Aşkın Peşinde: Yakılamayan Ağıt!
14.10.2008

Aşkın Peşinde: Yakılamayan Ağıt!

Sinemaya reklamcılıktan geçen isimlerden Isabel Coixet’in yönetmenlikteki 20.yılı Hollywood transferi ile taçlandı. Tarih mezunu yönetmenin sonunda sinemaya düşen yolda Barcelona Üniversitesinde 18. ve 19. Yüzyıl tarihi okumasının izlerini filmlerindeki görselliğinde bulmak mümkün. Uluslar arası alanda tanınmasını sağlayan Pedro Almadovar destekli roman uyarlaması “My Life Without Me (Bensiz Hayatım)” ile 2003 yılına iz bırakırken, iki yıl sonra yazıp yönettiği “The Secret Life of Words” ile 2005’in en iyi filmine imza atarken toplam da 21 ödülle de başarısını tescilledi. Genel olarak, kamerasını hikayesini anlattığı kişilere doğrulttuğunda yakaladığı başarı ile ön plana çıkan Coixet “Elegy”de yine bir roman uyarlamasına girişiyor. Usta yazar Philip Roth’un “Dying Animal” adlı romanını senaryolaştıran isimse Nicholas Meyer. Meyer son Roth uyarlaması “The Human Stain (İnsan Lekesi)”nin senaryosuna da imza atmıştı. Genelde zor okunan romanlara imza atan, özdeşleşilmesi zor olan sevimli yanı pek olmayan karakterler barındıran Roth romanlarının başına gelen yine aynı elbette. Yine serbest bir uyarlama söz konusu. Karizmatik profesör David Kapesh, bağlanma korkusu yaşayan bir adam olarak karşımıza geliyor. Filmin açılış sahnesi olan Tv röportajında Püritenler hakkındaki konuşmasıyla tanımaya başladığımız bu bilen adam, hemen arkasından yaşlılık üzerine sağlam referanslı sözlerle karşılıyor izleyiciyi. Bir anda arkası arkasına yaş sorgulamasına girişiyor film. “Yaşlılık arkanızdan iş çevirir” ve “İnsanlar hangi yaşa göre davranmalıdır” sözleriyle filmin ana hatları da belli oluyor. Kapesh, yaşadığı anları ve hissettiklerini seyirciye vermek üzere anlatıcı olarak filme yön veriyor. Bir erkek filmi olarak, onun gözünden her şeyi görmemiz isteniyor. Consuela karşısına çıkana kadar kimseye yaklaşmamaya özen gösteren profesör, bir anda kendini ilişkinin içinde buluyor. Yönetmenin tarih bilgileriyle bezeli anlarda bol bol İspanyol ressam Goya’nın adı geçiyor, resimlerinden biriyle Consuela da cabası. Consuela ve Kapesh arasındaki ilk sevişme sahnesinde tutkuyu çok güzel aktaran yönetmen Coixet, hemen ardından daha uzun bir planla bu tutkuyu kendi eliyle bozuyor. Aralarında 30 yaş fark olan çiftin arasındaki diyaloglarda hayli ilginçleşiyor. “En az 50 kadınla yatmışsındır, oysa ben 5 kişiyle oldum…” cümleleriyle başlayan yatakta geçen sahne gibi birçok sahne de bir engele takılıyor. O engel de inanmadıkları halde inanmış gibi oynayan Cruz ve Kingsley’e ait. Kingsley zaten her zamanki gibi klişe bir oyunculuk sergiliyor. Ama bu kadar düz bakan, tutkudan yoksun bakışlar, duygu katılmamış replikler sonrası Cruz ne kadar çabalasa da boşa ağlıyor. Ben Kingsley’in başka filmden gelen bir karaktercesine role hiçbir şey katmadan yaşanan aşka inanmak da zor elbette. Doğal olarak Penelope Cruz ne kadar çabalasa da olmuyor. Böyle bir filmde, özellikle de Philip Roth uyarlamasında zaten taraf tutmadan sevabıyla günahıyla işlenen karakterler söz konusuyken, “Göğüslerine tapıyorum” “Yüzün bir sanat şaheseri” başta olmak üzere benzeri replikler varken düz oyunculuklar hiç çekilmiyor. Çiftin arasındaki tutku ilk başta yaşanan kısa sevişmeden öteye de gidemiyor. Yönetmen ve oyuncuların film hakkında verdiği röportajlarda tam aksini gösteriyor oysaki.. Yönetmen Coixet “‘Bence o -Kingsley- hayatımda gördüğüm en şahane gözlere sahip. Hatırlıyorum bir gün… çok basit bir sahne. Ben konyak dolduruyordu ve iki bardakla Penelope’ye doğru ilerledi. Kameranın arkasında durmuş şöyle düşündüm: Bunlar gerçekten de aç gözler… Onu gözleriyle yiyor gibiydi.” Coixet daha sonra Kingsley’e o sahne esnasında neler düşündüğünü sormuş. ‘Ölümümü düşünüyordum’ cevabını almış. Kingsley’in yanlışı da ölümünü düşünmek yerine aşkı düşünmemesi oluyor. Gariptir Kingsley: “…çünkü bu gezegeni -bu lanet olası şovu- bir arada tutan tek şey aşk. Bu işbirliği içinde harcanan efor kadın ve erkek arasındaki aşkın tanımlanabilmesi ve sorgulanması için.” diyor ama bu sorguyu Kepesh karakterine yediremiyor. Başlayan ilişkisini yaşamak, tadını çıkarmak yerine, nasıl olsa bitecek düşüncesiyle azap çeken, yalnızlığına iyice gömülen Kepesh’in ayrıldığında yaşadıkları doğal olarak inandırıcı gelmiyor. Üstelik ayrılık sonrası film sıradan bir “yaşlı ve yalnız adam” filmine dönüşüyor. Bol bol klişe barındırıyor. Arada bir arkadaşı George ile yaptığı konuşmalar sırasında da filme bir şey eklemeyen felsefe muhabbetleri dönmekte. “Güzel kadınlar görünmezler. Güzellik kalkanı içini görmemizi engelliyor” sözü sarfedilsede ilişki de sorunun nedeni güzelde değil, yaşlı da… Tüm bunlar olurken Profesörün oğlu Kenny devreye giriyor. Kenny sayesinde öğrendiklerimiz de David’in oğluna hiç baba olamadığı oluyor. Ama konuşulan ve sorgulanan evlilik ve aldatma oluveriyor. Hem oğlu, hem de arkadaşının sorunlu evlilikleri ve aldatmalarıyla klişe bir ortayaş bunalımı filmi çıkıyor ortaya. George’un karısının “olduğu gibi davrandığı için onunla gurur duyuyorum” dediği bir dünya profili var önümüzde. Olduğu gibi davranamayan Kepesh, Consuela’nın sevgilisi David olamıyor bir türlü. Profesör Kepesh olarak davranmaya çalışıyor. Ayrılık sonrası gelen klişe sorgulamalara bir de Kepesh’in sadece cinsellikten ibaret ilişki yaşadığı, uzatmalı ilişkisi de katılıyor. Sonuç olarak ilişki de aslında olgun olan Consuela oluyor. Kepesh’se bağlanmaktan değil, olgunlaşmaktan korkan biri aslında… Tümüyle bakıldığında filmin iki ismi de son derece anlamsız kalıyor. “Aşkın Peşinde” filmin anlatmak istedikleriyle son derece alakasız kalıyor. Kimse aşkın peşinde koşmuyor zaten. Herkes elindeki aşkı sorguluyor, olgunlaşmayı sorguluyor. “Dying Animal” yerine “Elegy (Ağıt)” adını filme veren Yönetmen Coixet belli ki 1960 doğumlu olması sebebiyle aynı sancılardan geçiyor. Ama filmini fazlaca kişiselleştirmiş görünüyor. Ortayaş bunalımı klişesi bir yana, filmde kime ve niçin ağıt yaktığı da belli değil zaten. Başından sonuna konu bütünlüğü olmadığı seyircinin yakamadığı ağıdı, birkaç piyano tınısında yakmaya çalışsa da olmuyor, olamıyor…
Cinnet: Şehirden İndim Köye!
13.10.2008

