Bir annenin bir babanın evladına duyduğu sevgi niteliğindeydi burada karşımızda duran sevgi…Sevgi nedir, neye benzer, bir kalıba sokar mısınız acaba şeklindeki soruları aparkatla nakavt eden anlatımıyla bir başyapıttır Léon. 99 yılının ağustos ayıydı. TGRT filmin anonsunu yaptı. Pazartesi sinemasında Léon oynayacaktı. Sevinmiştim. 16 ağustos günüydü... O gün TV karşısında zaman geçmiyordu... İlk dakikadan itibaren büyülenmiştim... Léon, Mathilda, Stansfield ve hikâye beni büyülemişti... Filmin sonunda ağladığımı hatırlıyorum. O gece çok sıcaktı; uyuyamamıştım. Filmi düşünüyordum. Saat 03:00\'ı geçmişti ki yatağım sallandı. Deprem olmuştu. İzmir için sıradan bir sarsıntıydı bu. Uyuyamadım sonra. 17 ağustos salı sabahı olduğunda ise televizyonlarda gördüğüm manzara korkunçtu. İzmir merkezli sandığım deprem Marmara bölgesini ve bir ülkenin geleceğini yıkmıştı, büyük bir travma. Sadece fay değil bilincimiz kırılmıştı.
Sinemasever Ankaralılar için AFM CEPA Açıldı
27.08.2007

Sinemasever Ankaralılar için AFM CEPA Açıldı

AFM, Ankara CEPA Alışveriş Merkezi’nde yeni kompleksini hizmete açtı. 10 salon ve 1889 koltuklu AFM CEPA Ankaralılar’a muhteşem sinema keyfi yaşatacak. Türkiye’nin halka açık tek eğlence firması ve sektör lideri olan AFM, 24 Ağustos’ta AFM CEPA Ankara Sinemaları’nın açılışını gerçekleştirdi. Açılışla ilgili değerlendirmede bulunan AFM Sinemaları Yönetim Kurulu Başkanı A. Adnan Akdemir: “Son 10 yıldır sektör lideri olan AFM Sinemaları, bu başarıyı, pazarı büyütmeye yönelik girişimci stratejilerine borçludur. 10 Ağustos’ta faaliyete soktuğumuz 7 salonlu AFM Samsun ve 12 Eylül’de hizmete açacağımız 12 salonlu AFM İstinye Park Sinemaları ile toplam salon sayımızı 179’a çıkarmış olacağız. Ankara ülke genelindeki en yüksek sinemaya gitme frekansına sahip ilimiz. Biz de AFM olarak Ankaralı sinemaseverlere, başkentimize 10 salonlu dev bir kompleks kazandırarak teşekkür etmiş oluyoruz” dedi. AFM CEPA en çok izleyici ağırlayacak lokasyonlar arasında olacak AFM CEPA Ankara Sineması, Ankara’nın son açılan dev alışveriş merkezi CEPA’da 10 salon ve 1889 koltuk ile hizmet veriyor. Autoban tarafından dizayn edilen AFM CEPA Sinemaları, şık fuayesi ve son teknoloji ürünlerle donatılmış salonları ile göz dolduruyor. AFM CEPA’da, dünya sinema sektöründe kabul görmüş en kaliteli ve etkili ses ve görüntü standardı olan THX® sistemi bulunuyor. Ünlü sinema ustası George Lucas’ın geliştirdiği, görüntü ve ses kalitesini garanti altına alan bu teknoloji sayesinde izleyiciler filmi yönetmenin tasarladığı şekliyle deneyimleyebiliyor. THX donanımlı salonlar Türkiye’de sadece AFM’de bulunuyor. AFM CEPA, AFM sinemaları içinde en çok izleyici ağırlayan sinema konumundaki AFM ANKAmall’dan sonra Ankara’daki ikinci AFM kompleksi. Ankara’nın Türkiye genelindeki en yüksek sinemaya gitme frekansına sahip il olmasının da etkisiyle, AFM CEPA’nın, en çok izleyici ağırlayan AFM lokasyonları içinde üst sıralarda yer alması bekleniyor. Ankara’nın en prestijli bölgelerinden birinde inşa edilen ve tüm Ankaralılar’ın ihtiyacını karşılayacak kalite ve modernlikte olan CEPA Alışveriş Merkezi, konumu itibariyle çok kolay ulaşım imkanı sunuyor. ODTÜ ve Bilkent kavşakları arasında yer alan alışveriş merkezine özel araçlarla rahatlıkla ulaşılabileceği gibi civar bölgelerden toplu taşıma araçlarıyla maksimum 10 dakikada gelinebiliyor.
