5 Maddede \'Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi\'
06.02.2009

5 Maddede \'Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi\'

1)    “Seksen yaşında doğup yavaş yavaş 18’imize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu”. “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”nin başlangıcı aslında Mark Twain’in bu sözü olmuş. F. Scott Fitzgerald’ın bu söz üzerine kaleme aldığı kısa hikayesinin filme aktarılması zor gibi görülüp, ortalarda dolaşmış ancak vazgeçilememiş. Derken proje Eric Roth, David Fincher ve Brad Pitt’in el atmasıyla hayata geçebilmiş. Ve ortaya enteresan bir film çıkmış. Daha önce çektiği “Seven”, “Fight Club” gibi filmleriyle adını iyice ortaya çıkaran David Fincher son filmi “Zodiac”tan bambaşka bir şey anlatıyor bu kez. Oradaki karanlık yapı sinema izleyicisini biraz bunaltırken, burada üç saate yakın süresine rağmen izleyiciyi içine alan bir film var. (Düğmelerle açılan filmde, düğmelerin kerametini ilerde anlıyorsunuz.) 2)    Filmde normal insan yaşamına göre tersten bir hayat yaşayan Benjamin, merkezdeki karakter.  Çok çirkin olarak doğunca, babası tarafından korkularak başka bir eve bırakılan Benjamin’i, huzurevinde çalışan, dini inancı yüksek bir zenci kadın sahiplenir. Herkesin dışlayabileceği bir durumu “Tanrıdan” kabul ederek ona annelik yapar. 7 yaşındayken 70’lerinde görünen Benjamin, bu arada huzurevine büyükannesini ziyarete gelen küçük bir kızla (Daisy) güzel bir bağ kurar. Görünüş farklarına rağmen güçlenen ilişkileri, hayatlarını da etkileyecek birşeyin başlangıcı olur. Evden ilk kez, bir gemide çalışmak için ayrılan Benjamin, bu arada da gerçek dünyayla tanışır. Herkesin yaşlı görünüşü yüzünden tecrübeli sandığı adam, aslında herşeyden bihaberdir ve bu yolculuk onun hem dünyayı hem kendini keşif yolculuğu olur. Kendi kararlarını vermeyi, ilk aşkını, ilk maceralarını hep bu arada yaşar. Film boyunca hep bir olgunluk, sakinlik gözlemliyoruz. Çünkü çocukken bile, görünen yaşından dolayı şımarma şansı olamıyor. Her yaştan izleyicinin de farklı şeyler düşünmesine neden oluyor tüm bu yaşananlar. 3)    Benjamin karakterini canlandıran ve önce yakışıklı bir genç oyuncu olarak tanıdığımız Brad Pitt, oyunculukta döktürüyor. “Dövüş Kulübü”, “Jesse James” ve “Burn After Reading” gibi filmlerde zaten sınıfı geçen Pitt, bu kez daha zor bir işin altına girmiş. 80 yaşından başlayarak, bir insanın her evresini canlandırmış. Ve filmde oynama şartlarından biri de “her zaman dilimini kendisinin oynaması” olmuş. Başarılı makyajlar ve iyi bir oyunculukla bu işin altından kalkılmış. Hele ki 20’li yaşlardaki hali “Pitt’in sinemadaki ilk dönemini izliyoruz” hissi veriyor. Benzer sözleri Cate Blanchett için de söylemek gerek. Son yılların kesinlikle en başarılı aktristlerinden olan Blanchett, baştan sona ilgi çekecek bir performans sergiliyor. Bu anlamda kimyaları da Pitt’le uyuşmuş durumda. Hastane yatağındaki yaşlı hali de, sahnede dans ederken ki genç hali de başka güzellikte. Bu arada Benjamin’in ilk aşkını oynayan Tilda Swinton ve annesini oynayan Taraji P. Henson da çok çok iyi bir iş çıkarmışlar. Aslında filmin tümündeki karakterlerin çok yerli yerinde olduğunu da söyleyebiliriz. 4)    Fincher’in filminde en çok dikkat çekenlerden biri görselliği ve makyajları. Çoğu filmde yaşlandırılmış insanlar görürüz ancak burada durum biraz daha farklı. Zira bir insanın neredeyse her dönemini görüyoruz ve hepsi içinde tüm ayrıntılar düşünülmüş. Yani 80’li, 60’lı, 40’lı ve 20’li yaşlardaki Benjamin’e inanıyorsunuz. Gemiyle savaşa denk geldikleri sahne ise bir başka etki yaratıyor. Hele ki sinemada dev bir perdede bu sahneyi izlerseniz tüylerinizin ürpermemesi zor. Gece, deniz, savaş, telaş; hepsi çok iyi harmanlanmış.   5)    Perdede aslında gerçek olmayacak bir olay izliyoruz. Bu bir anlamda artı olabilir aslında. Çünkü bu kez zaten başka bir dünya yaratıldığını bildiğinizden, gerçeğe aykırı şeyleri ya da kusurları aramak yerine kendinizi filme kaptırabilirsiniz.  Tamamen sinemasal bir tatla salondan çıkıyorsunuz. Güzel bir sinema dili, iyi performanslar, orijinal bir konu, sizi sıkmayacak görsellik… E bi filmden daha ne istersiniz ki? Filmde annesi Benjamin’e “Seni neyin beklediğini asla bilemezsin” dese de, ben sizi iyi bir filmin beklediğini söyleyebilirim.
Şüphe: Kedi Fare Oyunu
06.02.2009