Cinnet: Şehirden İndim Köye!

İnternetten film indirenlerin yaklaşık bir sene önce izlediği, korsan dvd satanların artık eski film gözüyle baktığı “Timber Falls” nihayet gösterimde. Aslında yaz vizyonunda gösterime girse şu anki gibi garip bir durum oluşmayacaktı. Korku filmlerinin en kötüsünün bile kemik izleyicisi bulunmakta. Ama bu durumu gözeterek vizyona girecek filmin bu tür korsan piyasada ulaşılabilir olması konusunda küçük de olsa bir bilgi sahibi olunması gerekiyor artık. Korsan piyasada bugün itibariyle eskimiş sayılan bir filmin, yeni sezon arifesinde gösterime girmesi de hayli ilginç bir durum oluyor bu yüzden. 1995’de Sam Raimi’nin enteresan westerni “Hızlı ve Ölü” ile asistan olarak sinemaya adım atan Tony Giglio’nun imzasını taşıyan film, vizyona girmekten çok dvd için üretilmiş film havasında kendini bilen bir yapım aslında. Almanya ve Amerika’daki iki festivalde gösterimi yapılıp, ortalama eleştiriler aldıktan sonra Şubat ayında DVD olarak piyasaya sürülmesinden de bunu görmek mümkün. Katıldığı festivallerde aldığı herhangi bir ödül falan da yok. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın onca film dururken “Timber Falls”ın vizyona girmesi enteresan bir seçim. Gelelim film ekibine… Yönetmen Tony Giglio’nun öyküsünü senaryolaştıran isim Daniel Kay 6 yıllık aradan sonra yazdığı ikinci senaryosuyla pek bilinen bir isim değil. Son olarak 2005’de 10 dakikalık kısa bir müzikale imza atmış, iki film yönetmiş bir isim Kay. Yönetmen Tony Giglio ise beşinci filmiyle karşımızda. İlk filmi “Soccer Dog: The Movie” olan Giglio sürekli türler arasında gezinen genel bir sinema dilini henüz oluşturmamış bir isim. En bilinen filmi kalabalık oyuncu kadrolu “Chaos”da bir nebze de olsa suç aksiyonuna eklediği gerilimle bir parça ön plana çıkmış olan Giglio, Timber Falls söz konusu olduğunda temel çıkış noktasının Tobe Hooper’ın hala aşılamamış 1974 tarihli klasiği “The Texas Chainsaw Massacre” olduğunu belirtiyor. Dönem itibariyle şehir züppelerinin küçük kasabalarda yaşadığı gerilim türünün zirve noktası olan filmden beslenmek dışında benzeri filmlerin klişelerinden de beslenmiş olduğunu görmek için de sinema profesörü olmak gerekmiyor. Yine de Giglio’nun filminin yüzlerce benzeri arasından sıyrılıp ön plana çıkmasının sebebi de tastamam bu. Amerikan toplumunun en belirgin farkı olan Taşralı ile Şehirli ayrımından çok iyi şekilde yararlanıyor film. Çıkış noktasını doğru seçiyor. Amerikanın Başkanını seçmeye hazırlandığı dönemde daha net görebileceğiniz ayrım Demokratlar-Cumhuriyetçiler farkı olarak özetleyebileceğimiz bir fark. Burdan bize çok gelişmiş olarak görünse de Amerika’da halen iki farklı yaşam süregeliyor. Büyük şehirlerde yaşayan insanlar gündelik ilişkiler arayan, dinine pek bağlı olmayan tamamen özgür bir yaşam sürdürüyor. Arada bir sıkıştıklarında günah çıkarmak ve evlenmek dışında kliselere pek uğramayan yeni nesil bir yaşam sürdürüyorlar. Macera aramak üzere, eğlenmek üzere taşraya indiklerinde ise farklılıkları her yönden sırıtıyor. Küçük kasaba insanlarının yaşamları ise hala dini yaşam gereklilikleri üzerine kurulu… Çok serbest bir yaşam sürmeden, her şeyden uzak bir şekilde konservatif bir hayat sürdürüyorlar. Amerikan taşralarında süren yaşamın merkezinde kliseler ve dini öğretiler yer alıyor. Pazar günlerini düzenli olarak klisedeki ayinlere ayıran, pederlerin gelen gidenlerin adeta yoklamasını aldığı taşra yaşamının sakinleri yaşadıkları hayatın çok uzağındaki şehirliyle karşılaştıklarında ortaya çıkan belirgin fark da korku filmlerinin merkezinde yer alan konulardan biri oluyor. “Timber Falls”da bu yolun yolcusu oluyor. Onca korku filmleri dururken vizyona girmesinin temel sebebi de bu zaten. Genç bir çiftin aradığı macerayı taşrada bulması üzerine yaratılan gerilimde Türkçe adındaki “Cinnet” pek fazla yer almıyor. Zaten filmin adını “Cinnet” yapmak çok fazla iddalı olmuş. Genç bir çiftin, dağda geçirdikleri bir haftasonu tatili cehennemi bir seyahate dönüşür… Kendilerini dengesiz yöre sakinlerinin gizlice planladıkları kumpasların ve garip olaylar dizisinin içinde rehin olarak bulurlar… Mike (Josh Randall) ve Sheryl (Brianna Brown) Batı Virgina’nın sarp ve kayalık dağlarında çadırlarını kurarlarken, başlarına gelebilecek en kötü şeyin böcekler olduğunu düşünürler. Karşılacakları olayların bir kabus olduğundan haberleri yoktur… Sheryl ortadan kaybolur… Mike ormanda tek başına Sheryl’ı ararken yardım edebileceğini söyleyen ürkütücü bir kadınla karşılaşır… Mike aslında en son ihtiyacı olan şeyin bu kadının yardımı olduğundan habersizdir… Korkunç bir dizi olaydan sonra Mike Sheryl’ı bir kulubenin duvarları mumlar ve haçlarla kaplı bodrum katında bir masaya bağlı olarak bulur… Açılışını Otel başta olmak üzere benzeri kanlı vahşet filmlerden ödünç alan “Timber Falls”, yine son dönem korku klişesi olan kısa bir açılış sahnesiyle, bakın olay bu şimdi yeni kurbanlar gelecek ve aynı şeyleri yaşayacak öngörüsüyle açılıyor. Taşralı ile Şehirli arasındaki fark ormanda sevişen çiftin kasaba gençlerince basıldığı, küçük çaplı gerilimin yaşandığı sahnede hemen ortaya çıkıyor. Taşralı gençlerin sevişen çifte yukardan bakarak, aşağılaması, onlarla oynaması filmin ana merkezi hakkında bilgi veriyor hemen… Sonrası daha vahim elbette… Kafayı dinle bozmuş bir kadın evlenmemiş olan çiftin kasabalarında dilediğince sevişmesine tepkisini koyuyor. Zaman ilerledikçe elebaşı olduğunu görmemizin sürpriz olmadığı kadının, ekipçe çiftin üzerine gitmesi, kanlı sahnelerin olması sürpriz değil elbette. Sürpriz olan fark yaratan çifti evlenmeye zorlaması, bunun için kapalı tuttukları yerde tam teşekküllü bir düğün hazırlığı yapması, zorla evlenmelerini sağlamaya çalışması. Tümüyle bakıldığında vasat bir film olan “Cinnet” sadece belirgin farkları görmemizi sağlayan alt metniyle aradan sıyrılabilen, kendi çapında izlenilebilirliği olan, pek ürkütmeyen ama yine de sonuna kadar izleyicide uyandırdığı merak duygusuyla sürükleyen sıradan film olarak kalıyor…
Babil M.S.: Gezegeni Kurtar! Çocukları Kurtar!
13.10.2008

