‘Münferit’ Yeniden Vizyonda!
09.09.2008

‘Münferit’ Yeniden Vizyonda!

Ülkemizin üzerine çöken karanlığı ve çürüyen ilişkileri anlatmaya çalışan “Münferit”  filmi; unutmamak, hatırlamak, en önemlisi bugünü, “Ergenekon”u anlamak isteyenler için “ 12 Eylül” de yeniden vizyona giriyor… Dersu Yavuz Altun’un yazıp yönettiği filmde başrolleri Ali Erkazan, İdil Fırat, Mahir İpek ve Serhat Nalbantoğlu paylaşıyor. Daha önce çektiği kısa filmlerle çeşitli ödüller alan Dersu Yavuz Altun’un ilk uzun metrajlı filmi olan “Münferit”, Türkiye\'de pek denenmeyen bir tür olan ‘Kara Film’in özgün örneklerinden biri olarak değerlendiriliyor.
Zohan’a Bulaşma, Filme de İlişme!
09.09.2008

Zohan’a Bulaşma, Filme de İlişme!

Senaristler Adam Sandler, Robert Smigel (Triumph the Insult Comic Dog) ve Judd Apatow’un (Knocked Up) kaleme aldığı komedi “Zohan’a Bulaşma”da, Sandler, hayallerinin peşinden gidip New York’ta kuaför olabilmek için kendini ölmüş gibi gösteren İsrailli üstün komando Zohan’ı canlandırıyor. Zohan teröristlere karşı savaştığı yaşamını geride bırakmak istese de, çok geçmeden insanın köklerinden kurtulmasının o kadar kolay olmadığını anlar. Ne var ki, onu alt etmeye çalışan eski ve yeni düşmanları da şunu öğrenir: Zohan’a bulaşılmaz.
Hızlı Yarışçı: Renkli Şeker Misali….
08.09.2008

Hızlı Yarışçı: Renkli Şeker Misali….

1995 yılında Richard Donner yönetmenliğinde çekilen “Assasins” adlı filmin senaryosu ile sinemaya ilk adımı atan Wachowski kardeşler bu kötü filmin isimlerine armağan ettiği soru işaretlerini bir yıl sonra kendi yönettikleri filmle silmeyi başardı. 1996’da yazıp yönettikleri, lezbiyen çiftin kara para aklayıcısından kaçıp kurtulmaya çalışmasını anlatan “Bound” filmiyle yaygın kullanılan sinema dilini kullanarak 6 ödül, 10 da adaylık kazandılar. En ilgincinin MTV Sinema ödüllerinin “En iyi Öpüşme sahnesi” olduğu bu ödüllerin fazlaca getirdiği tanınmışlık daha fazla özgürlük alanı getirdi.
Sıfır Dediğimde: Balık Deniz’i Görebilir mi?
08.09.2008

Sıfır Dediğimde: Balık Deniz’i Görebilir mi?

Aslı, güzel sanatlar fakültesi resim bölümünde son sınıf öğrencisidir. Bir gün hocasından ödünç aldığı oldukça değerli bir kitabı kaybeder. Kitap eski ve orijinal bir minyatür kitabıdır ve bu kitabı kaybetmiş olmak Aslı\'ya psikolojik olarak oldukça ağır gelmektedir. Üstelik kitabı tam olarak nerede ve kaybettiği, gün içinde ne zaman kaybettiğini de hatırlamamaktadır. Bu durumda, en yakın arkadaşı Nevin tarafından bir psikiyatriste götürülür ve psikiyatrist doktor Melih de "geçici hafıza kaybı" tanısı koyarak hipnoz önerir. Kitabı kaybettiği günü bir hipnoz seansının içinde yeninden ve sırasıyla yaşamaya başlayan Aslı, hipnoz içindeyken tanımadığı ve ürkütücü bir adamla karşılaşır. Kitabını bulmaktan başka bir şey düşünemeyen Aslı, hipnozda karşılaştığı adamın hikayesiyle birlikte saklı kalmış bazı gerçekleri de öğrenecektir. Aslı\'yla birlikte Melih ve Nevin de, geçmişte kalan aile sırları, masallar, bir çocuğun hayalleri, İstanbul ve Burgaz Ada\'nın gizemli atmosferinde bir yolculuğa çıkarlar.
Aynalar: Aynası İştir Kişinin, Bir de Klişe Olmasa…
02.09.2008