Otel 2 R(ot)h (a) Emanet
27.08.2007

Otel 2 R(ot)h (a) Emanet

    Otel 1 filmi ilk çıktığında insanların içindeki o gizli sadizm duygusuna karşılık verdiği için sevildi. Bu sevgiyi de göz önünde bulundurarak Otel 2 yi çekmeyi planlayan ekip zor bir işin altına girdiklerini de biliyordu elbette. Filmin senaristi ve aynı zamanda yönetmeni, seyircilerin Cabin Fever (Dehşetin Gözleri) daki olağanüstü psikopat sahnelerden tanıdığı Eli Roth, Otel 2 filmi için kendine en büyük desteği şüphesiz ki çılgın yönetmen Quentin Tarantino dan aldı. Tarantino, yapımcılığını da üstlendiği bu filmi ve Eli Roth\'u daha da yükseklere taşıma gayreti içerisinde; diğer ifadeyle demirbaşına sınıf atlatma uğraşısı içindeydi. Film, Otel 1 in kaldığı yerden devam ediyordu. Fakat Otel 1 ile Otel 2 deki kişilerin ve bağların çabuk kopartıldığını da gözardı etmeyelim.     Oyuncuları ufak bir değerlendirmeye tabi tutacak olursak, koskoca filmde tek artı özelliğin oyunculara ait olduğunu göreceğiz. Özellikle Lauren German ve Roger Bart\'ın performansları gerilimi bir kat daha arttırmaya yönelik, fevkalade. Kötü kız rolünde oynayan Vera Jordanova ise bu rolün altından büyük bir başarıyla kalkıyor. Ama ne yazık ki Otel 2 yi kurtarmaya bu oyunculuklar yetmiyor.    Filmi değerlendirmeye başlıyorum efendim şimdi: "Film, ilk dakikadan itibaren felaket bir marjinalleşme çığlıklarıyla dolu. Fakat bu marjinallik ilk görünüşte kendini hiç ortaya çıkarmayan ve ortaya çıkarmaya da niyetli olmyan türden. Filmin ikinci yarısına yaklaşırken ise marjinalleşmeye, marjinal kelimesine ve Otel 2 filmine lanet edeceğinizin garantisini verebilirim.    Senaryo oldukça basit, sıradan ve basitçe kurgulanmış. Roth\'un malzeme sıkıntısı çektiği çok ama çok belli oluyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden seçkin insanlar birbirlerine temayüz etme gayreti içerisinde sanal müzayedede sakince boğuşuyorlar. Sonra da galip gelen kişi(ler) insan kesme gibi tadı sonsuz bir eğlence uğruna vahşet dünyasının kapılarını aralıyor. Ne eğlence ama değil mi? Ayrıca laf arası söylemekte yarar var Slovakya turizminin bu filmden sonra düşüşe uğrayacağını da düşünüyorum. Böyle bir filmde adlarının geçmesiyle artacağını düşünüyorlarsa yanılıyorlar.    Dikkat çeken birkaç husus var, belirtmek istiyorum. Mesela kızlar otele girdiklerinde birkaç kişi televizyon başında oturmuş Quentin Tarantino nun Pulp Fiction (Ucuz Roman) filmini seyrediyor. Usta, reklamını yapmayı da ihmal etmemiş anlayacağınız. "Rezervuar Köpekleri"nde kulak kesiliyordu. Amerika yapımı "Lolipop" filminde erkeklik organı kesiliyordu. Lolipoptaki sahnenin benzeriyle burada da karşılaşıyoruz. Çıkar savaşlarında kurban olan bir penis sözkonusu. Hafif mideniz bulanıyor fakat bu mide bulandırıcılığa, şükür ki, Roth ve ekibi fazla süre ayırmamış .    Şahsi kanaatime göre Quentin Tarantino Otel 2 filmine yapımcı olduğu için kendinden utanmalı, utanmalı ve sadece utanmalıdır. Elbette anlıyorum, Tarantinonun tarzı vahşettir, abartıdır ama Otel 2 filmi bir saçmalıktır ve bana göre Tarantinonun tarzı saçmalık değildir. Usta, en azından Eli Roth\'un kulağını çekmeliydi, yanlış yola sapan demirbaşını bu yoldan döndürmeliydi.    Belirtmek istediğim bir diğer hususta film içindeki özellikle "Fu.k"lı kelimelerin hayli fazla olması. Bir  dakikadan sonra bu durum rahatsız etmeye başlıyor seyirciyi. Gerilime endeksli olarak düşüş ya da artışlar gözden kaçmıyor ayrıca. Durum o kadar bozuluyor ki "Ona fu.k" "Buna fu.k" "Şuna fu.k" gibi bir abartı malzemesi doğuyor meydanda. "Hussy" (Kalt.k) kelimesinin de işlevi bayağı büyük filmde. Zira bu kelime bir erkeğin en önemli uzuvlarından birinin kopmasına sebep oluyor.    Yukarıda belirttiğim hususlar Otel 2 nin negatif özellikleriydi. Objektif kritik yazma namına birkaç satırda filmin pozitif özelliklerinden bahsetmek, sizi pozitronlarla donatmak isterdim. Fakat bu isteğim mazur göreceğiniz gibi başlamadan bitti. Yani lafın kısası; film içinde göreceğiniz en insancıl ve güzel şey; film bittikten sonra akan isimler olacak.    Yani sözüm odur ki: Hotel 2, son dönem korku filmlerinin minyatürü konumundadır. Bu minyatür ne yazık ki seyirciyi hiç ama hiç tatmin etmemiştir. Yani korku sinemasında özellikle seri korku filmlerinde yaşanan korkutamama diğer ifadeyle korku kıtlığı, diğer ifadeyle senaryo malzemesi bulma sorunu aşırı açık bir şekilde gözler önünde belirmektedir. Film; insani duygularınızı almak üzerine endekslidir sanki. Fakat bunu bile başaramayacak kadar kötü bir akıbete maruz kalmıştır. Ayrıca bazı sahneleri sansürlendiği halde psikopat sıfatından birşeyler kaybetmemiştir. Bu kadar sadistçe kurgulanmış başka yapıtlarda var ama Otel 2 hem sadist, hem gereksiz, hem absürt, hem de marjinal. Ednalardan da edna sıfatlara layık velhasılı. Ama siz yine de bu filmi izleyin. Kötü örnekleri izlediğinizde, iyileri fark etmeniz daha kolay olacaktır zira. Benden söylemesi ...           **hayalci\'ye**
Sıra Kimde?
27.08.2007

Sıra Kimde?