Şüphe: Kedi Fare Oyunu

1964 yılının New York\'unda St. Nicholas kilisesi ilk siyahi ögrencisini okula kabul eder. Okulu demir yumruğuyla yöneten rahibe Aloysius (Merrly Streep) ise gidişattan memnun değildir. Öğrencilerle beraber rahipler ve rahibelerde de birtakım değisim sinyalleri görülmektedir. Okulu yönetirken deneyimlerine son derece güvenen rahibe Aloysisus, okula yeni atanmış yenilikçi rahip Flynn\'in (Philip Seymour Hoffman) düşüncelerinden hiç hoşlanmaz. İkisi arasında şüpheye dayalı temkinli bir savaş başlar. Savaşın fitili ögrenci tacizi iddiasıyla farklı bir boyut alır. Acaba bu nedensiz bir şüphe yüzünden ortaya atılmış bir iftira mıdır? Ya da rahip Flynn, yenilikçi yüzü ardında bir çocuk tacizcisini mi barındırıyordur? “Şüphe”, çocuk tacizi gibi bıçak sırtı bir konuyu sürükleyici bir dille anlatırken; ahlak, din, ırkçılık ve muhafazakarlık gibi konuları da tartışmaya açıyor. Klasik bir “iyi -kötü çarpışması” gibi açılan film, bir süre sonra bambaşka bir noktaya varıyor. Film, adı gibi izleyiciyi süphede bırakarak, gelgitli havasıyla seyirciyi sarsmayı başarıyor. Katı ve ahlakçı anlayışıyla seyircinin şimşeklerini üzerine çeken rahibe Aloysius, kişisel hırsı yüzünden yenilikçi grubu tasfiye etmeye çalışırken, farkında olmadan büyük bir trajedinin kapısını da aralıyor. “Şüphe”, çok önemli şeyler söyleyen ve bunları yaparken yer yer sembollere de başvuran, çok iddialı bir yapım. Film, olaylar patlak verdiğinde başlayan rüzgardan tutun da, rahibe odasındaki tartışma sırasında patlayan ampullere kadar, ara ara sembollere başvuruyor. Bütün bunlar “Şüphe”yi daha da derinleştirerek, ona şık ve entellektüel bir hava katıyor. Rahibe Aloysius\'un tacize uğradığı iddia edilen çocuğun annesiyle konuştuğu sahne ise belki de filmi anlamak için en dikkat kesilmemiz sahneleri barındırıyor kendi içinde. Annenin böyle bir olayın yaşanmış olma ihtimaline karşın ısrarla çocuğunu okulda tutmak istemesi, ABD toplumundaki “derin ırkçılığı” yüzümüze çarpması bakımından sarsıcı. Bir zenci olarak tacize uğrasa da, bu zavallı çocuğun toplumda yer edinebilmesi için tek şansı böylesi bir okuldan mezun olabilmesi belki de. Film bir noktadan sonra hiçbir karaktere sempati duymamıza izin vermiyor. Böyle bir anlatımı tercih edince, yukarıdan bakarak tüm karakterleri yargılamamız daha kolay bir hale geliyor. Neredeyse her karakterin kendi içinde derin şüpheleri ve zaafları var. “Şüphe”, bu açıdan insanı sürekli olarak çok boyutlu düşünmeye zorluyor. Sezonun en önemli filmlerinden biri olan “Şüphe”, her yönüyle izlenmeyi hakediyor. Meryl Streep ve Philip Seymour Hofmann\'ın  sade ve gösterişsiz oyunculuğu çok başarılı. Ahlaki bir “kedi fare oyunu”nu andıran bu başarılı filmi izlerken tüm sinemaseverlerin keyif alacağı aşikar. Oscar yarışında da iddialı olan filmi herkese tavsiye ederim. Tüm sinemaseverlere iyi seyirler.
2. El’in Ünlü Konukları
05.02.2009