Babil M.S.: Gezegeni Kurtar! Çocukları Kurtar!

1978’de henüz 11 yaşında iken oyunculuğa başlayan Mathieu Kassovitz, 1990-92 arasında biri ödüllü 3 kısa filmle başladığı yönetmenlik alıştırmasını, ilk uzun metrajı Métisse (1993) ile Paris Film Festivalinde iki ödül alarak yapmış oldu. 1995 yılında ise “La Haine” ile başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa’yı sallayarak kendini kanıtlarken, saygın yönetmenler kulübü adaylarından biri olarak anılmaya başladı. Dile kolay, siyah-beyaz çektiği filmde, Fransa’nın varoşlarında yaşananların röntgenini çekmiş bir başyapıt ortaya çıkarmıştı, hem de sessiz sedasız. Filmin başta Cannes film festivalinden En İyi Yönetmen dahil 8 ödül alması da bu çıkışın zirve noktası oldu. Herşeye rağmen Mathieu Kassovitz’i sinemaseverlere hatırlatmak için “Amelie”nin sevgilisini oynayan çocuk demek gerekiyor. “La Haine” sonrası 92’de çektiği kısa filmi “Assassin(s)”i uzun metraja çevirdiği suç draması ile küçük çaplı düşüş yaşayan yönetmenlik kariyeri popüler sinema örnekleri ile devam etti. Yine bir roman uyarlaması olan Kızıl Nehirler ve görece başarısız bulunan korku filmi “Gothika” ile yönetmenliğe 5 yıllık bir ara verdi. Yönetmenliğe verdiği arada ise usta yönetmenlerin filmlerinde oyuncu olarak bulunma şansı elde etti. Steven Spielberg, Luc Besson ve Costa Govras’ın filmlerinde oynadıktan sonra Kassovitz yönetmenliğe bir roman uyarlaması ile döndü. Maurice Dantec’in “Babylon Babies” adlı romanını 2002 yılında okuyan Kassovitz “Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film! “ diyerek görüşlerini belirtiyor. Herkesçe uyarlanamaz damgası yiyen roman konusunda iddalı bir açıklama yapan Kassovitz, “Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor.” diyerek daha en baştan meydan okumasının sonuçlarını da aktarmış oluyor. Yönetmenin de açıkladığı gibi romanın birebir beyazperdeye aktarımı söz konusu değil. Romanın Kassovitz tarafından yorumlanmış haliyle karşı karşıyayız. Yazarın da bu konuda Son derece açık fikirli olması “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum” demesi daha büyük bir serbestlik sağlamış olsa gerek. Bir roman uyarlamasından, kitaptan esinlenmeye dönüşen Babil M.S., iyi repliklerle bezeli sağlam bir açılış yapıyor. Kahramanımız Toorop’u kısa zamanda az ve öz olarak tanıtmış oluyor böylece. Ama arkasından gelen jenerik tam tersi şekilde felaket. Rap müzik eşliğinde sokakta isyankar dolaşmak artık çok klişe ve sıradan… Çok zaman kaybetmeden uzun metne rağmen hemen öykü kuruluyor. İlk anlarda yaşanan aksiyonlardan sonra Toorop, kaçakçı Gorsky’den aldığı iş teklifini değerlendirerek filmin gideceği yolu da açmış oluyor. Gorsky rolünde Gerard Deperdau son derece sevimli duruyor. Söz konusu teklif Moğolistan’daki paketi Amerika’ya getirmek… Bunun için de “Hiçbir şeye karışma ve daima işi bitir. Kimseye güvenme.” sözlerini hayatının kuralı yapan Toorop seçiliyor. Ama ilginçtir; bir helikoptere dev bir mıknatısla arabanın içinde Moğolistan’a gidilebiliyorsa neden aynı yolla paket taşınmıyor anlamak mümkün değil. Daha en başından bu basit mantık hatası ile zarar görmüş oluyor film. Toorop karşısında bir değil, iki paket buluyor. Adını gökyüzündeki kaostan alan Aurora ve koruyucusu Rahibe Rebeka ile başladıkları uzun yolculukta, çok fazla aksiyon olmasa da Aurora’nın kimliği üzerine merak duygusuyla geçiyor zaman. Her dakika soru işaretleri artıyor paketin önemi hakkında. Herşey çok geçmeden New York’ta aydınlanıyor. Kassovitz yolculuk boyunca gösterdiklerinden ayrı bir paragraf açmaya soyunmuyor. Yaptığı bu seçimde ona pahalıya patlıyor. Rahibe Rebeka’nın fazla işlenmeyen öyküsü başta olmak üzere atlanmış birçok yan öykü filmi çok daha iyi noktaya getirebilirdi. Yolculuk boyunca geçilen sınırlarda yaşananlar, göçmen sorunları teğet geçiliyor. Aksiyon adına Aurora’nın izlenmeye başladığı sahnelerin sonu da “Yamakasi” benzeri sahnelerden ibaret kalakalıyor. “Bizi baban yolladı” sözü üzerine dallanıp budaklanan öykü yine de Aurora’nın geçmiş hakkında tatmin edici açıklamalarda bulunmadan bitiyor. Oysa açılan bu yan öykü fırsatı filme çok şey katabilirdi. Aurora’nın geçmişi ile ilgili geri dönüş sahneleri filmin mesajını daha anlaşılır kılabilirdi. Amerika’ya giriş sahnelerinde de filmin sekteye uğruyor. Uçağın üzerindeki dev “Coca-Cola” yazısı başta binaların üzerindeki yazıların göze sokulur tavrı da pes dedirten cinsten. Artık olmazsa olmaz haline gelen film içinde reklam konusunda net bir kuralın gelmesi gerekiyor. Ne de olsa her şeyin bir yolu yordamı var. Bu şekilde göze sokulan reklam hiç de hoş olmuyor. New York sahnelerinde yönetmenin gelecek hakkında “Blade Runner”dan faydalandığı açıkça ortada. Zaten söyleşilerinde de bunu “Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder…” sözleriyle dile getiriyor. Buluşma anı ve paketin teslimindeki aksiyonda pek tatmin edici olamıyor. Sonrasıysa filmin o ana kadarki dağınıklığı sebebiyle dağılıp gidiyor zaten. Ucu açık finalle topu seyirciye atan Kassovitz’in, kurgunun son halinden sonra filme sahip çıkmamasının sebepleri de belli oluyor böylece. Film bittiğinde net şekilde görülen filmin süresinin kısa oluşu. Belli ki yönetmenin aklındaki filmde bu değil. O halde bizi yakın gelecekte bir “Yönetmenin Kurgusu” versiyonu bekliyor… “Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük.” dese de, Kassovitz yüzeyin altındakileri gösteremeyerek, filmin önünü tıkıyor…
Orijinal Cinayetler: Çek Tetiği; Rahatla!
13.10.2008