Aynalar: Aynası İştir Kişinin, Bir de Klişe Olmasa…

Yönetmen Alexandre Aja, gerçek ismiyle Alexandre Jouan-Arcady’nın bundan önce çekmiş olduğu filmlere bakarak net birşey ifade etmemiz ne yazık ki mümkün değil! Korku filmlerinin genç Fransız yönetmeni Hollywood namına yaptığı işlerin hepsinde orta halli bir kalite tutturmuş. Oyuncuları istisna kabul ederek, teknik ekibe de yapılacak tek yorum "İdare eder!" oluyor. Kamera iyi açılar yakalamış, efektler yerinde ve gerçekçi, mekan tasarımı hoş ve benzeri birçok şey... Senaristi ayrı tutuyorum. Yahu hiç mi Cem Yılmaz seyretme eğilimine sahip olmadı bu adam. Cem Yılmaz’ın "Bir Tat Bir Doku" adlı stand-up gösterilerinin korku filmleri ile alakalı neredeyse tüm tespitlerini filme uygulamış. Küçük yaştaki çocuğun suçlu oluşundan, onun söylediği ince sesli korkutucu şarkıya kadar... Arkamdaki mutlu çiftler gerilimin had safhalarına tırmanırken, ben Cem Yılmaz \'ın esprilerini hatırlayıp güldüm, itiraf edeyim... Efendim, oyunculara gelelim. Kiefer Sutherland’ın filmografisi oldukça geniş fakat asıl şöhretini "24" adlı dizi ile yakaladığını hepimiz biliyoruz. Sutherland, gerçekten canlandırdığı "Ben Carson" karakterinin hakkını veriyor. Fakat diğer oyuncuların gerçekçiliğine bakıldığında "bir kişinin takımı kurtar(a)madığı" anlaşılıyor. Başroldeki Ben\'in ayrı yaşadığı eşi Amy rolüyle karşımıza çıkan Paula Patton ise önemli bir yere sahip olmasına rağmen, geri kalan oyuncular gibi vasat notla sonlandırıyor görevini. Ve gelelim filme, konusuna, anlatmak istediğine ve bu isteğinde ne kadar başarılı olduğuna ... Konu özetle şu: "Ben Carson, görevi sırasında bir adamı öldüren ve bu olayın ardından görevinden istifa eden bir dedektif ve aynı zamanda sıkı bir alkoliktir. İçkiyi ve dedektifliği aynı anda bırakmasının yan etkisi mi nedir bilinmez, üzerinde hayli sıkıntı ve stres yoğunlaşır. Bu sırada hasıl olan "dengesizlik ve psikolojik bozukluk " yüzünden karısından ve çocuklarından ayrı bir yerde, kardeşinin evinde yaşar. İşsizliğine son vermek için Mayflower Binası’nda güvenlik görevlisi olarak işe başlar. Bu binada yıllar önce büyük bir yangın olmuş ve çoğu kişi hayatını kaybetmiştir. Ben, gece vardiyasında çalışmaya başladıktan sonra binanın içindeki aynalarda olağandışı şeyler olduğunu fark eder. Bu olağandışı güç zamanla kendisini ve çevresindekileri etkilemeye ve hatta zarar vermeye başlar. Filmin devamı da olayın çözüm bölümü...Bu özet yeterli... “Aynalar” (Mirrors); insanların bilinçaltına yerleşen bilgilerin, kavramların  metaya (nesneye) aktarılmaları sonucu ortaya çıkan esrarengiz gücün, şeytan tarafından yönetilme olağanlığı üzerine kurulu. Seyirciyi düşünmeye, sanrılara itmeye zorlayan bir yapım olmasının yanında; filmin anlatmak istediği konu amacından saparak "klasik şeytan çıkarma filmleri" ile aynı yere geliyor. Klişe korku filmlerine taş çıkartıyor ama taş çıkartmaktan da öteye gidemiyor. Vasat noktasında oyalanıp duruyor... Ayrıca değinmek istediğim bir husus da "Manastır-Şeytan Çıkarma Olayı".Hollywood\'un buram buram misyonerlik kokan bu adımları her ne kadar artık Türk seyircisinin aklını çelmeye yetmese de, o kadar kötü suratlı adamların yanında, manastırdaki bayanların yüzlerindeki \'temizlik ve hakkaniyet\' göz kamaştırıyor!! Film çıkışında yanındaki sevgilisine : "Manastırdaki kadından Allah razı olsun , baba kadınmış” gibi garip ve komik bir yorum yapan Türk gencini görünce, ister istemez bu konuları düşünmek zorunda kalıyorum. Gelelim bir başka olaya. Birçok sahne esinlenme, ya da çalıntı diyelim hadi. "Yeteneksizler esinlenir , yetenekliler çalar” sözünü de kelimelerin akabinde hemen verelim ki, yapım ekibine sığınacak bir liman olsun. İspatları neler diyecek olursanız , sizi de tatmin etmek boyun borcumuz!
‘Herkesin Duyamadığı Şarkı’ 2009’da!
01.09.2008

‘Herkesin Duyamadığı Şarkı’ 2009’da!