2. El’in Ünlü Konukları

Bu yıl, 12-22 Şubat tarihleri arasında üçüncüsü gerçekleştirilecek olan, Türkiye’nin lider sinema sitesi Sinemalar.com’un internet basın sponsorluğunu üstlendiği “2.El Kısa Film Festivali”, festival kapsamında ağırlayacağı ünlü konukları ile de dikkat çekiyor. Festivalin, 22 Şubat Pazar günü Ankara-Çağdaş Sanatlar Merkezi\'nde düzenlenecek ödül törenine; Nejat İşler, Erkan Can, Cem Özer, Fadik Sevin Atasoy, Nilüfer Açıkalın, Saadet Işıl Aksoy, Güven Kıraç, Halim Ercan, Suzan Kardeş, Selim Demirdelen, Zeki Demirkubuz, Özcan Alper, Derviş Zaim ve Hüseyin Karabey gibi ünlü oyuncu ve yönetmenler katılacak. Festival kapsamında düzenlenecek özel söyleşiler, birinci el film gösterimleri, açılış ve kapanış konserleri ve atölye çalışmaları da, festival katılımcı ve takipçilerine hareketli günler yaşatacak. Festivalin etkinlik ve atölye programı hakkında bilgi almak için tıklayın. Festivalin resmi web sitesi: www.ikincielfestivali.org
‘İki Çizgi’ 27 Şubat’ta Vizyonda
05.02.2009

‘İki Çizgi’ 27 Şubat’ta Vizyonda

Senaristliğini ve yönetmenliğini Selim Evci’nin yaptığı ‘İki Çizgi’ 27 Şubat’ta vizyona giriyor. Filmin başrollerini Gülçin Santırcıoğlu ve Kaan Keskin paylaşıyor. “İki Çizgi” dünya prömiyerini 65. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini ise 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. İstanbul’unda yaşayan genç bir çiftin öyküsünün anlatıldığı filmde, iş kadını olan Selin, kendisinden yaşça küçük fotoğrafçı sevgilisi Mert ile birlikte yaşamaktadır. Yaz dönemidir ve çift arabalarıyla güneye doğru yola çıkar. Selin ve Mert, birbirinin aynısı günlerin ardından çıktıkları bu yolculukta, şehirden uzaklaştıkça, farkında olmadıkları bir şekilde ilişkileri ile oynamaya başlarlar.Filmin fragmanını izlemek için tıklayın.
Sinema Kültürüne Katkı Ödülleri
03.02.2009

Sinema Kültürüne Katkı Ödülleri

Anadolu Üniversitesi, 1-11 Mayıs 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilecek “11. Uluslararası Eskişehir Film Festivali” kapsamında Sinema Kültürüne Katkı Ödülleri Yarışması düzenliyor. Türkiye’de sinema kültürünün gelişmesine, sinemanın düşünsel boyutunun zenginleşmesine katkıda bulunmak üzere, bu alanda çalışan yazar ve akademisyenleri desteklemek amacıyla düzenlenen yarışmada, “En İyi Sinema Kitabı” ve “En İyi Sinema Makalesi” ödülleri  verilecek. Sinema alanında çalışan yazar ve akademisyenlere açık olan yarışmaya katılacak kitap ve makalelerin, sinema konusunda araştırma, inceleme ve değerlendirme kapsamında yazılmış olmaları gerekiyor. Yarışmaya Başvuru Koşulları ise şöyle: 1-  Kitap Başvuruları 2008 ve sonrasında basılmış kitaplar için geçerlidir. 2- Makaleler, bilimsel dergilerde, sinema/kültür/sanat dergilerinde 2008 ve sonrası yayınlanmış olmalıdır. 3 - Çeviri eserler yarışmaya giremez 4- Başvuru eser sahipleri tarafından yapılacaktır. 5- Birden fazla yazarı olan eserlerde ödül kitabın editörüne verilecektir. 6- Herhangi bir hukuki durum karşısında sorumluluk editör ya da kitap yazarının kendisine aittir. 7- Yarışmaya birden fazla eserle katılabilinir. 8- Daha önce ödül kazanmış kitap ve makaleler yarışmaya katılamazlar. 9- Kitap ve makalelerin dili Türkçe olmalıdır. 10- Elektronik ortamda yayınlanmış kitap ve makaleler yarışmaya katılamazlar. 11- Değerlendirme jürisi yarışma için aday gösterebilir. 12- Başvurulara eser sahiplerinin özgeçmişleri (tek sayfa) eklenecektir. 13- Kitap ve makaleler: Anadolu Üniversitesi/ İletişim Bilimleri Fakültesi/ Yunusemre Kampusü “SİNEMA KÜLTÜRÜNE KATKI YARIŞMASI” Eskişehir adresine elden, kurye veya taahhütlü posta ile altı (6) adet gönderilmelidir, e-maille yapılan başvurular ve postadaki gecikmeler kabul edilmeyecektir. 14- Katılım için son tarih 15 marttır. 15- Yarışma sonuçları 2 Mayıs 2009 tarihinde 11. Uluslararası Eskişehir Film Festivali açılış töreninde duyurulacak ve ödüller sahiplerine verilecektir.Seçici Kurul 1-Prof.Dr. Merih Zıllıoğlu / Galatasaray Üniversitesi 2-Yard.Doç.Dr. Hakan Savaş / Anadolu Üniversitesi 3- Handan İpekçi / Yönetmen 4-Sevin Okyay / Sinema Yazarı 5-Ali Ulvi Uyanık / Sinema Yazarı Ödüller En İyi Sinema Kitabı ödülü: 5000 YTL En İyi Sinema Makalesi ödülü: 3000 YTL
Benjamin Button Olmak Kolay mı?
03.02.2009