Orijinal Cinayetler: Çek Tetiği; Rahatla!

İlk kez 1974’de “Baba 2”de aynı filmin kadrosunda yer alan yaşayan en büyük iki oyuncuyu aynı karede görmek için 21 sene sonrasını beklemek zorunda kalmıştı izleyici. Michael Mann başyapıtı “Heat”de karşılıklı döktürdükleri bir restoran sahnesi ile final dışında elde bir şey yoktu maalesef. Kariyerlerinin inişe geçtiği zamanlarda aynı karede yer almaları hayali nihayet gerçekleşiyor. Sadece iki oyuncu sayesinde gelen bekleyişe katılan isimlerde bir hayli iyi… “Inside Man” senaryosu ile çıkış yapan senarist Russell Gewirtz’de bizimle aynı heyecanı paylaşanlardan. “Ne zaman senaryo Jon Avnet ve ardından Robert De Niro’ya gitti, o zaman yazdığım senaryonun film olacağına inandım. Ne zaman Al Pacino’nun takıma katıldığını duydum, o zaman filmin gerçekten olay olacağını düşündüm” diyerek paylaşıyor heyecanını Gewirtz. Kağıt üzerindeki künye de bu olay olacağını düşündürüyor gerçekten. Ne de olsa iki büyük oyuncu bolca aynı karede görünecek, çıkışta bir senarist yazacak ve özellikle “Kızarmış Yeşil Domatesler” filmi ile tanınan ve sevilen, Richard Gere’li Uzakdoğu gerilimi “Red Corner” ile de sağlam bir referans vermiş Jon Avnet yönetecek. Polis filmi olacaksa zaten yönetmen kendini “Boomtown” dizisini yöneterek kanıtlamış durumda üstelik. Eksiler de yok değil aslında, örneğin yönetmenin yine Al Pacino’lu son filmi “88 Minutes”in yarattığı hayalkırıklığı. Sözü filme bıraktığımızda daha ilk sahneden ikiliyi atış taliminde yan yana aynı karede görmek keyfin başlangıcı oluyor. Birbirlerini uyarmalarıyla, tetiği çekişleri sırasındaki heyecanlarını da izleyiciye geçirerek pozitif bir başlangıç yapıyorlar. Hemen ardından ara sıra karlanan, kayan siyah beyaz görüntüde De Niro sahne alıyor. “Ben David Fisk. 30 yılı aşkın süredir NYPD’de görev yapan, birinci sınıf dedektifim. 14 kişi öldürdüm.” İtirafı geliyor. Oysa De Niro Turk, Pacino da Rooster. Peki öyleyse bu itiraf neyin nesi ve David Fisk kim? sorusunun peşine takılmamız isteniyor. Hay hay… Söz konusu cinayetler tamamen kötüleri öldürmek üzerine şartlanmış bir seri katilce işleniyor ve cinayet sonrası silah ve bir de şiir bırakılıyor cesedin yanında. Filmin açılış sahnesinde gördüğümüz attığını vuran De Niro ya da filmdeki adıyla Turk, demek ki katilmiş yargısıyla çok erken karşılaşmamız isteniyor. Ama o kadar yavan şekilde ilerleyen filmde ve başarısız senaryoda bunun hedef şaşırtma olduğu ve sürpriz finalin geleceği çok açık. Peki ona da tamam deyip izlemeye devam ediyoruz… Araya katılmaya çalışılan, senaryonun gittiği finale açılacak yan yollar için yaratılmak istenilen yan öykücüklerle başlıyor filmin zaafları. Turk’ün cinselliğe dayalı ilişkisi başta olmak üzere anlamsız yan öykülerle ortaya çıkan yan öykücükler zaafı, sürpriz finale de zarar veriyor. Bir polisin, seri katil olduğuna inanmak, üstelik ilk sahnede gördüğümüz kişi değil de başka bir polis olduğuna inanmak için, seyircinin başka bir şeylerle oyalanması gerekiyor. Ama bu konuda “koca bir hiç” var izleyicinin karşısında. Sürpriz final için hazırlanan her şeye ihanet edermişcesine ıskalanan çok fazla şey var. Bir gece kulübün erkek tuvaletinde uyuşturucu kullanan güzel avukat kadınla, karanlık sokaklar, seri cinayetlerle doldurulması gereken arka planda sadece kartondan görüntüler var maalesef. Filmin ortalarında ortaya çıkan terapistle, iki genç dedektifle temposu artması beklenen film aksine olduğu yerde saymak konusunda direniyor adeta. İki büyük oyuncuya odaklı filmde en azından meslekte uzun süre birlikte çalışmış, birbirini çok iyi tanıyan ikilinin aralarındaki dostluk bağını görmek de mümkün değil. Biri sinirli, biri uysal iki adam diye geçiştirilmiş profil var fonda. Terapist sahnelerinde bölünmüş ekranda yan yana gördüğümüz ikiliye dair daha dişe dokunur replikler olsa biraz daha derlenip toparlanabilirdi belki ama en azından ikilinin silah üzerine, tetiği çekme anındaki hisleri üzerine söyledikleri bir parça ümit veriyor. Sözüm ona sürpriz son hatrına katilin profiline de odaklanmak mümkün olamıyor. Özellikle kötüleri öldüren polis denildiğinde akla gelen dizinin başkarakteri “Dexter”da gördüğümüz ayrıntılar, karakter profilinin çeyreğine bile razı olunabilirdi. Hikayeye derinlik kazandırmak yerine