Gençlerin yakından takip ettiği başarılı müzik grubu “Hepsi”, çekimlerine Ekim ayında başlanacak ‘Herkesin Duyamadığı Şarkı’ adlı sinema filminde rol alacak. Selay Tozkoparan’ın yapımcılığını üstlendiği filmin yönetmen koltuğunda, müzik dünyasındaki başarılı çalışmalarından tanıdığımız Mete Özgencil yer alacak. “Hepsi” grubunun üyeleri Cemre Kemer, Eren Bakıcı, Gülçin Ergül ve Yasemin Yürük’ün başrolde olduğu filmde, Hepsi kızlarına Mehmet Aslan eşlik edecek. 16 Ocak 2009’da gösterime girmesi planlanan filmde, bir yaz mevsiminde yolları tesadüfen kesişen dört genç kızın, yaz sonunda farklı birer birey olarak hayata devam etmeleri konu ediliyor. Gençlik, dans, müzik ve aşkın yer aldığı macera dolu ‘Herkesin Duyamadığı Şarkı’, sömestre damgasını vurmaya hazırlanıyor.
120: Harbin Kara Yüzü
01.09.2008

120: Harbin Kara Yüzü

Zayıflamış ve yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmak isteyen yabancı devletler, güçsüz Osmanlı Devleti’ne pek çok kez saldırmış ve emellerine ulaşmak istemişlerdir. Trablusgarp Savaşı yapılmış, Anadolu’dan asker ve subaylar bu cepheye çağrılarak harp etmiştir. Daha sonra Balkan Savaşları başlamış ve yıpranan ordu, bu savaşla iyice gücünü kaybetmiştir.   Bu savaşlar için cepheye çağrılan subaylardan biri de filmde bahsi geçen Münire’nin nişanlısı Süleyman Teğmen’dir. Sürekli cepheye gitmek zorunda kalan Süleyman Teğmen sevdiğinden epey uzak kalır ve zaten annesini de kaybetmiş olan Münire’yi çok zor günler yaşatır. Tam sevdiğine kavuşmuşken, Doğu’da harp patlak verir.  Ruslar hududa dayanmıştır, durum vahimdir derhal tüm kuvvetlerle o cepheye takviye yapmak gerekmektedir. İşte Türk tarihindeki en acı olaylardan birinin yaşandığı cephe, Kafkasya Cephesi... Filmin senaristi, yönetmeni, müzisyeni yani filmin her şeyi Özhan Eren; filmi işte bu Kafkasya Cephesi’ndeki gerçek bir olaydan esinlenerek yapmış. Gerçek bir dramı barındıran filmde oyuncular adeta tarihi tekrar yaşayarak oynamış... Hiç bir oyuncuyu eleştirmek istemiyorum, hepsinin oyunculuklarından etkilendim. Ama bir aktör vardı ki, filmde iki karekteri birden canlandırdı hem de kardeş olan iki karakter. Sermet Bey ile Musa Çavuş’u canlandıran Burak Sergen performansıyla beni etkilemeyi başardı. Filmde çocuklara, “Haydi aslanlarım!” diye bağırırken duygulanmamak elde değil zaten... Filmin müziği de bu duyguyu perçinledi, Özhan Eren bu konuda da çok iyi iş çıkarmış. Bu arada şunu da belirtmek gerekir, Özhan Eren filmin yönetmenliğini ‘O... Çocukları’ndan tanıdığımız Murat Saraçoğlu ile paylaştı. Düşman devletler Osmanlı’yı parçalamak için sadece kanlı tüfekli savaşlara yönelmemişler, ayrıca devleti içten yıkmak için çeşitli entrikalarla azınlıkları kışkırtmışlar ve onların bazı bölgelerde isyan etmelerini sağlamışlardır. Bu olay da dile getirilmiş filmde, yabancı devletler tarafından kışkırtılan ve bağımsız bir devlet için vaadlerde bulundukları Ermeni’lerin bir kısmı isyan çıkarmak için ‘Taşnak Çeteleri’ni kurmuşlardır. Bir kısmı diyorum çünkü filmde de açıkca belirtilmiş, bazı Ermeni grupları huzurlu bir yaşam ve savaşa karışmamak