1993 senesinde bir derginin hikâyeler sayfasında şu yazıyla karşılaşmıştım; Arkadaşlarıyla uçak yolculuğu yapacak olan bir genç ailesinin yoğun baskıları ve itirazları sonucu gidememiş, üzüntüden odasına kapanıp uyumuştu. Gecenin ilerleyen saatlerinde havalanan uçak kısa bir süre sonra düşmüştü. Ailesi bu haberi televizyondan öğrendiğinde şok geçirmiş ve bu iyimi kötümü olduğu belli olmayan haberi çocuklarına vermek için odasına girip uyandırmaya çalışmıştı fakat kendisinin de uykusunda can verdiğini görmüşlerdi… Bu hikâyeyi okuduğumda etkilendiğim kadar nasıl bir duygu olduğunu çözmeye bile cesaret edemediğim konuyu orada kapatmıştım, ta ki Son Durak isimli filmi izleyene kadar… 2000 yılında New Line Cinema tarafından yapımı gerçekleştirilen Final Destination (Son Durak) isimli film oyuncu kadrosunda hiçbir ünlü barındırmıyordu ve yönetmenin henüz ilk deneyimiydi. Bu önyargı oluşturmaya müsait tabloya rağmen film tam bir ipucu ve teori hazinesiydi ve bu hazinenin keşfedilmesi için 98 dakika verilmesi yeterliydi. Film, kendisine verilen süreyi boşa harcamaya niyetli olmadığını filmde rol alan ve yapımında rol üstlenen kişi isimlerinin ekrana yansıtıldığı ilk saniyelerde bir uçak yolculuğu olacağına dair ipuçları vererek başlamıştı. Fakat filme geçişte başrol karakterini (Alex) uykusundan uyandıran rüzgârın filmdeki asıl başrol oyuncusu olduğunu anlamak için daha sert esmesini beklemek gerekecekti. Aynı dakikalarda Alex’in başucundaki dijital saatin 1:00 den bire uçuşun numarası olan 1:80 olmasıyla filmin ipucu ve teorilerin yanında tam bir detay fırtınası şeklinde geçeceğinin habercisiydi. En etkili ipuçları uçağın düşeceği yönündeydi öyle ki havaalanındaki merkezi ses sisteminde dahi uçak kazasında hayatını kaybeden bir sanatçının parçası geliyordu kulaklara ve Alex bunu fark etmekte gecikmemişti, ölümün soğuk nefesi gibi hissettiği rüzgârın da etkisiyle bir şeylerin ters gideceğini iyiden iyiye hissetmeye ve hissettirmeye çoktan başlamıştı. Uçağa binildiğinde filmden hala ipucu ve detay yağıyordu, ancak bunları yakalamak sağanak yağmurda damlaları yakalamak için avuç açmaya benzemişti. Ve tam bu anda filmin işleyiş altyapısını oturtan sahne geldi ekranlara; Bayan arkadaşlarının isteğini kırmayan Alex iki ön sıraya Tod’un yanına geçti ve önündeki ikram sehpasının vidası kırık olduğunu gördü, bu küçük gibi gözüken detay filmdeki en büyük teorinin dev kanıtı olacaktı bir süre sonra. Film, en dikkatli izleyiciye dahi meydan okuma sahnelerini arka arkaya göndermeye başlamıştı kahramanların uçaktaki oturuş şekilleri gösterilip duruyordu fakat buna uçağın içi sahnesi olan hangi filmde dikkat ediliyordu ki? Uçağın havalanması ile birlikte beklenen felaket sahnesi de şovuna başladı örneklerinden farklı olarak oturduğu koltuklarıyla beraber uçaktan düşen Paris yolcuları göründü ve büyük bir patlama gerçekleşti. Filmin ilk çeyreği final sahnesi gibiydi fakat bir anda bayan arkadaşlarının Alex’ten yerini istemeleri sahnesine geri dönüldü. Bu noktaya dahi çok dikkat edilmesi gerektiğini daha sonra uygulamalı olarak göstermeye hazırlanıyordu film ve ayrıca meydan okumasını “beni bir kere izlemeniz yeterli olmayacak tarzıyla” ikiye katladı. Buraya kadar toplanan ipuçları ve detayların teoriye dönüşme vakti gelmişti Alex’in yerinden fırlayıp Tod’un yanındaki ikram sehpasının vidasını kontrol etmesi ve kırık çıkmasıyla beraber “Bu Uçak Düşecek” diye bağırması bir oldu. Uçak yolculuğu yapacak olan herkesin aklından bile geçirmek istemediği fakat düşünmeden de edemediği bu düşünceyi uçağın içinde bağırarak tekrarlamanın uluslar arası kurallarda cezası uçaktan indirilmekti fakat değişik şekillerde uçaktan inmek zorunda kalan diğer karakterlerinde hayatının değişeceği yine düşünülmüyordu. Yolcu + Mürettebat sayısı 294 olması gereken Uçuş 180 den 7 kişi kalkıştan hemen önce inmişti bu 7 kişiden bazıları kendi isteğiyle bazıları değişik faktörlerden dolayı inmek zorunda kalmıştı ve bu faktörler dahi filmi izleyenler için ilerleyen dakikalarda bir sürpriz olarak bekliyordu. Bekleme salonuna geçildiğinde Alex’e diğer karakterler sinirin ağır bastığı değişik duygularla bakıyorlardı, fakat bu bakışların ortasında uçak büyük bir patlamayla infilak edip bekleme salonun camları patlayınca tüm duygular birbirine girmişti. Bu noktada izleyicinin kendini uçaktan inenlerin yerine koymaması imkânsızdı. Bu durumda ne düşünülmesi ve nasıl hareket edilmesi gerekirdi? Bir yanda tüm arkadaşları parçalanan uçakla yere doğru düşerken diğer yandan o uçaktan inmiş olmanın mutluluğu yaşanabilir miydi? Soru işaretleri çoğalmadan içeri fbi ajanları girdi onlarında kendilerine göre teorileri olduğu açıktı ve sorgulama sahneleri başladı. İlk sorgulanan Alex’ti  ve bir numaralı şüpheli olduğu gibi uçağın düşmesinden sorumlu