Benjamin Button Olmak Kolay mı?

Seksenli yaşlarında doğup geriye doğru yaşlanan bir adamın hikayesini konu alan, 13 dalda Oscar’a aday gösterilen “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”, ülkemizde 6 Şubat’ta gösterime girecek. En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilen filmin başrolünde yer alan ve “Benjamin Button” karakterini canlandıran Brad Pitt “En İyi Erkek Oyuncu”, yönetmeni David Fincher “En iyi Yönetmen”, Taraji P. Henson ise “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dallarında Oscar adayı oldular. “En İyi Makyaj” dalında da Oscar adaylığı olan filmin makyaj efektleri, Oscar ödüllü makyaj tasarımcısı Greg Cannom tarafından yapıldı. Filmde “Benjamin Button” olabilmesi için Brad Pitt\'e uygulanan özel makyaj ile ilgili klibi sizlerle paylaşıyoruz.
!f İstanbul İçin Geri Sayım Başladı
30.01.2009

!f İstanbul İçin Geri Sayım Başladı

Bu yıl 12-22 Şubat 2009 tarihleri arasında Beyoğlu AFM Fitaş, AFM İstinyePark, AFM Caddebostan Budak ve Emek sinemalarında gerçekleşecek “!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali” için geri sayım başladı. Birbirinden leziz, bol ödüllü 70’e yakın yapımın gösterileceği “!f İstanbul” programında herkes için bir film bulunuyor. Toronto ve Sundance gibi prestijli festivallerde gösterimleriyle büyük ses getiren, uluslarası platformda ve gösterildiği diğer ülkelerde çok beğenilen yeni yapımların da yer aldığı zengin film programı ile dikkat çeken “!f İstanbul”da gösterilecek filmlerden bazıları bu yıl 12 ayrı kategoride Oscar ödülü için yarışacak. Oscar ödüllerinin sahipleri 22 Şubat’ta (!f İstanbul’un kapanış günü) açıklanıyor.!f Ankara ise 26 Şubat – 1 Mart tarihlerinde Ankara AFM Cepa Sineması’nda izleyicisiyle buluşuyor. Festival programını incelemek ve film tercihlerinizi yapmak için festivalin web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
5 Maddede ‘Operasyon Valkyrie’
30.01.2009

