The Incredible Hulk: İki Boyutlu Hulk
16.06.2008

The Incredible Hulk: İki Boyutlu Hulk

Ang Lee’nin yönetmen koltuğunda oturduğu 2003 yapımı “Hulk”, diğer çizgi roman uyarlamalarından biraz farklıydı. Genelde alışılageldiği üzere, kahramanın üstün yanını bol bol aksiyon sahnelerinde kullanmak yerine kahramanın psikolojisine inmeyi deniyor, derinlemesine bir karakter analizine girişiyordu. Hatırlarsanız, ilk Hulk’u izleyen insanların genel tepkisi filmin temposunun yavaş ve aksiyon oranının düşük olduğuyla ilgiliydi. Her ne kadar kıymetini anlayan bir kitle olmuşsa da çoğunluk tarafından beğenilmemiş ve gişede zarar etmişti.
Öldüren Cazibe: Ruhlar Arasında Bir Sihirbaz
11.06.2008

Öldüren Cazibe: Ruhlar Arasında Bir Sihirbaz

Asıl adı Erik Weisz olan Macaristan doğumlu Harry Houdini, gelmiş geçmiş en başarılı sihirbaz olarak kabul edilir. Hünerleri sadece sihirbazlıkla sınırlı olmayan, her türlü zincirden ve kapalı nesneden kurtulabilen bir şovmen olan Houdini, sahne üstadlığının yanısıra sinemaya el atmış, birkaç filmde rol amış, yapımcılık da yapmış bir isim. Ruhlarla bağlantı kurmaya meraklı olan Houdini, medyum numarası yaparak para kazanan dolandırıcıları ifşa etme bilinciyle de tanınan bir isim. Bu amaçla yazdığı bir de kitap mevcut: “A Magician Among the Spirits: Ruhlar Arasında Bir Sihirbaz”.
21: Vegası Dağıtmak
11.06.2008

21: Vegası Dağıtmak

Herşeyin başlangıcı, Ben Mezrich’in Eylül 2002’de Wired dergisinde yayınlanan “Hacking Las Vegas” başlıklı yazısı ile, ertesi yıl yayınlanan “Bringing down the Hose: The Inside Story of Six MIT Students Who Took Vegas for Miliions” kitabının en çok satanlar listesine girmesine dayanıyor. Ülkemizde de 2005 yılında “Mekanı Dağıtmak” adıyla Salyangoz yayınlarından çıkan kitap Las Vegas’taki kumarhanelerden, öğrencilerin sistemi yenmesini anlatması ile ilgi çekmiş. Kevin Spacey’nin henüz dergideki yazıyı okur okumaz, telif haklarını alması ile filme dönüştürülmesinin startı da verilmiş.
Yeni Batman Filmi: ‘Kara Şövalye’
10.06.2008

Yeni Batman Filmi: ‘Kara Şövalye’

2005 yılında çekilen “Batman Begins/ Batman Başlıyor”un devamı olan “The Dark Knight/ Kara Şövalye”, yönetmen Christopher Nolan ile ünlü aktör Christian Bale’i tekrar biraraya getiriyor. Christian Bale’i yeniden Batman rolünde izleyeceğimiz filmin baş kötü adamı Joker’i ise, “Brokeback Mountain” filmindeki performansıyla Oscar’a aday gösterilen ve geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz aktör Heath Ledger canlandırıyor. “Batman Begins/ Batman Başlıyor”daki rollerini bu filme taşıyan diğer oyuncular ise şöyle: Teğmen Jim Gordon’ı canlandıran Gary Oldman; Alfred’i canlandıran Oscar ödüllü aktör Michael Caine ve Lucius Fox rolündeki Oscar ödüllü aktör Morgan Freeman.      25 Temmuz’da gösterime girecek “The Dark Knight / Kara Şövalye”de; Batman, Teğmen Jim Gordon ve Bölge Savcısı Harvey Dent’in yardımlarıyla, şehir sokaklarını sarmış olan suç örgütlerinden geriye kalanları temizlemeye girişiyor. Ancak kısa süre sonra, Joker olarak bilinen ve Gotham şehri sakinlerini dehşete boğup, Kara Şövalye’yi kahramanlıkla adalet suçlusu arasındaki ince çizgiye sürükleyen suç dehasının yarattığı karmaşa kendini göstermeye başlıyor.
Süper Kahraman ‘Hancock’
09.06.2008