için bölgeden göç etmişler. Öyle ki bu isyancı Ermeniler, Türkleri iyileştirdiği gerekçesiyle bir Ermeni doktoru vururlar. Van vilayetinde bulunan tümen harp nedeniyle Erzurum’a cepheye gitmek zorunda kalır. Van’ı daTaşnak Çeteleri’nin saldırılarından koruması için bir kaç askere emanet ederler. Savaş başlamıştır. Türk birlikleri hududda Ruslar’ın topraklarımıza girmesini engellemektedir, ancak Türk askerinin cephanesi bitmek üzeredir. İstanbul’dan cephane beklenmektedir, lakin İstanbul da bu konuda Almanya’dan yardım beklemektedir. Almanya ise kendisinin de savaşta bulunması gerekçesiyle yardım planlarını ertelemektedir.  Söz konusu vatandır ve durum vahim ve nihayetinde acildir, derhal cephane gereklidir. Bu konu Van Valisi’nin başkanlığında uzun tartışmalara neden olur, cephaneyi cepheye kim götürücektir? İşte filmin hüzünlü konusu da buradan gelir. Cephaneyi cepheye taşımak için yaşları 12 ila 17 arasında değişen 120 çocuk seçilir, daha doğrusu gönüllü olurlar!... Bu yüzden Münire’yi daha pek çok hüzün beklemektedir. Kardeşine “daha kimin arkasından ağlayacağım?” derken, bir yandan onu kaybetme düşüncesiyle içi kanıyor ama bir yandan da kardeşinin orduya yardım etmesini istiyor... Bu 120 cesur gencin yolculuğunda tam anlamıyla dram yaşanır, Özhan Eren bu duyguyu beyaz perdeye çok iyi yansıtmış. Amaçlarına ulaşıp cepheye cephaneleri ulaştıran çocuklar, evlerine dönüş yolunda soğuktan heba olurlar. Geri dönmeyi başaranların çoğu da hastalıktan şehit olur... Bu bir kahramanlık öyküsüdür, Türk kahramanlıklarından sadece birisi... Anayurdu için varını yoğunu ortaya koyan Türk milleti, biricik çocuklarını da bu uğurda feda etmeyi göze almıştır! Üniversitemize gelen ‘Sarıkamış Tarih Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği’ sayın Başkanı’nın fakültemizde verdiği seminerine katılma imkanı buldum. Yani Kafkasya Cephesi’ni ve Sarıkamış Olayı’nı ayrıntılarıyla dinleme fırsatını yakaladım. Sayın Başkan bu tarihi olguyu tüm Türk Milleti’ne, özellikle gençlerimize lanse etmemizin ne kadar önemli olduğunu vurguladı durdu...  Bu açıdan ‘120’ filmini biz gençlerin mutlaka izlemesi gerektiğini söyledi. Evet kendisi çok haklıydı. Lütfen bu filmi hepimiz izleyelim, Türk halkının izleme gereksinimi olarak görüyorum bu filmi. Hatta bu filmi sinemada beraber izlediğim arkadaşım, salondan çıkar çıkmaz bana şunu söyledi; “Hani küçükken okulda Cumhuriyet filmini izletirlerdi ya biz öğrencilere, bence artık 120 filmini de izletmeliler tüm öğrencilerin bu filmi eğitim yuvalarında izlemesi, tarimizi görmesi ve daha iyi öğrenmesi gerekir” dedi, “neden olmasın?” dedim ben de... 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla tekrar sinemalarda gösterime giren bu filmi, yani bu fırsatı kaçırmayın lütfen...  Bu arada vizyona girecek olan ve başrolde Özcan Deniz’in oynayacağı ‘Sarıkamış Beyaz Hüzün’ filminde, Sarıkamış Harekatı anlatılacağı için Kafkasya Cephesi’nin daha derin ele alınacağını zannediyorum. Ve ayrıca, ZAFER BAYRAMI’NIZ KUTLU OLSUN! Kafkasya çocuklarının anısına...
Babil M.S.\'nin Yönetmeni ile Röportaj
26.08.2008