yönetmen Avnet, “Heat”deki restoran sahnesine gönderme yapmak adına durmadan benzer sahne arayışına giriyor. Finalini de “Heat”in finaline benzeterek, muhtemelen filmi izlediğinde kurduğu fantezinin peşinden koşuyor. Heat’de gördüğümüz kovalamaca sahnesi bir havaalanında son bulurken, Mann gölgelerden ve seslerden ustalıkta faydalanıyordu. Oysa Avnet, finalini Açıkhava yerine, demiryolu civarındaki bir depoda yine ışık oyunlarıyla, uçak yerine tren sesi ile süsleyerek ikiliye rövanş maçı ayarlıyor. Senaryodaki zaafları yüzünden, inandırıcılıktan uzak “Kopya Cinayetler”, mantıklı bir film de olamıyor, anlaşılabilir de… Kötü senaryo ve köyü yönetmenlik yüzünden temposu da bir türlü yükselemeyen film, ortalarından sonra seyircide sonu belli bir filmi izleme sıkıntısını yaşatıyor sürpriz olmayan finaline kadar. Böylece iki büyük oyuncuyu iyi filmde yan yana görme hasreti bir başka bahara kalıyor…
Üç Maymun: Görmedim, Duymadım, Söylemiyorum!
10.10.2008

Üç Maymun: Görmedim, Duymadım, Söylemiyorum!

Mizaru, Kikazaru ve Iwazaru. Görmeyen, duymayan ve konuşmayan üç maymunun adlarından bahsederek başlamak lazım anlatmaya. Her ne kadar Japon efsanelerinde şeytanı, yani kötülüğü görmemek, işitmemek; fakat görülüp, işitilse de söylememek olarak anlatılsa da, günümüzde bu üç maymun, gerçeklerden kaçmak için görmemek, duymamak, söylememek anlamında kullanılagelmiştir. Peki, bizlerde kendi hayatlarımızda üç maymunu oynamış mıyızdır hiç?   Türk sineması son 10 yılda gittikçe yükselen bir grafik eğrisinde ilerliyor. Sinemamızda Yeşilçam döneminden “Türk Sineması” olgusuna geçişin kuvvetlendiği, görsellik, kalite ve içerik esaslarında gözle görülen bir artışın olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. İşte son dönemde sinemamızı yükselten ve uluslar arası arenada adım adım ilerleten bir isme bu sebepten hakkını teslim etmek gerekir. Çektiği filmlerin sayısına bakıldığında “Nuri Bilge Ceylan Sineması” kavramına hayret edilebilir. Fakat göz ardı edilmemesi gereken önemli bir detay vardır ortada. O da Koza’yı da dâhil edersek yönetmiş olduğu altı filmde de başından beri süregelen kendine has bir üsluba sahip oluşudur. “Üç Maymun”dan önce çekmiş olduğu diğer dört filmin hem senaristliğini hem de yapımcılığını hatta “İklimler” filmindeki oyunculuğunu da hesaba katarsak, “Üç Maymun” filmindeki başarısının zemininin çok önceden bu yana hazırlanmakta olduğunu görebiliriz. Fakat diğer filmlerine oranla bu filme olan merak ve ilginin fazlalığı ve yönetmenin sanatını ikinci planda bırakan iki sebebi, Cannes jürisinden “en iyi yönetmen” ödülü ile ayrılması ve birazda ödül alırken yapmış olduğu konuşması sebebiyle kendisinden bihaber Türk izleyicisinin filme karşı duyguları olarak gösterebiliriz. Bu zamana kadar ismi duyulduğunda çok sanatsal veya sıkıcı filmlerin yönetmeni olarak Türk seyircisinden reaksiyon alan yönetmenin ödülünü ithaf ediş şekli birden dikkat çekmesine sebep olmuştur ki, bu özellikle sinema adına üzücüdür.    Yönetmenin fotoğraf sanatçılığının getirdiği bir görsel anlayışı var. Başarılı bir fotoğraf sanatçısı olarak fotoğraflarında da sıkça kullandığı ve yakalamaya çalıştığı kasvetli, karanlık ve tüm sıkıcılığının gerçekliğiyle hayatı anlatma düsturu ve birçok eleştiriye rağmen filmlerinde de bu üsluba devam etme kararlılığı kendisini değerli kılmaktadır. Belirli sahnelerdeki sanki bir fotoğrafa bakıyormuşsunuz izlenimi yaratan şey; aslında gerçek hayatta zaman durdurulabilse saklamak istenen, ama zamanın durdurulamadığı o anın seyirciye sunuluşudur. “Üç Maymun” filminde aynı teknikle daha çok diyalogun harmanlanması bizlere daha farklı bir deneyim yaşatacaktır emin olabiliriz.   Filmdeki oyuncuların sözleriyle ilgili en önemli bir detayı aktarmak gerekir ki, bu da Nuri Bilge Ceylan’la çalışırken rol yapmamaları gerektiğini kendisinden işitmeleridir. N.B. Ceylan’ın filmlerinde ki gerçeklik duygusunun anahtar noktasının da rol yapmaktan ziyade karakteri gerçek kılmaktan kaynaklandığını gösterir bir açıklama bu. Tabii bunun üstüne birde bu gerçekliği izleyiciye yansıtmaya çalışan fotografik sahneleri sayarsak izleyici için sadece Türk Sineması adına değil, sinema adına farklı bir deneyim olduğunu söylememiz gerekir.
Aysun Kayacı ile Sinema Sohbeti
09.10.2008