Süper Kahraman ‘Hancock’

Son olarak “Ben Efsaneyim”de sergilediği başarılı performansı ile adından söz ettiren Will Smith’i, Los Angeles’ın sinirli, uyuşmaz, alaycı ve yanlış anlaşılan süper kahramanı Hancock rolünde izleyeceğimiz yeni fantastik komedi “Hancock”, 4 Temmuz’da gösterime giriyor.   İyi niyetli kahraman Hancock, işlerini yapıp sayısız insanı kurtarabilir ama her zaman arkasında insanı hayrete düşürecek kadar hasar bırakır. Halk artık bu durumdan usanmıştır. Yerel kahramanlarına minnettar olmakla birlikte, Los Angeles’in iyi vatandaşları bu adamı haketmek için ne yaptıklarını merak ederler. Hancock aslında başkalarının ne düşündüğünü umursayan birisi değildir. Halkla İlişkiler Uzmanı Ray Embrey’in (Jason Bateman) hayatını kurtardıktan sonra  alaycı süper kahramanımız kendisinin de zayıf bir tarafının olabileceğini farketmeye başlar. Hancock’un bugüne kadar karşılaştığı en büyük sorun bu yönüyle yüzleşmek olacaktır. Ayrıca, bu da Ray’in karısı Mary’nin (Charlize Theron), onun işe yaramazın teki olduğu konusundaki ısrarını kırmak için bir fırsattır.
88 Dakika: Tik Tak Doktor, Tik Tak
05.06.2008