Babil M.S.\'nin Yönetmeni ile Röportaj

Altın Palmiye ödüllü yönetmen Mathieu Kassovitz’in yazıp yönettiği ve prodüktörlüğünü de yaptığı, başrollerinde Vin Diesel, Michelle Yeoh, Gérard Depardieu ve Mélanie Thierry\'nin yer aldığı "BABYLON A.D./BABIL M.S." 26 Eylül\'de gösterime giriyor. Filmin yönetmeni Mathieu Kassovitz, “Babylon A.D.”nin yapım aşaması ve başrol oyuncuları ile ilgili merak edilen tüm soruları içtenlikle yanıtladı. YÖNETMEN MATHIEU KASSOVITZ İLE RÖPORTAJ- Maurice Dantec’in “Babylon Babies” kitabını ilk ne zaman okudunuz? - 2002 yılında. Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film!     - Neden “uyarlanamaz” diye tabir edilen bu romanı seçtiniz? - “Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Kitabı okuyan herkes, farklı şekilde okur. Aynı kelimeleri okuruz, ama beyinlerimiz farklı işler. Filmlerde hepimiz aynı şeyi görürüz. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı.  Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor. Yazım aşamasında film, kitabın uyarlanmasından çok kitaptan esinlenme haline geldi. Yeni sahneler yarattık, bir sistem ve bir sürü şey oluşturduk. Öte yandan bu yolculuğu ve Toorop’un eşlik etmek zorunda olduğu gizemli bir genç kadın olan Marie’yi kullandık, ama karakteri değiştirdik. Onu bilgisayar tarafından yaratılan ve evrenin bütün bilgilerine sahip olan bir kıza dönüştürdüm. Ama o bir şizofren, çünkü beynini kemiren bu bilgilerin kaynağını bilmiyor. Ayrıca ona Aurora demeye karar verdik. Marie çok barizdi. Toorop’un geçmişini de değiştirdim. Dantec’in romanında, daha 17 yaşındayken Kosova’daki savaşa gitmek için askere yazılıyordu. Onu bir çocuk asker haline getirdim. 30 yıldır devam eden bütün savaşların bir kurbanı… Ayrıca kitapta, beyazperdede inandırıcı olmayan bazı şeyler var. Montreal’e gidip altı ay boyunca saklanmaları gibi. Bu hiç mantıklı değil. Mantıken varacakları yere – filmde New York’a – vardıklarında Toorop’un kızı teslim etmesi gerekiyor. O yüzden altı ayı, filmde üç dakikaya sıkıştırdık.  - “Babylon A.D.” neyi ifade ediyor? - Babylon A.D., asıl günah şehri Babil’e atıfta bulunuyor. Ayrıca harika bir logo yaratmamı da sağladı: B.A.D.! Birleşik Devletler’de “Babylon Babies” ismi, insanların bebeklerden çok genç ve güzel kadınları düşünmesine neden olabilirdi. Ve isimde “bebekler” kelimesinin olması benim için bir sorundu. Aurora’nın taşıdığı şeyi çok fazla belli ediyordu.- Dantec, yaptığınız değişikliklere nasıl tepki verdi? - Son derece açık fikirliydi. “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum”, dedi. Kitaptaki fikirlere, konuya ve hikayeye saygı duyduğumu gördü ve yazar Eric Besnard ile birlikte yaptığımız değişiklikler fazlasıyla ilgisini çekti. Fikrini değiştirip değiştirmediğini görmek için filmin son halini izlemesini bekliyorum.  - İlk üç filminiz orijinal fikirlerdi. Son üç filminizden ikisi ise uyarlama. Bu, farklı bir yaklaşım mı gerektiriyor? - Aslında bunun üzerinde hiç düşünmedim. İlk filmim “Café au lait”te o dönemki yaşamımdan ve Spike Lee’nin filmi “She’s Gotta Have It”ten esinlenmiştim. İkinci filmim “Hate”te Scorsese’den esinlenmiştim. Yaptığım her şeyde, gördüklerimden esinleniyorum. Filmin test edilmesi senaryo aşamasında değil, son halinde olur. Stephen King’i okuyunca bütün kitaplarını filme uyarlamak istiyorum! “Crimson Rivers”ın yazarı Jean-Christophe Grangé’ın, beyazperde için tasarlayamayacağım hikayeleri anlatma konusunda harika bir yeteneği var. Bir romandan esinlenmek konusunda bir sorunum yok. Uyarlama yapmaya başlar başlamaz, benim işim haline geliyorlar. Bir kitabı okurken – on sayfa sonra bırakmadıysam – bu, genelde uyarlamak istediğim bir hikaye haline geliyor.- Kitabı okumanızla filmi çekmeniz arasında beş yıl var. Finansman sağlamak zor muydu? - Evet, çok zordu. Amerikalılar sıkı pazarlık ediyorlar. Başlangıçta ilk üç filmimin yapımcısı olan Christophe Rossignon’la çalışıyordum. Eric Besnard ve ben 90 milyon dolarlık bir senaryo yazmıştık. Christophe bana “Mathieu, böyle bir şeyin parçası olamam, çünkü bu işe inanmıyorum.”, dedi. Bu yüzden yollarımız ayrıldı ve ben “Gothika”yı çekmek için Birleşik Devletler’e geldim. “Babylon A.D.”yi yapmak için Amerikalı bir yıldıza ihtiyacım olduğunu ve Amerika’da gişede başarı sağlayacak bir film yapmam gerektiğini fark ettim. Matrix’in yapımcısı Joel Silver bana, En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış olan Halle Berry’nin, Penelope Cruz ve Robert Downey Jr’ın oynadığı “Gothika”yı çekmemi teklif etti. O film iyi iş yaptı ve “Babylon A.D.”yi, senaryosunu alıp Hollywood’da bir stüdyoya satmak zorunda kalmadan yapmama olanak sağladı. Amerikalıların sadece satın almacı olarak gelmeleri için Avrupalı bir yapımcıya ihtiyacım vardı. Hedefimiz bunu 30’u Avrupa’dan, 30’u da Birleşik Devletler’den gelen toplam 60 milyon dolarlık bütçeyle yapmaktı.