Aysun Kayacı ile Sinema Sohbeti

NTV’de yayınlanan “Haydi Gel Bizimle Ol” programında aklına geleni söylemekten çekinmeyen Aysun Kayacı; Müjde Ar ve Pınar Kür gibi, kendi alanında zirveye ulaşmış sanatçılar ile birlikte sunduğu bu program sayesinde, ‘magazin figürü’ imajını yıkmayı başardı. Artık sadece görüntüsü ile değil, sözleriyle de dikkat çeken Kayacı, kendini ifade edebileceği bir platforma sahip olduğu için çok mutlu. Televizyonda yakaladığı bu başarıyı, oyunculuk alanında da sürdürmeyi hedefleyen Aysun Kayacı, çekimlerine Eylül ayında başlanan “Şeytanın Pabucu” adlı komedi filminde başrolde oynuyor. Yapımcılığını Mia Film’in üstlendiği, Turgut Yasalar ve Hilal Bakkaloğlu yönetmenliğinde çekilen “Şeytanın Pabucu”, 26 Aralık 2008’de gösterime girecek. Bir ay geceli gündüzlü süren çekimlerin ardından rahat bir nefes alan Aysun Kayacı ile, vizyona girmeden ses getirmeyi başaran “Şeytanın Pabucu” filmindeki rolü ve oyunculuk alanındaki hedefleri üzerine konuştuk.Sinemalar.com: Sürekli magazin basınının gündeminde olman nedeniyle insanların seni yanlış tanıdığını ya da kendini ifade edemediğini düşünüyor musun?Aysun Kayacı: Ne yazık ki evet! Fakat ben ne yaparsam yapayım, buna engel olamıyorum. Sözlerim çarpıtılıyor, hatta hiç söylemediğim sözler benim beyanım gibi aktarılıyor. Okuyucu ve izleyici hiç sorgulamadan çıkan tüm haberlere ya da açıklamalara inanıyor. Bu durumu değiştirmek için ne yapabilirim, bilmiyorum.Ekranda gördüğümüz Aysun Kayacı, seni tam olarak yansıtıyor mu? NTV’deki programda söz alabildiğim ve anlatmaya çalıştığım mesaj kesilmediği sürece kendimi yansıtabildiğimi düşünüyorum. Sadece o programda kendim gibi  olabiliyorum. Magazin programlarındaki görüntümden ben de hiç mutlu değilim. Çünkü ekrana yansıyan görüntü beni ifade etmiyor aslında. Hakkında çıkan haberleri takip ediyor musun? Olumsuz yorumlardan etkileniyor musun? Takip ediyorum tabii ki ve çok etkileniyorum inan. İşimi severek yapmama engel oluyorlar. Hevesimi kaçırıyorlar. Yayınlanan haber olumlu bile olsa, gerçek dışı bilgiler beni üzüyor ve yıpratıyor. Olmadığım biri gibi gösteriliyorum insanlara.Show dünyasının farklı alanlarında çalışmış biri olarak, hangisini daha çok sevdiğini merak ediyorum; mankenlik mi, sunuculuk mu, oyunculuk mu? Benim için en keyiflisi oyunculuk. Özellikle komedi oyunculuğundan çok büyük keyif alıyorum. Çok sevdiğim için, işime iyice konsantre olabiliyorum.Kendini oyunculuk konusunda başarılı buluyor musun? Bu alanda nasıl bir hedefin var? Samimi olmak gerekirse, oyunculuk konusunda tam anlamıyla olgunlaştığımı düşünmüyorum. Daha çok tecrübe edinmem gerekiyor bu alanda. Zaman içinde kendimi iyice geliştirerek, komedi filmlerinin en çok aranan oyuncusu olmak istiyorum. Ne kadar zamanda gerçekleşir bilmiyorum ama hedefim bu. Yeni filminden konuşalım. Nasıl bir karakteri canlandırıyorsun ‘Şeytanın Pabucu’nda? Bir kere, benden çok farklı bir karakter. İlk defa böyle bir karakter canlandırıyorum. Kendimden bir parça bulamıyorum bu karakterde. Çünkü, Aysel tam bir mahalle kızı, yani mahallesinden hiç dışarı çıkmamış bir ev kızı. Bana hiç benzemiyor Bu nedenle hazırlık sürecinde çok zorlandığımı itiraf etmeliyim. Umarım sonuç güzel olacak.Bu rol için neden seni tercih ettiler?
New York Film Ekolü Film Atölyesi
09.10.2008