5 Maddede ‘Operasyon Valkyrie’

1)    “Operasyon Valkyrie” ile beraber sinema izleyicisi yeniden ikinci dünya savaşına dönüyor. Bu kez savaş fonda, mevzu ise bambaşka. Hitler Almanya’sında Hitler’e karşı olan bir askerin suikast hikayesi özetle. Filmin yönetmen koltuğunda “Süperman”, “Olağan Şüpheliler” ve “X Men” filmlerinden de hatırlanabilecek bir isim, Bryan Singer oturuyor. Senaryo yazarları (Christopher MCQuarrie & Nathan Alexander), Singer projeye dahil olana kadar yapım şirketlerinin kapısından geri dönmüş, yapımcılar sıcak bakmamış ancak Singer’ın dahil olmasıyla beraber neredeyse sorgusuz sualsiz kapılar açılmış. 2)    Film gerçek bir hikayeden uyarlama. Onuru herşeyden önde gelen ve ülkesine kendini adamış Colonel Stauffenberg’in, Hitler’in yaptıkları karşısında onu ortadan kaldırıp yönetimi devralmaya çalışması olarak da özetlenebilir. O dönemde her Alman’ın Nazi olmadığının da altını çizen filmde bir suikast planı, bu suikastın gerçekleşmesi ve sonuçlarını izliyoruz. Filme adını veren “Valkyrie” kelimesi de zaten Hitler’in ölümü durumunda devreye yedek ordunun sokulması ve yönetimin başka biri tarafından devralınmasını kapsayan operasyonun adı. Tek kurtuluşu bu gibi gören Stauffenberg de kendi safındaki adamlarıyla Hitler’i bir suikastla ortadan kaldırmak istiyor. Filmin başlarında duvardaki bir Hitler resmine bakıp “Duvarda asılı resim inecek, resimdeki adam asılacak” sözü de olayı özetliyor aslında. 3)    Filmin gündeme gelmesinin en önemli nedenlerinden birisi şüphesiz başrolde Tom Cruise gibi bir oyuncunun bulunması. “Sadece yakışıklı” olmadığını her yeni filminde kanıtlamaya çalışan Cruise, bu kez de başka bir rolde karşımızda: “Colonel Stauffenberg”. Bir bombalama sonucunda bir gözünü ve ellerindeki yedi parmağını kaybeden bir askeri oynayabilmek pek kolay bir iş değil ve Cruise bunun altından kalkıyor. Yani burada yakışıklı bir adamı değil, sakatlığına rağmen ülkesi adına bir şeyler yapmaya çalışan bir askeri izliyoruz. Bu arada normal hayatında “Scientology” tarikatına üte olan Cruise’nin bu rolü oynamasına başta Colonel Stauffenberg’in ailesi ve Almanya hükümeti karşı çıkmış. Ancak stüdyonun ısrarlı görüşmeleri neticesinde kabul edilmiş. Benzer bir sorun filmdeki orijinal mekanların kullanımında da yaşanmış. 4)    Bir suikast hikayesi izlediğinizi biliyorsunuz ve sanki siz de onlarla beraber suikasta hazırlanıyorsunuz. Adım adım suikast gününe giderken gerilim parça parça artıyor ve sizi de yukarı çekiyor. Hele ki malum günde Cruise’nin kimsenin dikkatini çekmeden bombayı üç parmağıyla hazırladığı ve masanın altına yerleştirdiği sahne, bu anlamda filmin zirvesi. Diğer oyuncuların performansları da tabi ki bu sahnelerin inanınırlığını destekliyor. (Bill Nighy, Kenneth Branagh ve Tom Wilkinson gibi) 5)    Afişe bakınca kanlı bir savaş filmi ya da tek gözü bantlı Cruise yüzünden bir korsan filmi izleyeceğinizi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Evet, ikinci dünya savaşındayız ancak sürekli çatışmaların, patlamaların, kopan kol ve bacakların içinde değiliz. Daha çok planların yapıldığı iç mekanlarda iyi anlatılmış bir “operasyon” filmi denebilir. “Er Ryan’ı Kurtarmak”ı ilk sahneleri nedeniyle izleyemeyenler korkmasınlar yani. Bir tarihin neredeyse değişebileceğini farklı bir anlatımla izlemek için güzel bir fırsat “Operasyon Valkyrie”.
Sahtekar: Kadın Olmak!
30.01.2009

Sahtekar: Kadın Olmak!