- Bu konu Hollywood’u korkuttu mu? - Hayır, çünkü konu harikulade görseller, aksiyon sahneleri ve hepsini bir arada tutan hikayenin arkasına gizlenmişti. Amerikalılar tarafından din sorunu ortaya atıldı, çünkü hepimiz birkaç konudan kaçınmak istiyorduk. Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder… Spielberg aynı şeyi “E.T.” ile yaptı ve o film de ırkçılık üzerineydi. Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük. Yüzeyin altındakileri görmek eleştirmenlere ve seyircilere kalmış.- Toorop’u oynayacak kişiyi nasıl seçtiniz? - Kimi istediğimi biliyordum. Vin Diesel. Ve o, stüdyonun ilk tercihi değildi. Rolü alması için çok uğraştım. Birkaç fotoğrafını görmüş ve pek çok kişiliği olan iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa patlamasını sağlayan “Saving Private Ryan” rolünü ona Spielberg vermişti. Sonra “Boiler Room”da bir tüccarı canlandırdığını gördüm. Aynı zamanda o, Amerikan filmlerinde 60 yaşın altında olan son kaslı kahramandı. Onu “sert adam” yönü nedeniyle de istiyordum. Bu adam filmin sonunda, 22. yüzyılda iki çocuk babası bir adam oluyor. - Mélanie Thiery’ye rol verme fikri nereden geldi? - Mélanie’yi model olarak tanıyordum. Onunla “Le vieux juif blond” oyununda tanıştım. Burada bir buçuk saat içerisinde iki farklı karakteri canlandırıyordu. Çok iyiydi ve “İşte Aurora’m!”, diye düşündüm. Saflığı ifade eden bir kadına ihtiyacım vardı. Mélanie’nin bilgisayar tarafından yaratıldığına inanmak kolaydı: mükemmel bir yüzü, harika gözleri var ve bu dünyadan değil gibi görünüyor. Çok da iyi bir oyuncu. Evde küçük bir video kamerayla bazı testler yaptım. Çok dokunaklı olduğu için ağladım ve bu da Aurora rolü için uygun olduğunu kanıtladı. Ayrıca filmde Fransız öğesi olması benim için önemliydi. Başta Amerikalılar bunu kabul etmedi. Aurora rolü için tanınmayan birisine ihtiyacımız olduğunu anladıklarında, “Tamam, neden olmasın?” dediler. Geriye kalan tek sorun, Fransız aksanıydı. Mélanie aksanları çalışmak zorunda kaldı, çünkü birkaç aksanı karıştırmasını istedim. Böylece nereden geldiğini anlayamayacaktınız ve bu da karakterin evrenselliğini destekleyecekti. Orada kaldı ve onlar da sonunda merhamet gösterdiler. - Beyazperdedeki koruyucusu olarak Michelle Yeoh’u seçtiniz… - Mélanie’nin beyaz saflığının yanında bir de Asyalı güzelliğe ihtiyacım olduğunu biliyordum. Ve Michelle, dünyanın en güzel kadını! Film tarihinin bir parçası. Başlangıçta bu karakteri tombul, sivri dilli bir rahibe olarak yazmıştım, ama yapmak istediğim film, içinde dövüşen bir rahibeyi barındıran bir aksiyon filmiydi. Genç oyuncuların arasında bunu yapabilecek olan birkaç kişi var. Gerçek oyuncuların arasında ise sadece bir tane var. Michelle, Jackie Chan ile çalışmıştı ve onun sette olması beni çok heyecanlandırmıştı. Onun varlığı, bu üçlüye daha fazla dövüş ruhu aşılamama ve Mélanie’yi de aksiyona dahil etmeme olanak sağladı. Mélanie evet dedikten sonra, uluslararası çapta Fransız oyuncuları kabul ettirmek daha kolay oldu. Gérard Depardieu’nun Gorsky’yi canlandırması fikri herkesi eğlendirdi ve ona yaklaşmak istedim. Bu harika bir fırsattı, çünkü filmin kötü karakterini oynaması için bir ikona ihtiyacım vardı. Depardieu bunu fazlasıyla halletti. Ondan sonra “Matrix”teki kötü adamı, Lambert Wilson’u düşündüm. “Matrix”ten önce onu Fransız sinemasının playboy’u olarak görüyordum ve ona bu rolü asla teklif etmezdim. Marc Caro’nun filminde oynadığını öğrendiğimde, aradığım kişinin o olduğunu anladım. 80’li yıllardaki süper kahraman duruşunu ortaya çıkarmak, gülünç olmadan  olağanüstü olmasını sağlamak için, karakter üzerinde çok çalıştık. Karakteri, bir fantezi çizgi romanından fırlamış gibi. Aslında bu filmde, 1980’lerden kalma bir Fransız çizgi romanı olan Métal Hurlant’ı referans aldım. Bana göre “Babylon A.D.”, Métal Hurlant’ın özünü yakalıyor.