tutuluyordu fakat kendiside 6 kişinin hayatını kurtardığını düşünüyordu uçak düşmeden birkaç dakika önce Carter’la  kavga ettiğinde ona keşke sende uçakta olsaydın demişti. Polisler bunu ona yönelttiğinde olacağını sanmıyordum dedi ve o zaman neden indin gibi tokat türü bir soruyla karşılık alıyordu. Diğer tüm sorgulananlar uçaktan inişlerine sebep olan kişileri düşünmekten başka bir cevap veremiyordu. Filmin henüz nasıl şekilleneceği hala belli değildi ki önce Tod ve hemen arkasından Terry esrarengiz bir biçimde öldü fakat bu sahneler en ince ayrıntısına kadar izleyiciye sunuluyordu, filmin konusu ancak Alex’in haberleri izlerken uçağın düşüş sebebine dair krokiyi görmesi ve uçaktaki oturuluş sırasını üst üste koyması ile anlaşılabildi. Ve Alex’ten ikinci büyük teori geldi; ölümün bir tasarımı vardı ve o bu tasarımı bozmuştu fakat tasarım yarım bıraktığı işi bitirmekte kararlıydı.(Tam bu noktada baştaki hikaye ye tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum…) Alex sırada kimin olduğunu biliyordu fakat bundan başka elinden ne gelebileceğini bilemiyordu, izleyici bundan sonra bir aksiyon fırtınası bekliyordu ölüm sınır tanımaksızın tasarımını bozan 7 kişiyi ortadan kaldıracaktı. Sıra atlama olayı ve Carter’ın teorisi olan kendi kendini öldürme fikrinin suya düşmesi pek etkili olamasa da bu sahneler oldukça detaylı bir şekilde tasarlandı ve müthiş bir göz zevki sundu. Tüm ölümlerden önce ölümün soğuk nefesinin rüzgar etkisi de güzel bir detaydı. Alex’in final sahnesine yaklaşırken sırayı karıştırması ve olayı uykusunda gördüğünü aslında koltuk değiştirmediğini hatırlamasıyla sıranın Clear’da olduğunu anlaması hafızaları zorlamakla birlikte ayrı bir renk katıyordu filme.  Film bu noktaya gelene kadar kendisine çok geniş kapsamlı bir konu ve seri olma şansı yarattı, kendisine gereken sadece insanların toplu olarak hareket ettiği mekânlar seçmek ve tasarımı uygulamaktı. Tabi ki bu filmi onlardan ayıran özelliği ilk olması sebebiyle konunun bu kadar ipucuna rağmen kolay kolay anlaşılamaması olacaktı. Fakat bu teorinin üzerine çekilecek ikinci bir filminde çok enteresan olacağı kesindi, zaten filmin sonu buna kapıyı ardına kadar açarak Clear’ı hayatta bırakıyordu. Sonuç olarak başladığı andan itibaren gözlerin bir dakika bile olsun başka tarafa bakamamasını sağlayan göz kırpış anında dahi bir detayın kaçabileceği kritiği yazılırken filmin ilk 20 dakikasını olduğu gibi yazdırmak zorunda bırakan müthiş bir yapım Son Durak..
\"Harry Potter ve Ölüm Yadigarları\" 9 Ekim’de Türkiye’de
23.08.2007

\"Harry Potter ve Ölüm Yadigarları\" 9 Ekim’de Türkiye’de

J. K. Rowling\'in yazdığı Harry Potter serisinin yedinci ve son kitabı olan “Harry Potter and Deathly Hallows” İngiltere\'den Çin\'e dünyanın dört bir yanındaki kitabevlerinde raflardaki yerini aldı bile. 21 Temmuz tarihinde yayınlanan serinin son kitabı, İngiltere baskısında 608 sayfa, Amerikan baskısında 759 sayfa olarak basıldı. Bir ay boyunca en çok satanlar listesinin zirvesinde kaldı.Kitap ilk 24 saatte ise 11 milyon sattı. Oysa Harry Potter serisinin 6. kitabı “Harry Potter and The Half-Blood Prince”, ABD’de piyasaya çıktığı ilk 24 saatte 6,9 milyon adet satmış ve bugüne kadar en hızlı satılan kitap olmuştu. Yazar J. K. Rowling, kitabın tanıtımını İngiltere\'deki Ulusal Tarih Müzesi\'nde yapmıştı. Amerikan basımının kitap kapağını yine Mary GrandPré hazırladı. Türkiye’de çevirisi, önce “Ölümcül Takdis” olarak yayılmıştı; fakat yapılan açıklamadan sonra kitabın Türkçe adı “Harry Potter ve Ölüm Yadigarları” olarak belirlendi. Kitabın Türkiye’de yayın tarihi ise “9 Ekim” olarak açıklandı. Serinin bu son hikayesi, önceki kitapları gibi dünyada İngilizce’den sonra yayımlanan ilk çevirilerden biri olacak ve Yapı kredi yayınları tarafından yayınlanacak kitap 608 sayfa ve Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutluk tarafından dilimize çevrildi. Yapı Kredi Yayınları ilk baskıyı 100 bin adet olarak planladı.Kitabın Diğer Ülkelerde Adı: Bulgaristan: Хари Потър и Смъртоносните светии Brezilya: Harry Potter e as Relíquias Mortais Danimarka: Harry Potter og de Dødelige Hyl Estonya: Harry Potter ja surmapühakud Fransa: Harry Potter et les Saints Mortuaries İngiltere: Harry Potter and the Deathly Hallows İtalya: Harry Potter e il rito mortale İzlanda: Harry Potter og Fönixreglan İspanyolca: Harry Potter y os santos mortales Katalan: Harry Potter i les relíquies mortals Litvanya: Haris Poteris ir pražütingos relikvijos Macaristan: Harry Potter és a halálos szentek Portekiz: Harry Potter e os Santos Mortíferos Romanya: Harry Potter si Sfintii Muritori Rusya: Harry Potter i Smertonosnie Relikvii Türkiye : Harry Potter ve Ölüm Yadigarları
Aman Tanrım! Sinemada Din Misyonerliği!
23.08.2007

Aman Tanrım! Sinemada Din Misyonerliği!