88 Dakika: Tik Tak Doktor, Tik Tak

Başrolünde usta oyuncu Al Pacino’nun yer aldığı “88 Dakika” beklentileri karşılayamaması bir yana, kötü bir aksiyon filmi ünvanı almaktan kurtulamayan, pasif bir film olarak çıkıyor karşımıza. Filmin birçok yerinde tanıdık karelere rastlamak mümkün. Özellikle de “24” ve “Dexter” dizilerinin esintileri birçok yerde göze çarpıyor. Daha önce “Cehennemden Gelen”, “Tam Zamanında”, “The Black Dahlia” ve benzeri birçok filmin aynı konuyu işlediğini göz önünde bulundurursak ve bu filmleri “88 Dakika” ile kıyaslarsak filmimizin  bir fiyasko olduğu fikri bir kez daha pekişmiş oluyor. Filmde farklı olan ya da fark yaratacağı düşünülerek yapılan ama pek fark yaratmayan; filmin gerilimi daha çok psikolojik olarak vermeye çalışması ve bunu aksiyonun içine yedirme çabası.. İki kız kardeşin bir seri katil tarafından öldürülmeye çalışılması ile açılan filmimiz bütün klişeleri harfi harfine uygulayarak, “n’oluyoruz” demeye kalmadan 9 yıl sonrasına atlayıveriyor. Giriş kısmından katilimizin kadınları tek bacağından asarak öldürmekten hoşlandığını ve daha önceden de birkaç vukuatının olduğunu öğreniyoruz. Yine 9 yıl sonrasına gitmeden; 6. hissin deyim yerindeyse “gözünü  çıkaran” davranış bilimleri  hocası, ucundan takıntılı doktorumuz Jack Gramm’ın varsayım üzerine bir şüpheliyi, amiyane tabirle kodese tıktırdığını görüyoruz. Katilimizin öldürürken bir tarzının olması ve bu tarzla tanınması bizi ister istemez “Dexter”daki “buz kamyonlu katil”e götürüyor. Aradan (yukarıda da belirttiğim gibi) 9 yıl geçiyor ve ne hikmettir bilinmez yetenekli doktorumuz Gramm’ın saçlarındaki beyazlar tek tel artmadan aynen duruyor. Yaratıcı yönetmenimiz “aradan zaman geçti heee!” duygusunu uyandırmak için doktorumuza bir de top sakal ekliyor. Burada seyircinin tepkisi küçümseyici bir gülümsemeden öteye gidemiyor. Ayrıca “yürüyen karizma” Al Pacino’ya uzun saçın hiç yakışmadığını, kafasında “ha uçtu, ha uçacak” gibi durduğunu da belirtmek lazım.(hele koşarken bu izlenim tavan yapıyor!) Olay yine beklendiği gibi bir kızın daha bacağından tavanda asılı bulunmasıyla devam ediyor. Ardından Doktor Gramm’ın telefonu çalıyor ve 88 dakika içinde öleceği söyleniyor. Bu dakikadan sonra sözüm ona asıl aksiyon başlıyor ve film “24” dizisi gibi eş zamanlı gitmeye hatta “24” ü ısrarla hatırlatacak keskin, kısa ve hızlı kamera hareketleriyle ilerlemeye başlıyor. Jack Bauer’in sürekli çalan telefonu, Jack Gramm’a da aynen alınmış ve o telefon film boyunca hiç abartısız dakika başı çalıyor, susmak nedir bilmiyor… Daha sonra her şey yine uygun adım gitmeye devam ediyor. Doktorumuzu bir an dışarıda, bu sahneyi takip eden diğer sahnede ofisinde yine telefonla konuşurken görebiliyoruz. Filmin bu atlama ve hızlı gitme çabası, ama oyuncuların tam aksine 88 yıl vakitleri varmış gibi ağır hareketleri izleyicide “bir şey mi kaçırdım?” sorusunun oluşmasına sebep oluyor. Gramm’ın en gergin sahnede bile yanındaki kadına psikolojik destek verme, moralini düzeltme çabası ise feci halde dikkat dağıtıyor. Ayrıca Gramm’ın yanında neden hep bir kadın var bir türlü anlam veremiyoruz. Doktorumuz bu tür filmlerde genellikle oluşturulan aşırı zeki, cin fikirli, açık gözlü ve kurnaz baş karakter özelliklerine sahip değil. Keza her şeyden şüpheleniyor ama en ufak açıklamaya hemen kanıveriyor. Bu ayrıntı bence filmin artılarından biri çünkü böyle filmlerde başrolün yüceltilip insan ötesi bir varlığa dönüştürülmesini yapmacık bulan bir seyirciyim. Filmin birden çok kadın karakteri var. Ama hiçbiri doyurucu bir oyunculuk sergileyemiyor ve finalde de etkin oldukları için memnuniyetsizliğimizi bir kez daha perçinliyorlar. Filmdeki idealist delikanlımız, Gramm’ın öğrencisi Mike Stemp ise “The O.C” deki asi genç Ryan pozlarını burada da atmaya devam ediyor. Müzikler fena değil, filmin dokusuna uygun ve bütünlüğü oluşturur nitelikte. Filmde en beğendiğim sahne Gramm’ın arabasının patladığı ve ters köşe blöfünün bence çok hoş durduğu sahne. Parmakla sayılır sahnelerden biri de bu zaten. Netice olarak Al Pacino’nun fena harcandığı, tam bir klişeler geçidi olan ama karakterlerini gerçeklerden uzaklaştırmadan, yüceltmeden işleyişiyle dikkat çeken, maalesef ki başarısız bir aksiyon filmi. Aslında 1 yıldızdan fazlasını hak etmemesine rağmen sırf Al Pacino için 2 yıldıza değer…
Yetimhane: Kaçırılmış Saf Gerilim Fırsatı
05.06.2008

Yetimhane: Kaçırılmış Saf Gerilim Fırsatı

Goya ve Barcelona Film Ödülleri de dahil olmak üzere birçok film festivalinde farklı dallarda toplam 29 ödül kazanan “The Orphanage” nihayet ülkemizde yaygın gösterimde. İlk kez 2000 yılında yazılan senaryo, ancak 6 yıl sonra çekimlerine başlanmasıyla peliküledeki yerini bulabildi. Bir korku filminin, fantastik öğeleri de kullanarak bol ödül toplaması kuşkusuz korkuseverler için bulunmaz nimet görüntüsü çiziyor.
‘Wanted’ İçin Hazırlanın!
04.06.2008

‘Wanted’ İçin Hazırlanın!