1928 yılında Los Angeles kentinde Christine, yöneticilik de yaptığı telefon santralından acil bir telefon alır. İstemeyerek de olsa işine gider. Herşey rutin gibi görünmektedir. Her zamanki gibi işten çıkacak, oğluyla beraber söz verdiği sinemaya gideceklerdir. Ama işler hiç de düşündüğü gibi gitmez. Sıradan gibi görünen gün aniden bir kabusa dönüşür. Oğlu evde yoktur, kaybolmuştur. Polise derdini anlatmaya çalışır. Önüne önce prosedürler, daha sonraysa ilgisiz polis teşkilatı set çeker. Zaman ilerlemektedir ve çocuk yoktur. Bir süre sonra olayı halkın gözünde kendini aklamak için bir firsat gibi gören Los Angeles polisi, Christine\'e başka bir çocuğu kendi çocuğu diye zorla kabul ettirir. Çocuğun kendi çocuğu olmadığını iddia eden kadının sıradan hayatı bir anda kabusa dönüşür. “Sahtekar” filminin ana hatlarıyla konusu bu. Filmin nerdeyse gerçek olamayacak kadar tuhaf ve ilgi çekici bir konusu var. İnsan zorla başka bir çocuğun bir anneye kabul ettirilmesi meselesine şaşıp kalıyor. Ama filmde anlatılan herşey gerçek. Sırf bu yüzden bile film insanı derinden sarsıyor. Ortada sahip olduğu tek önemli varlığı oğlu olan bir kadının dramı var.  Üstelik bizimki gibi ailevi değerlere önem veren toplumlarda böylesi dramların insanda bıraktığı etki çok daha sarsıcı oluyor.Bunun yanında filmin tek derdi bir annenin dramInı anlatmak degil. Toplumdaki farklı sorunların altını çizen ve buna uygun farklı anlatımlarla konusunu ayakta tutan bir film "Sahtekar". Yalnız yaşayan ve çalışan bir anne olarak sunulan “Christine”, kendi dramıyla uğraşırken erkek egemen kültürün duvarlarına bir bir toslamaya başlıyor. İşte patronları kadın yönetici olarak başarısına şaşarken, polis teşkilati sahte çocuğu reddetmesini, onun özgür hayatına bağlıyor. İşler öyle bir noktaya geliyor ki; Christine polise karşı gelmeye cüret etmis diğer uyumsuz kadınlar ve akıl hastalarıyla beraber bir tımarhaneye kapatılıyor. Film bizi burada tekrar erkek egemen sisteme ve onun kolluk gücü polise karşı gelmiş başka uyumsuz kadınlarla karşı karşıya getiriyor. Christine kayıp çocuğunu bulmaya calışırken farkında olmadan bağnaz bir toplumla ve yozlaşmış devlet otoritesiyle çarpışmaya başlıyor. Filmin gizliden gizliye böyle bir feminist dili var. Ama “Sahtekar” filminde herşey belli bir ölçü içinde anlatılıyor. Bir taraftan feminist bir dil tutturulurken, bir diğer yandan aile olmanın ne kadar özel birşey olduğunun altı çiziliyor. Bütün bunlara ek olarak film öylesine özenle çekilmiş ki,  3 saate varan süresine rağmen temposundan hiç birşey kaybetmiyor. Kah dram halini alıyor, kah kaybolan çocukların akibetini öğrendiğimiz anda yönünü polisiyeye çeviriyor. Türkiye ile belirli paralellikler kurulabilecek bir yozlaşma hikayesi gibi de algılanabilecek "Sahtekar", kesinlikle sezonun önemli filmlerinden biri. Filmde herşey cok ölçülü ve zarif. Oyunculuklardan, dönem atmosferini yakalamadaki başarısına kadar herşey filmde dört dörtlük. Anjelina Jolie “Christine” rolünde son derece inandırıcı ve etkileyici. Belki bir başyapıt değil ama Clint Eastwood sinemasının olgun ve çarpıcı bir meyvesi. Herkese şimdiden iyi seyirler….
Recep İvedik 2\'nin Kamera Arkası
28.01.2009

Recep İvedik 2\'nin Kamera Arkası

Geçtiğimiz yıla damgasını vurarak fenomen haline gelen komedi filmi “Recep İvedik”in devam filmi ‘Recep İvedik 2’nin gösterime girmesine sayılı günler kaldı. 13 Şubat’ta seyirci ile buluşacak filmde, babannesinin istekleri doğrultusunda adam olma gayretleri sergileyen Recep İvedik’in İstanbul’u birbirine katan maceraları anlatıyor. Filmi sabırsızlıkla bekleyenlerin merakını biraz olsun gidermek amacıyla hazırlanan kamera arkası görüntülerini sizlerle paylaşıyoruz.
Gerçek Masallar’ın Türkçe Fragmanı
28.01.2009

Gerçek Masallar’ın Türkçe Fragmanı

Başrolünde dünya sinemasının günümüzdeki en ünlü komedi yıldızlarından biri olan Adam Sandler’ın yer aldığı “Bedtime Stories / Gerçek Masallar”, 6 Şubat’ta gösterime giriyor. İki küçük yeğenine anlattığı uyku öncesi hikayelerinin gizemli şekilde gerçeğe dönüşmeye başlaması üzerine hayatı sonsuza kadar değişen Skeeter Bronson adlı otel görevlisinin başından geçen macera dolu komik olaylar serisinin anlatıldığı film, kahkahalarla gülmek ve keyifli vakit geçirmek isteyenler için birebir… Adam Sandler, Keri Russell, Courteney Cox ve Guy Pearce gibi yıldızlardan oluşan oyuncu kadrosu ile dikkat çeken filmin 20 saniyelik Türkçe fragmanı Sinemalar.com’da yayında. İzlemek için aşağıdaki videoya tıklayın.
‘Güz Sancısı’na Seyirci Kalmak!
26.01.2009

‘Güz Sancısı’na Seyirci Kalmak!

