Üç Maymun: Bambaşka Bir Nuri Bilge Ceylan Filmi
24.10.2008

Üç Maymun: Bambaşka Bir Nuri Bilge Ceylan Filmi

Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nden ödülle dönen fakat Altın Portakal’da adeta görmezden gelinen son çalışması “Üç Maymun”, yönetmenin önceki filmleri ile ulaştığı kitleyi şaşırtacak ancak ilk kez bir NBC filmi izleyenleri ise etkilemeyi başaracak niteliklere sahip. Belki de “Üç Maymun”u, yönetmenin filmografisinde ayrı bir yerde tutarak, “Nuri Bilge Ceylan sineması” olarak adlandırabileceğimiz kategorinin dışında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Çünkü en başta çekim tekniği açısından diğerlerinden ayrılan “Üç Maymun”a, yönetmen Nuri Bilge Ceylan kabul etmese de, ayrı bir özen gösterildiği açıkça hissediliyor her bir karede. Bu nedenle “Üç Maymun”u, NBC filmlerine mümkün olduğunca yabancı bir gözle izlemeye çalıştım. Yapacağım değerlendirmelerde de, yönetmenin önceki filmlerinden referanslar kullanmamaya gayret edeceğim. “Üç Maymun”da herşeyden önce, iliklerimize kadar hissedeceğimiz bir melodram bekliyor bizleri. Eski Yeşilçam filmlerinden ve bilumum televizyon dizilerinden alışık olduğumuz bir hikaye; karakterlerin ruh hallerini tüm derinliği ile yansıtmayı başaran oyuncuların dört dörtlük performansları ve Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafçılık deneyimlerinden kazandığı ‘görsel gücü’ sayesinde; bambaşka bir dille anlatılıyor “Üç Maymun”da. Filmin adeta kare kare gezebileceğiniz bir fotoğraf galerisi gibi olduğunu söylersek, abartmış olmayız. Nitekim filmde tüm sahneler ayrı bir fotoğraf karesi olarak incelenebilecek derecede kusursuz ve etkileyici. Ceylan, görselliğin gücünü sadece filme estetizm kazandırmak için kullanmamış. Filmin geneline hakim olan ve gerilim filmlerini andıran ‘karanlık şehir atmosferi’ ile beraberindeki huzursuz edici detaylar (hızla birbirini kovalayan gri bulutlar, oyuncuların ağlarken çıkardıkları yutkunma sesleri, sabah ezanının ürkütücü tonu) hikayenin gerilimini artırmak konusunda son derece etkili unsurlar olarak çıkıyor karşımıza. Kendinizi karakterler ile özdeşleştirmek için fazla çaba harcamanıza gerek kalmıyor “Üç Maymun”da. Oyuncuların sahici performansları ve yönetmenin tüm filmlerinde olduğu gibi “Üç Maymun”da da vazgeçmediği  “gerçekçi” üslubu nedeniyle, film başlar başlamaz dahil oluyorsunuz hikayeye. Olan biteni bizzat takip eden ve yeri geldiğinde tepki göstermesi beklenen, ailenin bir ferdi gibi hissetmeye başlıyorsunuz adeta. Nitekim karakterlerin tepkileri de tam beklediğiniz gibi gelişince, filmin “gerçeklik” hissi iyice artıyor ve bu his üzerinize bir ağırlık olarak düşüveriyor. Etrafta her gün karşılaştığımız ahlaksızlıklara tepkisiz kalsak da, filmde yaşananlara kayıtsız kalmak mümkün olmuyor o bütünlük içerisinde. Gerçek hayattaki benzerleri ile paralel ilerleyen hikayenin sonu, nihayet seyirciyi şaşırtmayı başarıyor. Bir süre, “acaba ben de öyle mi yapardım” diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi. “Üç Maymun”u melodram türündeki diğer filmlerden ayıran bir başka özelliği ise, filmde kimin tam olarak iyi ya da kötü veya haklı ya da haksız olduğuna karar verilemiyor olması. Hikayenin üç kahramanı da, üç maymunu oynamak ve gerçekle yüzleşmek konusunda kararsız kalırlarken, bu çelişkiyi seyirciye de yaşatıyorlar. Ancak film en çok Hatice Aslan’ın canlandırdığı “Hacer” karakterine yüklüyor sanki suçu. Kadınların zayıf karakterli ve iradesiz bireyler oldukları için, özellikle duyguları ile ilgili konularda ne kadar ezilebildiklerini düşündüren bir rolde karşımıza çıkan Aslan; bu ilk sinema filminde, bir kadının ruhsal çıkmazlarını tüm dokunaklılığı ile beyazperdeye taşıyarak, takdire değer bir oyunculuk sergiliyor. Filmde canlandırdığı “Eyüp” karakterine çok yakışan Yavuz Bingöl; kadın ruhundan anlamayan ancak zaman zaman duygularına yenik düşebilen Türk erkeğinin stereotip özelliklerini oldukça net ifadeler ile taşıyor beyazperdeye. “Üç Maymun”un kadrosuna amatör bir oyuncu olarak dahil olan Ahmet Rıfat Şungar ise, filmdeki olağanüstü performansından sonra profesyonelliğe sağlam bir adım atmış oluyor. Filmin senaryosuna da destek veren Ercan Kesal, belki de canlandırdığı karakterin çok belirgin vasıflar taşıyor olması nedeniyle, şu ana kadar izlediğim en sahici oyunculuk performansını sergileyerek, seyircinin aklında kalmayı başarıyor. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde ilk kez bu kadar içten kahkaha atmanızı sağlayan “Servet” karakteri, filmin tek komedi unsuru olarak da dikkat çekiyor. Filmden çıktıktan sonra bir süre Yıldız Tilbe\'nin “Emi” şarkısını mırıldanabilirsiniz. "Hacer"in melankolik karakterini yansıtan bu şarkı, filmde farklı fonksiyonlarda çıkıyor karşımıza; güldürmek, ağlatmak ve gerilimi artırmak üzere.    Bittikten sonra etkisinden kurtulamadığım, gerilim filmlerindekini aratmayacak derecede ürperdiğim ve olan biten herşeyi sorgulamak zorunda hissettiğim bir film oldu benim için “Üç Maymun”. Nuri Bilge Ceylan’ın kariyerinde bir eşik olarak değerlendirebileceğimiz bu filmi, daha önce bir NBC filminin tadına bakmış, bakmamış; herkes izlemeli.
Testere 5: Herkesin Seçme Şansı Olmalı…
24.10.2008