Amerikan sinemasında en çok rastlanan şey nedir sorusuna bazen çok da düşünmeden vereceğimiz cevaplar standarttır. Bayrak, kilise, haç… Özellikle korku filmlerinde kilise ve haç bolca görünür. Ana karakter başta tanrı’ya inanmasa da kilisede alır soluğu. Pederle konuşur, günah çıkarır. Tanrı konusu da sıkça işlenir. Unutulmaz “Şeytan’ın Avukatı” filminde final sahnesinde Şeytan’ın Tanrı hakkında söyledikleri kadar radikal olmasa da, direk tanrıyı hedef alan film örnekleri de bolca vardır sinemada. Tanrı’nın bazen romantik komedi’de, bazen klasik Pazar sineması kuşağı fonlu duygusal mucize filmlerinde görünmesi bir yana, “Tanrı’ya Dava Açan Adam” adlı absürt örneklerde vardır. Bu konudaki en önemli örnek Carl Reiner’ın “Oh, God” adlı 1977 yapımı komedi filmi.Toplam üç filmlik seri zeki esprileri ile sinema tarihine geçmiş öncü filmlerden. Müslüman ülke sinemalarında pek fazla işlenmeyen konu, Hristiyan toplumunda bolca işlenir. Çağrı filminde Peygamberimiz görünmez, herhangi görüntüsü yoktur ama, İsa sürekli filmlerin baş kişisidir. Özellikle aykırı yapıt “Günaha Son Çağrı”da bir adım ileri gidilip insanlaştırılır İsa. Yine onun çarmıha gerilmesinin izlerini bolca filme konu olur. Her filmde sıklıkla karşımıza çıkan İncil de örneklerden biri. Ya da filmlerde sıkça rastladığımız ayetler, Pulp Fiction’da cinayet öncesi kullanılır, bazen de filmin açılış sahnesinde okumamız istenir. Yaygın olarak Amerikan Sineması’nın, özellikle de gişe filmlerinin olmazsa olmazı olan bu unsurlar bazen abartılır. Örümcek Adam 3’te dalgalanan bir amerikan bayrağının önünden geçmesi gibi abartıldığı da olur. Önsezi’de ki film finalinde peder’e gidip aydınlanır kilise’ye gittiğini hiç görmediğimiz ana karakter. Bazen de inicili keşfetmek ana karakterin değişiminin habercisi olur. Dünyanın merakla izlediği Prison Break dizisinde John Abruzzi bir anda Tanrı’ya döner yüzünü ve her şey değişir. Belki de dinle ilgili filmlere verilebilecek en güzel örneklerden biri “Yedinci İşaret” filmidir. Demi Moore bir bebek doğurmak üzeredir ve doğum öncesi bir çok ilginç olay ortaya çıkar. Sıklıkla incile başvurulur. Son dönemde Dini konuları işleyen bir romanın “Da Vinci’nin Şifresi” merak uyandırması, filme dönüşüp dünyanın ilgisini toplaması bu yaklaşımların belki de rotasının değişeceğini gösteriyor bizlere. Buraya kadar güzel tamam da, bir komedi filmi ile bunun ne ilgisi var sorusu geliyor aklınıza muhtemelen. Maalesef çok ilgisi var. Zira film tamamen Amerika ve Din üzerine kurulu. Sos olarak da Aile var fonda. Bu tip konulara özellikle de dine aşırı derece bağlı olduğunu her fırsatta dile getiren yönetmen Tom Shadyac, sürekli İncil hakkında çevresine inciler dizen bir adam zaten. Filmlerinde dile getirdiği her şey onun ruh inancı. Sürekli ahlak kavramının bozulduğunu deforme edildiğini söyleyen Shadyac, insanların kusursuz olmadıklarını ve kutsal kitapta tüm insanlık hallerinin kucaklandığının altını çizerek kurtuluşun incil’de olduğunu söylüyor. “Kitabın sonunda kurtuluş var, klasik bir kitabın finali değil. Kitabın tamamı kurtuluş öyküsü ve Tanrı’nın insanoğluna olan sevgisinin kanıtı” diyor Shadyac. Bu görüşlerinin kanıtlarını ise filmlerinde bulmak mümkün. Bu olağanüstü süprizlerle kurtulan yaşamlara örnek olan filmleri “Liar Liar”, “Patch Adams” “Dragonfly” ve özelikle de “Bruce Almighty” İlk filmi hatırlamak gerekirse, Bruce adlı gazeteci Tanrı’ya tüm bu işleri organize edemediğini söyleyip yakarıyordu. Sonrasında Tanrının (üstelik de siyah bir bedende) karşısına çıkıp bir de sen dene bakalım demesi komedinin başlangıcı oluyordu. Büyük ölçü de Jim Carrey’nin enerjisine bağlı olan film birçok ayrıntıda kalan esprisi ile yaratıcıydı üstelik. 24 saatliğine tanrı olan adamın neden, nasıl sorularını akla getirmeden güldürmesi kuşkusuz zor iştir. Carrey o meşhur enerjisi ile bunu başarıyordu. Carrey’nin Budala Dedektif filminin ikincisinde oynamaktan hoşnutsuzluğu fark etmesi, muhtemel tüm devam filmlerinin önünü tıkadığından, bu kez başrole ilk filmde bir günlük Tanrı tarafından, haber sunarken abuk sabuk konuşan, dili dolanan baş rakip Evan Baxter rolü ile çıkış yapan Steve Carrel oturuyor. Baxter habercilikten vekilliğe terfi etmiş, yeni bir banliyöye yeni arabasıyla taşınmış Dünyayı Değiştirmek sloganı ile yola çıkmış bir adam. her şeyi değişeceği günün öncesi dua edip, Tanrı’nın yardımını istiyor ve filmin tetiği çekilmiş oluyor. Tanrı’nın görünmesi ile tüm Shadyac inançları bir dökülüyor. Tanrı Bexter’a seçilmiş olduğunu söylüyor ve Nuh’un gemisi’ni inşa etmesini istiyor. Nuh’un ailesi de 4 kişiydi sende diyor inandırıcılık için. Ama her şey o andan itibaren garipleşiyor. Tüm soru işaretleri konu ilerledikçe fazlalaşıyor. Aynı soruları kendisine soran Baxter inat ediyor. Bu inadı sürecinde de filmin en komik sahneleri bir bir geçiyor perdeden. Jumanji’den bu yana görülebilecek en güzel hayvanlı sahneler son derece eğlendirici. Ama hepsi o kadar. İnşa edilen geminin sebebinin tufan kopacak olması ana karakterimiz dahil kimseyi inandırmıyor. Ama sonuç istendiği gibi çevre mesajları sosu ile Beyaz saray’da bitiyor. Dünya’da o kadar felaket varken, neden Tanrı ABD’de deki minik bir banliyöyü kurtarmaya çalışıyor soruları başta olmak üzere birçok soru işareti, mantık hataları var ama bir şey tüm hepsini gölgede bırakıyor. Film tamamen din misyonerliğine soyunuyor. İlk dakikalardan itibaren GEN 614 göndermesi komedi filminin tüm havasını öldürüyor. O kadar sık tekrarlanıyor ki, güldüren ayrıntı olmaktan çıkıyor. Bu tip din, İncil göndermeleri filmin tüm tadını kaçırıyor. İkinci yarıda birde ailenin bütünlüğü konusu buna eklenince büyük bir hayat dersi büyük bir şırınga ile enjekte edilmeye çalışılıyor. Sonuç olarak din propogandası yapan, rüyalardaki Amerikan toplumu tablosunu çizen filmi Carrel eksik enerjisiyle dolduramıyor ama, kısacık da olsa etkili olan performansıyla John Goodman ve yan karakter Rita rolündeki oyunuyla Wanda Sykes filmi biraz dolduruyor. Kendi ülkesinde de beğenilmeyen film ilk filmi mumla aratıyor.