“Salkım Hanım\'ın Taneleri” ile başlayan, Türkiye’de azınlıklara karşı işlediğimiz ve unuttuğumuz suçları sinemasında anlatma girişimine devam ediyor Tomris Giritlioğlu. Bu kez fonda 1955 yılının çok kültürlü, çok dinli İstanbul’u var. Kıbrıs üzerinden rant elde etmeye çalışan aşırı milliyetçi grupların gerginliği tırmandırdığı bu ortamda, Behçet adlı taşradan İstanbul’a gelmiş bir gencin kendini keşfetme süreci gibi de algılanabilir film. Babasından öğrendiği milliyetçi duygularla olaylara yorum yapan Behçet, kardeş gibi büyüdükleri Suat’ın karşıt fikirleriyle sürekli gelgitler yaşamaya başlar. Karşı apartmanda gizlice fahişelik yapan Rum kızı Elena\'ya âşık olmasıyla tüm hayatı altüst olur. Aşkı yaşamasıyla paralel olarak kendini de yeniden tanır. Ama dönem öyle bir dönemdir ki, politik çıkarlar uğruna cinayetlerin işlendiği bu zamanda, azınlıklar çoktan gözden çıkarılmıştır. Atatürk’ün evine bomba atıldığı yalanıyla azınlık malları yağmalanır bir gecede...
Ankara’da Yarışacak Filmler Belli Oldu
26.01.2009

Ankara’da Yarışacak Filmler Belli Oldu

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından 12 – 22 Mart 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 20. Ankara Uluslararası Film Festivali, Ulusal Uzun Film Yarışması’nda yarışacak filmler belli oldu. Sinema yazarı Okan Arpaç, Doç. Dr. Barış Bora Kılıçbay ve Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı Başkanı İnci Demirkol’dan oluşan Ulusal Uzun Film Yarışması Ön Seçiciler Kurulu, başvuruda bulunan 20 film arasından yaptığı değerlendirme sonucunda 11 filmin Ulusal Uzun Film Yarışması’na katılmasına karar verdi.Festivalde yarışacak filmler şöyle: Cemal Şan’ın Aşk Üçlemesi’nin son iki filmi Dilber’in Sekiz Günü ve Ali’nin Sekiz Günü; Daha çok belgeselleriyle tanınan Kazım Öz’ün yeni filmi Fırtına; Bağımsız fotoğrafçı İsmail Necmi’nin gerçekle kurgu, belgeselle kurmaca arasında gidip gelen filmi Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?; Tolga Örnek’in yönettiği Türkiye’nin ilk otomobili Devrim’in hikayesini ve karşılaştığı bürokratik çıkmazı gözler önüne seren filmi Devrim Arabaları; Bir Mevlevi Derviş’in mistik dünyasını anlatan, Jacques Deschamps’ın Dinle Neyden’i; Hüseyin Karabey’in pek çok uluslararası festivalden ödülle dönen ilk uzun filmi Gitmek; Raşit Çelikezer’in ilk uzun film denemesi olan ve ona En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo Ödüllerini kazandıran filmi Gökten Üç Elma Düştü; Daha çok kısa filmleriyle tanıdığımız Selim Evci’nin ilk uzun filmi İki Çizgi, Özcan Alper’in pek çok uluslararası festivalden ödülle dönen ilk uzun filmi Sonbahar; Belçika’da yaşayan yönetmen Sümeya Kökten’in farklı kültürlerden iki insan arasındaki sıradışı bir aşkın zorluklarını anlattığı ilk uzun filmi Yasak Hisler. Toplam 16 ayrı ödül kategorisinde yarışacak finalistlerin ödülleri Festival’in kapanış gecesi olan 22 Mart’ta sahiplerini bulacak. Festival hakkında detaylı bilgi için: http://www.filmfestankara.org.tr/
5 Maddede ‘Pandora\'nın Kutusu’
23.01.2009