- Oyuncular arasında Charlotte Rampling de var… - Karşılaştığı erkeklerde ve kadınlarda fantezileri ve öfkeyi tetikleyen, karizmatik bir simge olan bir kötü kadına ihtiyacım vardı. Gözünde, çocuğunuzu yanında bırakmadan önce iki kez düşünmenizi sağlayacak bir pırıltı olan ve yine de Night Porter gibi giyinebilecek bir oyuncuya ihtiyacım vardı. Bu da beni doğruca Charlotte Rampling’e götürdü.- Set ortamı nasıldı? - Çekimler çok zordu. Aralık 2006’da başlayıp Nisan 2007’ye kadar sürdü. Evet, sette sorunlar yaşadık. Böyle bir filmi sorun yaşamadan yapmak imkansızdır. “Babylon A.D.”yi ter ve gözyaşı dökmeden yapmak isteseydik 150 milyon dolarlık bütçemiz olması gerekirdi. Bu olmadığı için mücadele etmek zorunda kaldık. Ve bu, sağlam bir mücadeleydi. Bir gerilla filmiydi! Kolay olmadı, ama zaten hiç kolay film yapmadım. Ve kar yağmaması gibi sorunlarınız varsa, başınız büyük belada demektir! Bu da setteki sorunlar hakkında Fransa’ya kadar giden söylentileri açıklıyor.- Vin Diesel ile çalışmak nasıldı? - Vin Diesel’la aramızda yöntemlerimiz, hikaye ve karakteri konusunda, bazı ayarlamalar yapmamız gerekti… Ama bunlar, hemen hemen bütün oyuncularla çalışırken karşılaştığını türde sorunlardır. Ne kadar hazırlık yaparsanız yapın, sete gidip günde 15-16 saat çalıştığınızda hiçbir şey aynı olmaz. Olaylara farklı yaklaşırsınız ve bu da anlaşmazlıklara neden olur. Birlikte çalışmaya başladığınız insanlar vardır ve birkaç hafta sonra “Tanrım, bu iş yürümüyor”, dersiniz. Bu yüzden başka birilerini bulursunuz. Bir oyuncuyu setten kovamazsınız. Onlarla aranızdaki sevgi-nefret ilişkisi böyle başlar. İşin içinde sevgi olması lazım, çünkü Vin kameraya çok şey verdi. Bence oyuncu olarak en iyi performansıydı. Öte yandan, o Amerikalı bir yıldız ve kendisine bu şekilde davranılmasına alışkın. Ben, insanlara insan gibi davranırım.  - “Babylon Babies”, bir sanatçı ve sıradan bir vatandaş olarak ortaya attığınız birkaç soruyla ilgileniyor. Kendinizi “siyasi filmler yapan bir sinemacı” olarak mı görüyorsunuz? - Ne yaparsam yapayım, bunun hep siyasi bir boyutu olacaktır. Çünkü iyi filmlerin temeli budur. Filme gücünü veren, konunun önemidir. İnsanları, güçlü hikayelerle etkilemeye çalışıyorum. - Filmi kızlarınıza adamışsınız… - Bu film üzerinde altı yıl önce çalışmaya başladım. Büyük kızım altı yaşında. İkinci kızım daha yeni doğdu. Çekimler sırasında eşim hamileydi ve bu film, çocuklarla ve onları yetiştirmekle ilgili. Toorop’un filmin sonunda söylediği gibi, “Çocukları teker teker kurtararak, dünyayı kurtaralım.”- Geleceğin nasıl görüneceğini hayal etmek kolay mı? - Bir bilimkurgu değil, geleceği anlatan bir film yapma fikri vardı. Pilotsuz uçaklar ve görüntüyü yayımlayan elektro manyetik kağıtlar, sadece prototip halinde olsa da var. Kendinize, uçan arabalar olmadan, on yıl sonrasının elektrikli Smart’ıyla geleceği nasıl ifade edeceğinizi sormanız gerekiyor.   - Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken, böyle bir filmin başında olacağınız aklınıza gelir miydi? - Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken gelmezdi. Sorunum, ilk uzun metrajlı filmimi yapmaktı. İlkini çektikten sonra sorununuz, ikinci uzun metrajlı filminizi yapmaktır. Ama on yıl önceki düşüncelerime bağlı kalmayı başardığım için memnunum. Tanımlanan sınırların dışında olmak, farklı konulara değinmeme olanak sağlıyor ve bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geleneksel Fransız sinemasında boğulurdum. Ama her şeyden öte, çalıştığım için mutluyum!- “Babylon A.D.”den memnun musunuz? - Bundan memnunum. Bunun bir gerilla filmi olduğunun altını çiziyorum. Bir mücadele. Çekimlerdeki enerjinin beyazperdeye de yansıdığını görüyorum. Bunu Dantec’e göstereceğim. Senaryoyu beğenmiş olsa da, nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Ama kitabın hayranlarının vereceği tepkiler konusunda da endişeliyim. Bunun basit bir uyarlama olmadığını, değişiklikler yaptığımızı anlamaları gerekiyor… Öte yandan bence film, seyircileri kitapla tanıştıracak. Sonra orijinal versiyona, Dantec’in ne anlattığına bakabilirler. Kitabı nasıl anladıysam, “Babylon A.D.” öyle. Aynı ruhu paylaşan iki versiyon.
‘120’ Yeniden Sinemalarda...
26.08.2008