“Kefaret-Atonement” ve “İskoçya’nın Son Kralı-The Last King of Scotland”den tanıdığımız genç aktör James McAvoy, “Batman Begins” ve “Million Dollar Baby”nin yıldızı Morgan Freeman ve “Mr. & Mrs. Smith” ile “Lara Croft: Tomb Raider”ın yıldızı Angelina Jolie, beş para etmez tembel birisiyken adalet sağlayıcısı katile dönüşen bir genç adamın öyküsünün anlatıldığı “Wanted”da bir araya geldiler.
Ölümcül Oyunlar: Ölmek Var Dönmek Yok!
03.06.2008

Ölümcül Oyunlar: Ölmek Var Dönmek Yok!

İzleyici üzerinde bıraktığı etki açısından, beş “Testere”ye bedel bir filmle karşı karşıyayız sevgili sinemaseverler. Koltuklarınızda kasılıp kalacağınız ve her dakika içinizi kemiren bir kaygı eşliğinde izleyeceğiniz “Ölümcül Oyunlar”, bu hafta gösterimde; sıkıysa izleyin! 1997 Avusturya yapımı “Funny Games”in, Naomi Watts ve Tim Roth gibi Hollywood etiketli oyuncularla yeniden çevrilmesi sonucu ortaya çıkan “Funny Games U.S / Ölümcül Oyunlar”, yönetmen Michael Haneke’nin tabiriyle bir “şiddet eleştirisi”. Kendinizi en az filmdeki karakterler kadar zavallı ve çaresiz hissederek izleyeceğiniz bu film, şiddetin insan üzerindeki fiziksel ve psikolojik etkilerini tüm gerçekliği ile gözler önüne sererek, sancılı bir seyir süreci yaşatıyor izleyicisine. “Ölümcül Oyunlar”da çığlık attıran öcüler, doğrama makinelerinde parçalanan kafalar, önüne geleni biçen baltalı katiller ya da virüslü yaratıklar yerine normal özelliklere sahip, eli yüzü düzgün iki genç çıkıyor karşımıza korku figürleri olarak. Hasta ruhlu bu çocuklar; yumurta isteme bahanesiyle girdikleri evde; ev halkına tahammül edilemez işkenceler uyguluyorlar. Göl kenarındaki bu huzur dolu ev, tatil yapmak amacıyla eve yerleşen aile için cehenneme dönüşüveriyor bir anda. Şiddet dolu eylemlerinden, bir ‘oyun oynarcasına’ keyif alan psikopat katiller (Paul ve Peter), bu eziyetli oyuna kurbanlarını ve hatta izleyicileri de dahil etmeye çalışıyorlar. Zaman zaman kameraya dönüp izleyicinin “nasıl bir son beklediğini” soran Paul, bu hareketi ile izlediğimiz vahşetin kurgu olduğunu hissettirerek, acımızı hafifletir gibi olsa da; zavallı ailenin bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünüp, onlar için kaygılanmaktan da kendimizi alamıyoruz. “Yeter!” diye bağırıp, salonu terk etmemek için zorlandığınız bir stres hakim filmin geneline. Aslına bakarsanız, Haneke, gerilim ya da işkence dozu yüksek sahneleri perdeye direkt yansıtmaktan kaçınmış; dehşetin resmini seyirciye çizdirmek istemiş gibi adeta. Film karelerinde göremeseniz de, aklınızda canlanan bu sahnelerde, çaresizlik içinde kıvranan baba, anne ve oğullarının çektikleri acıyı o kadar yoğun hissediyorsunuz ki, filmin içine dalıp, hasta ruhlu katillerin yakasına yapışmak geliyor içinizden. “Ölümcül Oyunlar”da tüm kadro, oyunculuk yönünden büyük bir alkışı hakediyor. Daha küçücük bir çocukken, anne ve babasının maruz kaldığı işkencelere bizzat tanık olan Georgie sinir krizleri geçirirken, çocuk oyuncu Devon Gearhart rolünü öyle iyi yapıyor ki, babalık- annelik güdüleriniz harekete geçiyor bir anda. Naomi Watts, ailesini kurtarmak için herşeyi yapmaya hazır olan koruyucu anne rolünü başarıyla canlandırırken, karısı ve çocuğunun gözünün önünde yok oluşunu izleyen George rolündeki Tim Roth da, aklını kaçırmak üzere olan bir babanın şaşkınlığını çok güzel ifade ediyor. Bembeyaz kıyafetleri ile kararmış ruhlarını gizlemeye çalışan ruh hastalarına , “bunu neden yaptıkları” film boyunca birkaç kez soruluyor olsa da, ne filmdeki karakterler ne de izleyiciler için tatminkar bir cevap verilemiyor bu soruya. Aslında yönetmen Michael Haneke’nin dikkat çekmek istediği konu da bu! Bu psikopatların derdi ne? Kendilerini böyle mi ifade etmeye çalışıyorlar? Varoluşlarına anlam katabilmek için mi bunu yapıyorlar? Yoksa bundan gerçekten keyif mi alıyorlar? Bu soruların cevabını bulamamış bir şekilde, filmin jenerik müziğini bile dinlemeden, salondan dışarı kendimi zor attım. 111 dakika boyunca hissettiklerim; huzursuzluk, kaygı bozukluğu ve stresten ibaretti. Gerilim ve korku türleri ile tanımlanan “Ölümcül Oyunlar”, bu türlerin hakkını veremiyor ne yazık ki. "Her an birşey olabilir" kaygısıyla beklemek elbette ki \'geriyor\' insanı ancak film boyunca biriktirdiğiniz  gerilim içinizde kalıyor. Beklediğiniz korku reaksiyonlarını yaşatamayan filmin sonu da, adam akıllı bir “oh” dedirtmiyor insana. Huzurunuz kaçmış, kalbiniz sıkışmış bir şekilde ayrılıyorsunuz salondan.
‘Mistik Olay’ Çok Konuşulacak!
02.06.2008