5 Maddede ‘Pandora\'nın Kutusu’

1)  Yeşim Ustaoğlu, Türk sinemasında kendi tavrı olan nadir yönetmenlerden biri. "Güneşe Yolculuk"tan sonra yeni filmi "Pandora\'nın Kutusu" ile bir kez daha beyazperdede. Efsanelere göre Pandora\'nın, açmaması gereken bir kutuyu merakına yenilip açması sonucu kutunun içinden kötülük çıkması ve bunun dünyaya yayılması durumu söz konusu. Buradan yola çıkılarak da modern bir Pandora hikâyesi yaratılmış. "Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü" sözü de filmi destekliyor bu anlamda. Burada kötülükten çok gerçeklerle yüzleşme üzerine gidilmiş. İlk gösterimi Toronto Film Festivali\'nde yapılan film, katıldığı festivallerde şimdiden birçok ödülün sahibi oldu bile. 2)  Filmde üç kardeşin birbirinden bağımsız ve hayatla farklı nedenlerden kavgalı yaşantılarının bir olayla beraber kesişmesi anlatılıyor temel olarak. Onları birleştiren olaysa, Karadeniz’de bir yaylada tek başına yaşayan 70’li yaşlarındaki anneleri Nusret\'in kaybolması. Üç kardeşin annelerini bulmak için çıktığı yolculuk sadece Karadeniz’e değil, kendi içlerine ve birbirlerine yaptıkları bir yolculuk oluyor aynı zamanda. Takıntılı ve evliliğinde cinsel/ruhsal sorunlar yaşayan bir anne, işinden mutsuz ve evli bir adamın peşinden sürüklenen gazeteci kız kardeş ve düzene kendince karşı koyan bir viranede hayatını sürdüren erkek kardeş. Bir de annesinin baskısına dayanamayıp soluğu sokakta alan bir oğul var ortada. 3)  “Pandora\'nın Kutusu" yaratılan karakterlerin gerçekçiliğiyle de güçlenen bir film. Özellikle her oyununda bir kez daha hayran kaldığım Derya Alabora yine yapmış yapacağını. Alabora\'yı değil, hayat verdiği karakter Nesrin\'i izlerken buluyorsunuz kendinizi. Her şeyin mükemmel olması için uğraşırken, diğerlerinin hayatını da kontrol altına alma arzusu, onu filmin bazen iyisi bazen kötüsü yapıyor. Oysa yaptığı her şey sevdiklerini korumak için. İşte bu halden hale geçişlerde gayet başarılı. Ayrıca ilk sinema deneyimlerini yaşayan diğer kardeşleri oynayan Övül Avkıran ve Osman Sonant\'ı da atlamamak gerekir. Hikâyenin merkezindeki isimse tabiî ki anne Nusret. Alzheimer hastalığı nedeniyle artık yalnız kalmaması ve yardım alarak hayatına devam etmesi gereken karakterin İstanbul\'a getirilmesiyle beraber yaşadığı bocalama, oldukça iyi anlatılmış. Ancak burada bir handikap var; o da Karadenizli yaşlı bir kadını Fransız bir oyuncunun oynaması. “Bu yaşta bir Türk oyuncu bulunamaması bu kadar mı zormuş gerçekten?” diyorsunuz. Ne kadar iyi bir oyunculuk da çıkarılsa bu beni rahatsız etti. Bu durumu düşünmeden yok sayarak izlerseniz zaten mesele yok. 4)  Film içerisinde sizi gülümsetebilecek birkaç ayrıntı da mevcut. Bunlardan ilki bir kitlenin şikayet edip bir kitlenin de bağrına bastığı sabah kuşağı kadın programlarından Petek Dinçöz\'ün "Arım Balım Peteğim"i. Filmin bir sahnesinde Dinçöz\'ün muhteşem(!) açıklamalarını izliyoruz, tabi televizyondan. Hele ki maske takarak çıktığı bir programı seçmeleri tesadüf müdür, merak ettim. Filmin içine girmişken karşınıza çıkan bu yapay şov neyin ne kadar gerçek olduğunu aslında bir güzel açıklıyor. Ayrıca filmde bir takside Müslüm Gürses çalıyor ve bu tabi ki tesadüf değil. Son dönemde müzisyen kimliği daha bir elitleştirilen(!) Gürses\'in Murathan Mungan destekli albümündeki "Döndür Yolumdan" şarkısı filme çok yakışmış. "Döndür, sapmayacak sandığım yolumdan beni döndür" derken, dönülmez bir sürü yolu düşünüyorsunuz hem kendiniz hem karakterler için. 5)  Doğduğu topraklardan uzaklaşıp büyükşehir hayatlarına sözde adapte olan insanların başka hikâyeleri, kesişmeleri bu film. Üstelik anlatılan kişiler o kadar içimizden ki, ne çok yüksek mevkilerde ne de çok zengin... Bir uzaklaşma, yabancılaşma, sorgulama filmi de diyebiliriz. Güzel karakter analizleri ve iyi bir film izlemek istiyorsanız elbette öneririm. Ama “ben sıkılganım, öyle ruh hallerini, iç yolculukları izleyemem, basit ve bildiğim şeyleri izlerim” diyorsanız "Ayakta Kal" gibi filmler sizi mesut edecektir.