New York Film Ekolü Film Atölyesi

1950’lerde Hollywood’a karşı doğan New York Film Ekolü’nün temsilcilerinden olan ünlü yönetmen-yapımcı Fehmi Gerçeker, Brezilya ve Amerika’dan sonra, Türkiye’deki üçüncü atölyesini Çengel Sanat’ta düzenliyor. New York Film Ekolü Atölyesi’nde bir filmin bütün yapım aşamaları katılımcılar tarafından ortak çalışmayla gerçekleştiriliyor. Tamamen etkileşimli ve paylaşımcı olan atölyede, grup aktif bir şekilde kendi yönünü kendisi belirliyor. “Film yapılarak öğrenilir” yönteminin önemini vurgulayan Fehmi Gerçeker, bu nedenle ilk günden itibaren kamerayı katılımcıların kullanımına sunuyor. Katılımcıların bilgi ve deneyimlerini ortaya koymalarına imkan tanıyan atölye için Gerçeker, "Hata yapmaktan korkmadan, kişinin özverisini ve kendine güvenini ortaya çıkaran bir çalışma " diyor. Çengel Sanat, katılımcılara atölye saatleri dışında kaynak araştırma ve film izleme konusunda da yardımcı oluyor. Çalışmaların verimi açısından atölyeye sadece 10 kişi kabul ediliyor. Atölye için kayıtlar 19 Ekim’e kadar devam edecek. Atölye Programı • Hollywood sineması • New York Film Ekolü • Amerikan bağımsız sineması • Film yapım biçimleri • Sinema- insan iletişimi • Senaryo yazımı • Casting/ oyuncu seçimi • Mekan seçimi • Çekim • Kamera, ses ve ışık kullanımı • Oyuncu yönetimi • Kurgu teknikleri • Ses ve müzik efektleri • Film gösterimi ve incelemesi Atölye Tarihi: 25 Ekim - 6 Aralık 2008 Her hafta Cumartesi 10:00/ 17:00 arası (7 hafta toplam 50 saat ve üzeri) Fehmi Gerçeker hakkında bilgi için: www.fehmigerceker.com Detaylı bilgi için: www.cengelsanat.com
Can Dündar’dan ‘Mustafa’ Belgeseli
07.10.2008

Can Dündar’dan ‘Mustafa’ Belgeseli

Atatürk’ü Tanıyoruz, Peki ya “Mustafa” Nasıl Biriydi? Elinize bir kağıt kalem verip, Atatürk’ü anlatmanızı istesek, neler yazardınız o kağıda? İlkokuldan beri, hakkında sayfalar dolusu bilgi edindiğiniz Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili ne biliyorsunuz gerçekten? “Atatürk”ün lider ruhlu, mücadeleci ve güçlü bir kahraman olduğuna şüphe yok. Peki ya “Mustafa” nasıl biriydi dersiniz? Ne gibi zaafları vardı? Umutsuzluğa kapıldığı olur muydu? Hayalleri nelerdi? Aynaya baktığında kendini beğenir miydi? Sevdiği kadın için gözyaşı döker miydi? En çok hangi mevsimi severdi?... Günümüz gençliğinin, resmi bayramlarda adı sıkça anılan, okul kitaplarının ilk sayfaları ile devlet dairelerinin duvarlarını süsleyen bir “ikon” olarak tanıdığı Mustafa Kemal Atatürk hakkında çok şey anlatıldı yıllarca. Ancak hiçbiri “Zübeyde Hanım’ın oğlu Mustafa”nın iç dünyasını tasvir edemedi bizlere. Atatürk’ün siyasi ve askeri başarılarının haricinde, insani yönlerini de ele alan kapsamlı bir çalışma yapılamamıştı bugüne kadar. Bu eksikliği hisseden Can Dündar, Atatürk’ün ölümünün 70. yıldönümünde, sadece Atatürk’ü değil, “Mustafa”yı da tanımak isteyenler için, özel bir belgesel film hazırladı. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda, Türkiye çapında gösterime girecek “Mustafa” adlı bu çalışma; yeni nesile Atatürk’ü keşfetme imkanı sunarken, bizleri de onu yeniden tanımaya davet ediyor. 15 yıldır konu ile ilgili çalışmalar yapan Can Dündar, 1993 yılında hazırladığı “Sarı Zeybek” adlı belgesel ile Atatürk’ün insani unsurları hakkında fikir edinmemize yardımcı olmuştu. Ancak “Mustafa”, Atatürk’ün tüm hayatını mercek altına alan ve onu alışılagelmiş formatların dışında anlatmaya çalışan bir film. “Mustafa”yı yazan ve yöneten Can Dündar, bu filmin özellikle yeni kuşağa Atatürk’ü daha samimi bir üslupla anlatarak, ona yakınlık duymalarını sağlayacağına inanıyor. Bu amaç doğrultusunda, filmde eski, siyah beyaz görüntüler yerine modern animasyon teknikleri kullanılmış. “Mustafa”nın dikkat çeken diğer bir özelliği de, filmin müziklerinin uluslararası üne sahip müzisyen Goran Bregoviç imzasını taşıyor olması. “Atatürk’ün hayatını konu alan bir filmde neden bir Türk besteci ile çalışılmadığı” yönündeki eleştirilere şu cevabı veriyor Can Dündar: “Sonuçta Atatürk Rumelili bir Balkan çocuğu ve Balkan kanını taşıyan bir müzisyenin ona çok daha yakın olacağını hissettim. Onun duygularını çok daha iyi dile getirebileceğini düşündüm. Onun dışında, Goran Bregoviç uluslararası bir müzisyen. Atatürk\'ü dünyaya tanıtmakta, böyle bir müzisyen seçiminin yardımcı olacağını düşündüm. Ayrıca, genlerinde Osmanlı izlerini taşıyan bir müzisyen Bregoviç...”Atatürk’ü en saf haliyle beyazperdeye taşımayı amaçlayan “Mustafa”, film için seçilen isimden de anlaşılacağı gibi, yıllardır izlediğimiz Atatürk belgesellerine kıyasla, daha şahsi bir Atatürk portresi çiziyor. Atatürk’ün kendi sesinden çok önemli konuşmalar, kendi fotoğrafçılarının fotoğraf arşivleri, duygularını ve izlenimlerini not ettiği not defterlerinden tutun da, yazdığı mektuplara kadar birçok özel bilgi “Mustafa” belgeselinde seyirci ile paylaşılıyor. Atatürk’ü sadece bir lider olarak değil, herşeyden önce bir “insan” olarak tanımak ve zaferlerle dolu yaşantısında sergilediği insani duruşu gözlemleyerek, kendi hayatınıza dair dersler çıkarmak için “Mustafa”yı izlemenizi öneriyoruz. ‘Mustafa’nın Hazırlık Aşaması •    Film için Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı arşivleri başta olmak üzere, yerli ve yabancı pek çok arşiv özel izinle açıldı. •    Atatürk’ün daha önce görülmemiş fotoğraflarına, hatıralarını yazdığı not defterlerine, yakınlarına yolladığı çok özel mektuplarına, günlüğüne ve elyazmalarına ulaşıldı. •    Çekim ekibi Atatürk’ün ayak bastığı Selanik’ten Manastır’a, Şam’dan Berlin’e, Sofya’dan Karlsbad’a kadar her coğrafyaya giderek; onun hayatını yerinde görüntüledi. •    Geniş ve deneyimli bir kadro, Atatürk’e dair yazılmış kitapları, yerli - yabancı basını ve diplomatik yazışmaları tarayarak, onlardan sahici, objektif ve sıcak bir hayat hikayesi anlatmaya çalıştı. •    Ondan kalan eşyalar, onu anlatan anılar, çalıştığı karargahlar, yaşadığı evler, geride bıraktığı belgeler, sevdiği şarkılar ve söylediği sözler titizlikle derlendi.
Fest-i Kült 4. Yılında
06.10.2008