Hollywood\'un Tanrısı
22.08.2007

Hollywood\'un Tanrısı

Sinemanın dinle olan münasebeti, kendi tarihiyle eş değer bir konudur. Hatta bu konuda çekilmiş en eski film olarak 1916 tarihli Intolerance isimli, İsa’nın Çilesi’nin neredeyse ilk sürümü olan bir film dahi mevcut kaynaklarda. Bu tarihten başlayarak çekilmiş olan sayısız film, bazen kendi dinini yaratarak, bazen mevcut dinlerdeki kaynaklardan faydalanarak beyaz perdede, dinler, inanç, kader, varlık, yokluk, zaman ve gerçeklik gibi öğeleri sorguladı. Dünya sinemasının pastadaki en büyük dilimi olan Hollywood’un ise dinlerle olan ilişkisi de asla sıradan değildi. Peki, Hollywood sineması neden din kaynaklı birçok hikâyeyi senaryolaştırmakta veya sorgulayıcı tutumunu sürdürmekte? Amaç kuvvetli bir propaganda mı? Yoksa dini hassasiyetleri olan veya olmayan insanların beyaz perde önünde kendilerini sorgulamasından maddi bir menfaat elde etmek mi? Sanırım bu konuda ki en güzel cevabı Türk Sinema Tarihçisi Giovanni Scognamillo’nun Hollywood din ilişkisi ile ilgili bulduğum şu cümlesi veriyor. “Hollywood oluşturduğu endüstri kuralları içerisinde dini ticari bir faktör olarak kullanıyor. Bu bilinçli tercihe propaganda, tanıtım veya sömürü diyebiliriz.” Bu konuda ki, en ilginç iddialardan biri de misyonerlik amacıyla bu yola başvurulduğudur. Tabii ki, bu iddia doğruysa bile, bu propagandalar her zaman, doğrudan seyirciye yöneltilmemekte, dolaylı yoldan seyircinin beyninde yer etmesi yoluna daha çok başvurulmaktadır. Bu konuya en çarpıcı örnek birçoğumuzun severek izlediği Terminatör 2 filminde önümüze sürülüyordu. Arnold Schwarzeneger’in oynadığı T–800 isimli robot, Hıristiyan mitlerinde yer aldığı gibi kendisini feda ediyor, ancak sonra geri geliyordu. Yaralanma şekli tıpkı çarmıhta yaralanan İsa’ya benzetiliyor hatta İsa’nın dirildiğine inanmayan havarisi gibi, John Connor’da tıpkı Hıristiyan mitlerindeki gibi, T-800’ün yara deliklerine parmaklarını sokuyordu. Tabii bizim için çok şey ifade etmeyen bu ayrıntılar, çocukluğu bu hikâyelerle geçen Hıristiyan gençlerin beyninde benzer ilişkiyi fark ettirmeden kuruyordu. Elbette salt amacı, Hrıstiyan Misyonerliği olarak algılayamayız. Zira Hollywood sinemasında, kiliseyi ve yaptıklarını eleştiren, hatta temel olarak alınan Hıristiyan misyonerliği suçlamalarının tersine gidecek şekilde, Hıristiyanlıkla dalga geçen yüzlerce film de mevcut bulunmakta. Fakat gişe başarısına sahip olan filmler çoğunlukla bu dolaylı propagandanın mevcut olduğu filmler olunca, altta aranan amaç daha çok dikkati çekiyor. Günümüzde, birçok öğe sinemanın gözüyle ameliyat masasına yatırılıp incelenmektedir. Bunlara keskin örnekler verecek olursak, kader konusunu esas alan Truman Show ile kader denilen şeyin, bir televizyon stüdyosunda kapalı kalmaya benzetildiği ve çoğunlukla kaderimize yön veremediğimiz konusu alt mesajlarıyla seyircinin yüzüne çarpılıyordu. Aman Tanrım(Evan Almighty) filminin bir önceki halkası Aman Tanrım (Bruce Almighty) filminde ise bütün duaların kabul olmaması sorgulanıyor ve İncil’den yaptığı alıntılarla orta sınıfı bir Amerikan vatandaşının mizah eksenli olarak Tanrı’nın yerine geçişi anlatılıyordu. Mizahi yönünün tam merkezinde oturan dini tartışmayla film gişeden başarıyla ayrılıyordu. Benzeri bir örnekte ünlü yönetmen Tarantino’nun unutulmaz filmi olan Pulp Fiction’da, dolaylı propaganda çok iyi bir şekilde filmin içerisine sızdırılmıştı. Ana karakter cinayetlerinden önce İncil okuyor, kendisini ıskalayan kurşunları Allah’ın lütfu olarak değerlendiriyor ve onun müdahalesinden bahsediyordu. Sinemanın efsanevi serilerinden olan Star Wars serisi ise kendi yarattığı Jedi dini felsefelerini ve tanrı yerine güç(force) denilen öğeye tapan Jedi Şövalyelerini izleyiciye öyle bir şekilde nakşediyordu ki, 2001 yılında Avustralya, Yeni Zelanda, İngiltere ve Kanada’da kütüklere kaydedilmiş bir Jedi Şövalyeleri dini ortaya çıkıyordu. Üstelik azımsanacak bir rakamda değil: sayıları yetmiş bini aşıyordu. Tabii bu şekilde sorgulamaların ve yeni din oluşumlarının yanı sıra, sinemanın dine diğer bir müdahalesi dışarıdan, dinin sorguladığı şeyleri kendi yöntemiyle cevaplayarak oluyordu. Sorgulanan şeyler özellikle her dinin kendi kuralları ile cevaplamaya çalıştığı, “kimsin? Nasıl var oldun? Ne yapmalısın? İyi ve kötü nedir?” gibi sorular. Bu konuda sinemanın müdahalesi ile oluşturulmuş biraz felsefeyi harmanlayarak, birazda sıra dışı yorum katarak oluşturulmuş birçok film mevcut. Bu konudaki en bilindik örnek elbette ünlü Matrix