‘Mistik Olay’ Çok Konuşulacak!

“Altıncı His” ve “Signs” filmlerinin yönetmeni M. Night Shyamalan yavaş yavaş yaklaşan, kalp atışlarınızı hızlandıracak bir gerilim ile geri dönüyor. Yönetmenin son filmi “Mistik Olay”da (The Happening), açıklanamayan ve yalnızca insan ırkını tehdit eden bir olaydan kaçan bir ailenin hayatta kalma savaşını nefes nefese izleyeceksiniz. Sinema tarihinin en çok seyredilen filmleri arasına girmeyi başaran “Altıncı His”in başarılı yönetmeni Shyamalan, “Mistik Olay” adlı yeni filminin çıkış hikayesini şöyle anlatıyor: “NewYork’a gidiyordum. Çok güzel bir gündü ve yolun iki yanında ağaçlar vardı. Birden kendi kendime düşündüm. ‘Eğer bir gün doğa bize karşı olursa başımıza neler gelir?’ İşte o an karakterleri ve hikayesi ile The Happening beynimde canlandı. Bu muhteşem bir duyguydu çünkü bir filmin fikrini ortaya çıkarmak,  filmin yapısını oturtmak çok zor olduğu için oldukça zorlayıcı ve zaman alıcı bir iştir.”13 Haziran’da gösterime girecek filmin konusu ise şöyle:  Herhangi bir uyarı olmadan, ansızın Amerika’nın birçok şehrinde sebebi açıklanamayan garip ölümler meydana gelmeye başlar. İnsan davranışlarındaki bu garip değişikliğe neyin sebep olduğu bilinmemektedir. Yeni bir terrorist saldırı mı?  Yapılan yüksek teknolojik deneylerde ters giden bir şeyler mi oldu? Bir tür şeytani toksik silah mı? Yoksa kontrolden çıkan bir virüs mü? Havayolu ile mi yoksa suyla mı bulaşıyor? … Ve nasıl?
\'Sex and the City\' Rehberi
28.05.2008

\'Sex and the City\' Rehberi

Önce kitabı, sonra da dizisiyle dünya çapında bir fenomen haline gelen “Sex and the City” şimdi de beyazperdede... Kariyerlerinde zirveye ulaşmış olsalar da, ilişkilerinde dikiş tutturamayan, aşk ararken “meşk” bulan, New York’lu dört kadının hikayesini izleyeceğimiz “Sex and the City:The Movie”, 30 Mayıs’ta Kuzey Amerika, Fransa ve İtalya sinemalarıyla aynı anda Türkiye’de de gösterime giriyor. Dünya çapında milyonlarca insanı heyecanlandıran bu filmi izlemeden önce, “Sex and The City” efsanesi ile ilgili bilgilerimizi tazelemekte fayda var...