Fest-i Kült 4. Yılında

Bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilecek olan Fest-i Kült / AFSGD Kültürlerarası Film Festivali, festival kapsamında ilk kez düzenlenecek film yarısmaları ile daha canlı bir akışla, 14-20 Kasım 2008 tarihleri arasında Ankara Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda, sinemaseverler ile bulusmayı hedefliyor. Festival sırasında gerçeklestirilen “Film nasıl çekilir?” ve “Ankara Kültür Avı” başlıklı atölye çalısmalarıyla, sinemaseverlere bire bir film çekme keyfini yasatan festival, bu özelliği ile Ankara festivalleri arasındaki farkını da ortaya koyuyor. Üç yıldır gerçeklestirilen festival, iki yıl önce 27-28 Ocak 2007 tarihlerinde Alaska ABD’de düzenlenen yan proje ile sınırların ötesine açılmayı da başarmıştı.Fest-i Kült 4 Etkinlikleri: Ödül Töreni ve Açılıs Kokteyli: 13 Kasım 2008 Film Gösterimleri: 14-20 Kasım 2008 Film Nasıl Çekilir Atölye Çalısması: 15-16 Kasım 2008 Ankara Kültür Avı Atölye Çalısması: 17-19 Kasım 2008 Kapanıs Partisi: 20 Kasım 2008 Festival hakkında detaylı bilgi için:  www.festikult.com
Altın Karagöz Kısa Film Yarışması
25.09.2008

Altın Karagöz Kısa Film Yarışması

İpek Yolu Film Festivali kapsamında düzenlenen Ulusal Altın Karagöz Kısa Film Yarışması’na başvurular sürüyor. Diyalogsuz kısa filmlerin katılabileceği yarışmanın son başvuru tarihi 10 Ekim 2008. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin 28 Kasım - 04 Aralık 2008 tarihleri arasında düzenlediği 3. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali, ‘Ulusal Altın Karagöz Kısa Film Yarışması’ ile kısa film çeken sinemacıları desteklemeye devam ediyor. Bu yarışma ile Türkiye’de kısa film üretimini özendirmeyi ve kısa filmin gelişimine katkıda bulunmayı hedefliyor. Daha önce 3 Ekim 2008 olarak duyurulan, Türkiye’nin ilk diyalogsuz kısa film yarışmasının son başvuru tarihi, kısa filmcilerden gördüğü yoğun ilgi üzerine 10 Ekim 2008 tarihine uzatıldı. ‘Ulusal Altın Karagöz Kısa Film Yarışması’nın diğer kısa film yarışmalarından ayrılan özelliği, hikâyelerini diyaloglarla anlatmak yerine, sinemanın görsel gücünü kullanarak anlatan diyalogsuz filmlerin yarışacak olması. Festivalin bu bölümünde ön elemeyi geçen toplamda 10 film ‘Altın Karagöz Ödülü’ için yarışacak ve birinci gelen kısa filmin sahibi ‘8.000 YTL Para Ödülü’nü almaya hak kazanacak. 01 Ocak 2007 tarihinden sonra çekilmiş, diyalog ve dış ses gibi sözlü ifade içermeyen ve 20 dakikayı aşmayan, yönetmelikte belirtilen özelliklere uygun olan kurmaca filmlerin katılabileceği yarışmaya, tüm amatör ve profesyonel kısa filmciler başvurabilir. Yarışmaya katılması uygun görülen ve ön elemeden geçen filmler 20 Ekim 2008 tarihinde yarışma sahiplerine ve basına duyurulacak. Birinci gelen filmin sahibi ödülünü Bursa Belediyesi Merinos Kültür Merkezi’nde yapılacak festival kapanış gecesinde alacak. Katılımcılar yarışma ile ilgili ayrıntılı bilgiye ve katılım formlarına festival merkezinden ya da festivalin www.ipekyolufilmfest.com web adresinden ulaşabilirler.
‘Güneşin Oğlu’nun Çekimleri Bitti
23.09.2008

‘Güneşin Oğlu’nun Çekimleri Bitti

Haluk Bilginer ve Özgü Namal, “Polis”ten sonra yine Onur Ünlü\'nün yönettiği “Güneşin Oğlu” adlı komedi filminde bir araya geldi. Çekimleri tamamlanan filmde Haluk Bilginer ve Özgü Namal’ın yanı sıra Bülent Emin Yarar, Hümeyra, Köksal Engür, Ahmet Kural, Tansu Biçer, Görkem Yeltan ve Burçin Yıldırım gibi tanınmış oyuncular rol alıyor. Film, Güneş\'in oğlu olduğunu öğrenen ve ruhu çevresindeki insanların bedenlerine girip girip çıkan Fikri Bey’in komik hikayesini anlatıyor. 07 Kasım 2008’de vizyona girecek “Güneşin Oğlu”  filminin senaryosunu da imza atan Onur Ünlü, filmini fantastik mavra olarak tanımlıyor. Eylül ayında çekimleri tamamlanan film komik ve eğlenceli olmasının yanı sıra şaşırtıcı ve zeki bir yapım olarak dikkat çekeceğe benziyor.Filmin Konusu: Bütün hayatını bir mucize bekleyerek geçiren Fikri Şemsigil, sonunda bu mucizeyi yaşar ve \'Güneşin Oğlu\' olduğunu öğrenir. Fakat yaşadığı mucize, düşündüğünün aksine Fikri Bey\'in hayatını alt üst eder. Fikri Bey\'in ruhu artık, çevresindeki insanların bedenlerine girip çıkmaktadır. Ve sonunda Fikri Bey, bu kez, yıllarca beklediği mucizeden kurtulmak için, gerçeklerin peşine düşmek zorunda olduğunu anlar. Olaylar çığırından çıkmıştır. Peki, karşı apartmandaki komşusu dünyalar güzeli kız ne olacaktır?