serisi. Gündemdeyken çok tartışılmış hatta Matrix felsefesi diye kitapları çıkmış bu filmde, dindar bir hrıstiyan izleyiciyi her karesinde İsevi sembolizmin ve dini hikâyelerin uyarlanmasıyla yapılan göndermelerle neredeyse boğmuş, bununla da kalmayıp Budizm dahil birçok dine sayısız gönderme yapılmıştır. Jodie Foster’ın başrolünde oynadığı Mesaj(Contact) filmi ile evrenin büyüklüğü ve uzaylılardan gelen veriler üzerine bilimsel tekniklerle yapılmış bir aracın pilotluğunu yapmak için verilen mücadelede, bilim ve din ilişkisinin yoğunca sorgulanışı önümüze koyuluyordu. Sorgulanan sorulardan biri olan “iyi ve kötü” karşıtlığı ise Konstantine, Beşinci element ve Bağımsızlık Günü gibi filmlerle cevaplanmaya çalışılıyordu. Bu filmlerin çoğunda iyi ile kötü arasında nihai bir savaş yaşanıyor ve iyiler(kişiye göre değişir) kazanıyordu. Bununla beraber, Yarından Sonra, Armageddon, Derin Darbe gibi filmlerle, kıyamet senaryoları hayata geçiriliyor ve Hollywood bakış açısıyla kıyametler olup bitiyor ve sonrası hakkında kafa karıştırıcı sorularla izleyici baş başa bırakılıyordu. Bütün bunları bir tarafa bırakırsak, sinemanın bu sorgulama hakkını nereden bulduğunu sorarsak, buna en iyi cevap batı dünyasının sinemayı temel bir mitoloji fabrikası olarak görmesinden ileri gelir olacaktır. Tabii Hollywood, sadece mitoloji üretmekte değil, mevcut dini tarihi, dini bilgileri ve inançları farklı anlatmakta da oldukça usta. Hollywood’un bu yüzü ise dini sorgulamak yerine, yeni bir din yaratmadan, sorulan soruları cevaplıyor. Örneğin Mel Gibson’ın İsa’nın Çilesi filmi ile uzun süredir sessiz olan Hrıstiyan anti-semitizmi hortladı ve İsa’ya ihanet eden Yahudiler sinemaları dolduran kilise müdavimleri tarafından nefretle anılmaya başlandı. Stigmata filmi ise sinemayı geleneksel olarak dinin alanı gören akımın zirvesiydi. Stigmata İsevi teolojiye göre, İsa’nın çarmıhta aldığı yaraların benzerini taşıyan insanların özel olduğunu gösteren işaretin adıydı ve bu hikayeden yola çıkan Hollywood büyük bir gerilim filmiyle karşımıza çıkıyordu.  Farklı bir duruşta, Cennetin Krallığı filminde ortaya çıkarılacaktı. Burada konu direk inancın özüne bakış değildi. Sorgulanan din değildi, filmdeki malzeme kutsal kaynaklardan değil tarih kitaplarından alınmıştı ve Hollywood ilk defa bir filmde karşısında savaştığı İslam toplumunu rencide etmiyor, aşağılamıyordu. Eyyubi ile Balian’ın diyalogları bunu çok iyi vurgulamakla beraber, bu rencide edilmeyişin tarihi sebepleri arasında, Hıristiyan tarihçilerin Selahaddin Eyyubi’den her zaman saygıyla bahsetmesi de yer alıyordu. Son dönemin gişe başarısına odaklanmış yapımı Da Vinci Şifresinde ise Vatikan’a göre teslis inancı sorgulanıyor, Katolik kilise zor durumda bırakılıyordu. Temel olarak bakıldığında, sinema kilise için mükemmel bir propaganda yöntemi olmakla birlikte, aynı zamanda büyük bir baş belası da olabiliyordu. Örneğin Papa 2. John Paul’un İsa’nın Çilesi filmini seyrettikten sonra, filmin senaryosunu onaylaması ve aynen gerçekleştiğine dair beyanat vermesi ile Hıristiyan medyası filmi tamamıyla sahiplenmişti. Bundan güç alan Gibson, Papa ölür ölmez, onun hayatını film yapma kararını açıklayacaktı. İslam dininin sinemayla tanışması ise 1976 yılında Çağrı filmiyle olacak, yönetmen Mustafa Akad’ın filmi beyazperdeden çok videokasetlerle Müslüman dünyada büyük bir pazar elde edecekti. Üstelik Çağrı filmi yapıldığında Müslümanların sinema pazarında hemen hemen hiç yeri olmadığını bilmekte de fayda var. Bu filmin devamında, Ömer Muhtar filminin çekilmesi ve benzeri yapımların devamı sonucunda, işin nihai noktası Hollywood’a siparişle yaptırılan Son Peygamber isimli animasyon filmine kadar gidecek, bu filmde Çağrı’nın çizgi kopyası olmaktan öteye geçemeyecekti. Tabii, dini senaryolaştırma da peygamber kıssalarının büyük önemi olması ve dinimizin peygamberi suret olarak göstermeme kuralı da, yapımcı ve yönetmenleri daha çok peygamberlik sonrası dönemin hikâyelerine yöneltiyordu. İşin ilginç yönü, sinemada diğer dinler kadar çok eleştiriye maruz olmayan tek tanrılı dinlerin ilki Musevilik nerdeyse sinemada çok az yer buluyordu. Buna sebep olarak birçok teori üretilirken ünlü reklâmcı Alinur Velidedeoğlu’nun Hollywood’a götürdüğü senaryoların başarıya ulaşmaması ile ilgili bir televizyon programında sarf ettiği söz çok dikkat çekici idi: “Hollywood yapımcıları ya Yahudi veya eşcinsel; ya da her ikisi birden. Aralarına kendilerine benzeyenlerden başkasını almıyorlar.” Hollywood sinemasını kuranların