‘120’ Yeniden Sinemalarda...

15 Şubat 2008’de gösterime giren ve 1 milyondan fazla seyirci tarafından izlenerek “2008 yılının en çok izlenen ikinci filmi” olan “120”, 30 Ağustos Zafer Haftası nedeniyle, 29 Ağustos 2008 Cuma günü Türkiye genelinde yeniden gösterime giriyor. Kafkas Cephesi’nde önemli gelişmelerin yaşanmakta olduğu bugünlerde, hüzünlü bir Kafkas Cephesi destanını anlatan “120” filmi, 1914 yılı 1. Dünya Harbi’nde Ruslar’ın Erzurum istikametinde taarruza geçmesi sonucunda; cephanesi biten bir jandarma tümenine, sırtlarında cephane yetiştirmeye çabalayan Vanlı çocukları konu alıyor. Yaşları 12 – 17 arasındaki 120 kahraman gencin yaşadığı gerçek ölüm – kalım savaşını beyaz perdeye yansıtan filmin öncelikli amacı, özellikle gençlere tarihimizde yaşanan gerçek bir kahramanlık destanını aktararak sahip oldukları tarih bilincini arttırmak ve tarihimizi öğrenme arzularını teşvik etmek.   Hikayesi 3 farklı mevsimde geçen “120” filminin çekimleri, Van ve Safranbolu’nun dağları da dahil olmak üzere aralıklarla 4 ay sürdü, filmin bütün aşamalarında 250 kişilik bir ekip çalıştı. Yaklaşık 3 milyon dolar bütçeli filmde 100’lerce öğrenci, 2000’e yakın figüran ve develer başta olmak üzere birçok taşıma hayvanı rol aldı. “Sarıkamış Harbi Günlerinde, karlara yazılmış gerçek bir destan”ı anlatan “120”nin yapımcılığı, müzikleri ve senaryosu Özhan EREN’e, yönetmenliği Murat SARAÇOĞLU ile yine Özhan EREN’e ait. Filmin oyuncu kadrosunu ise Özge ÖZBERK, Burak SERGEN, Cansel ELÇİN, Emin OLCAY, Demir KARAHAN ve Ahmet UZ oluşturuyor. 29 Ağustos 2008 Cuma günü Türkiye genelinde yeniden gösterime girecek olan filmin süresi 115 dakika… “120” Türkiye’nin yanı sıra; Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, İsviçre ve Avustralya’da da izlendi ve büyük beğeni topladı.
Muro’nun Filmi Geliyor!
20.08.2008

Muro’nun Filmi Geliyor!

Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde devrimci jargonu ve yardımcısı Çeto’yla girdiği tartışmalarla tanınan ve “Nalet olsun içimdeki insan sevgisine” repliğini dilimize pelesenk eden Muro’nun maceraları beyazperdeye taşınıyor. Yapımcılığını Pana Film’in, yönetmenliğini Zübeyr Şaşmaz’ın üstlendiği, senaryosunu Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener ve Cüneyt Aysan’ın yazdığı “Muro – Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine” sinema filminin çekimleri 18 Ağustos’ta başladı. 5 Aralık 2008’te vizyona girecek olan “Muro – Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine” filmi bir yandan içimizdeki insan sevgisini ortaya çıkarırken, bir yandan da izleyenleri bol bol güldürecek. Filmde Mustafa Üstündağ, Şefik Onatoğlu ve Eray Türk’ün yanı sıra, Fırat Tanış, Evrim Alasya, Bülent Şakrak da rol alıyor. Ayrıca Üstündağ ve Onatoğlu’na iki Rus güzel Nataliya Bondarenko ve Daria Litvinova eşlik ediyor. Filmin sürprizlerinden biri ise Mazhar Alanson. Filmin konusu: Cezaevinden çıkan Muro ile Çeto, devrimi köyden başlatmak üzere memleketlerine dönerler. İlk planları evlenip yuva kurmak, örnek birer devrimci olmaktır. Oysa köyde onları bir sürpriz beklemektedir. Muhtar, Muro ile Çeto’yu hapisteyken iki Rus kadınla evlendirmiştir. Muro ile Çeto’nun devrim ütopyasını gerçekleştirmeleri için; kadınları bulup boşanmaları gerekmektedir. Bunun için İstanbul’a dönen Muro ile Çeto’nun başına gelmeyen kalmaz. Çözümlemesini asla yapamayacakları bir örgütle karşı karşıya kalırlar…