Musevi kökenli olması da bu torpili açıklar şekildeydi. Elbette ki bir kişinin görüşü bu konuda kesin ve hâkim bir kanaate ulaşmamıza yardımcı olmuyor. Fakat kesin olan şu ki; sinema dini propaganda yapma da, yeni dinler yaratmada, dini sorgulamakta ki etkinliğini hiçbir zaman kaybetmiyor. Sinemanın bu etkinliği temel anlamda yaşanılan âlemin dışında gerçeklik dışı birçok âlem olduğunu vurgularken seyircinin zihni de yeni inanışlara gebe oluyor. Peki, bu durumun bir sakıncası var mı? Yahut Hollywood’un başka bir Tanrısı mı var? Olmasında bir art niyet var mı? Din ve sinemanın bu iç içe ilişkisi dini ve sinemayı nasıl etkiliyor. Öncelikle, yedinci sanat olarak bilinen sinemanın perdelerinde kendi kimlikleri olan insanlara, başka kimliklerin anlatılmasından ziyade benimsetilmeye çalışılması sanatın işlevi olan toplumu düzen ve kültürü himaye işlevini yok ediyor. Zira Hollywood sinema yoluyla dünyaya sadece kendi istediği mesajları vermekte diretiyor. Sanat ve sinemanın daha çok heyecanlandırmaya, duygulandırmaya veya eğlendirmeye yönelik amacı çiğneniyor. Çünkü şu ya da bu şekilde ülkemizdeki çoğu insanın çoğunlukla rahatlama ve bilgilenme aracı olarak gördüğü sinemada, objektif bilgi verilmediği gibi, filmde neyin veya hangi dinin propagandası yapılıyorsa zıttı fikre sahip olan şahsın, dünyadan kopma ve ruhunu tatmin etme anları o an, o karanlık sinema salonunda gasp ediliyor. Hollywood’un tanrısı konusuna gelince, baştaki tarihçimizin görüşü ve izlediklerimiz doğrultusunda, biraz eski ve neşeli bir deyimle, “Hollywood’un dini imanı para” diyebiliriz. Yani ilk etapta Hollywood’un umursadığı yegâne şey ticari kaygıdır. Propaganda konusunda ki art niyete gelince, işte burada yeni çıkan Aman Tanrım filmi niyetin ne olduğunu gösterir durumda. Benzer konuda çekilmiş bir filmin, sadece devam filmi denilerek neredeyse aynı konu üzerine çekilmesi, ortada yeni bir konu yerine güncellenmiş bir eski konunun önümüze tekrar sunulması filmin izlenebilirliğini kaybettiriyor. Bununla birlikte yeni bir şey sunmadığı ve şu ya da bu şekilde dünyanın %95 inin inanmış olduğu bir varlığı ısrarla aynı tabuya sokmasının sonucunda da arkasında bir art niyet aranmalı diye düşünüyorum. Son olarak din ve sinema bu konudan nasıl etkileniyor onun cevabını vermek gerek. Sinema toplumun kendi inançlarını kabullenme şeklini değiştirerek, dinin fonksiyonunu üstleniyor. Bu durumda dinin sinemayı kendi yanına çekmesi halinde, dinlerin kuralları beyaz perdeden insanlara aktarılır hale gelir ki, bu inanç özgürlüğünü zedeler. Öbür yandan sinema bazen öyle filmler sunuyor ki, kendisinin kontrol edemeyeceği şekilde yeni dinler türetiyor. Bu da kontrol edilemeyecek kadar yıkıcı sonuçlara sebep olabilir. Sinema dini araç olarak değil amaç olarak kullanmaya başlarsa o zaman durumun tahlili basit. Sinema-din arasında ki bu inorganik ilişki din bilginlerini daha fazla sorumluluğa sürüklerken, sinemacılarında dini daha iyi bilmeleri gereken dayatılmış bir geleceğin habercisi olacak, orası işin görülen kısmı. Görülmeyen kısmı ise, sinemadan doyumsuz zevk alan biz izleyicileri kalbimizden vurmaktan fazlasını yapacak.
Sweeney Todd İlk Görüntüleri
22.08.2007

Sweeney Todd İlk Görüntüleri

Johnny Depp’in Fleet Caddesi’nin Şeytani Berberi Sweeney Todd’u canlandırdığı, Warner Bros. Pictures-DreamWorks Pictures ortak yapımı "Sweeney Todd”dan ilk görüntüler yayınlandı. Stephen Sondheim’ın ödüllü müzikal-gerilimine dayanan ve Tim Burton’ın yönetmenliğinde çekilen filmde Helena Bonham Carter da kurbanlarının cesetlerini etli turtalarında kullanan ve Sweeney’nin hem suç ortağı hem de aşığı olan şeytani ruhlu Bayan Lovett rolünü üstleniyor. Çekimlerine 2007’nin başında başlanan filmin yıl sonunda gösterime girmesi planlanıyor. ABD’de dağıtımını DreamWorks adına Paramount’un üstleneceği "Sweeney Todd”un uluslararası dağıtımını ise Warner Bros. Pictures gerçekleştirecek. Walter Parkes ve Laurie MacDonald, John Logan’ın senaryosunu yazdığı filmin yapımcılığını Richard D. Zanuck ve Logan’la paylaşıyor. Sondheim\'ın, Christopher Bond’un oyununa dayanan Hugh Wheeler kitabından yola çıkarak müziklerini ve şarkı sözlerini yazdığı orijinal "Sweeney Todd", 1979 yılında Broadway’de sahnelendi ve 8 dalda Tony Ödülü kazandı. Bunlardan biri de En İyi Müzik dalındaydı. Gösterinin komedi, drama ve korku unsurları Sondheim\'ın film müziğini andıran çalışmalarıyla bütünlendi. Dünyada yüzlerce kez sahnelenen müzikal son olarak kısa süre önce tekrar New York tiyatro izleyicisiyle buluştu.