Testere 5: Herkesin Seçme Şansı Olmalı…

1996 yılında Avustralya’nın meşhur dizisi “Komşular”da iki bölümde oynayarak aktörlük yaşamına başlayan Leigh Whannell, başka bir Avustralya dizisi olan “Blue Heelers”de de sadece 2 bölümde oynadıktan sonra 2000 yılında bir korku türüne milad olacak bir projede yer alır. Küçük bütçeli Avustralya filmi “Stygian”da bir yan rolde oynar Whannell. Filmi yöneten ise James Wan’dır. Bir ödülde kazanan korku filminde, Jamie ve Melinda farklı bir dünyada kendini sürgünde bulur. Kendilerine kurulan tuzaktan kurtulmak zorundadırlar. Whannell ve Wan’ın tanışmasına sebep olan filminde tuzaklı olması da hayli ilginçtir. Asıl patlamanın ilk ateşlendiği yıl 2003’tür. Whannel aklındaki ana fikri James Wan ile paylaşır. Ve başrolünü aldığı bu 10 dakikalık kısa film “Testere” adı ile son derece başarılı bir iş olur. Ama ikili hala Avustralya’dadır. İkisi de 1977 doğumlu genç sinemacılardan Malezya’lı James Wan ile Avustralya’lı Leigh Whannell, kısa filmlerinin izleyen herkeste yarattığı heyecan üzerine 2004 yılında uzun metrajlı “Testere” ile dünyayı fetheder. 2005’te görebilme fırsatı bulduğumuz kısa metraj Testere’nin bugün geldiği nokta herkesçe bilinmekte. İkili’den Wan sadece ilk filmi yönetirken, Whannell ise serinin 3 filmine katkıda bulundu. İkili artık Testere serisinin prodüktörü olarak dünyadaki ünlerini koruyor, isimlerinin markalaşmasını sağlayan yeni filmlerle türe katkı yapmayı sürdürüyorlar. Şu sıralar serinin oyunu için kafa yoran ikilinin, türe yaptığı katkı ise tartışılır halde. “Halloween” ve “13. Cuma” ve “Elm Sokağı” serileri gibi sonu gelmez bir seriye dönüşme tehlikesi bir yana, özellikle üçüncü filmle başlayan, dördüncü filmde iyice ayyuka çıkan sahnelerle seyirciyi korkutmak veya germek yerine kusmasını sağlayacak, vahşet görüntüleriyle marazi merakının üstüne gitmekle korku sinemasının dinamiklerinin farklı bir yere gittiği açıkça görülüyor. İlk testere filminin yarattığı etki gerçekten çok iyiydi ve izleyenleri hayran bırakıyordu. İkinci filmin pek iyi olmayışı yinede üçüncü filmi merak etmeyi, iyi olmasını ümit etmeyi zorlaştırmamış, hayran kitlesi büyümüştü. Geçen yıl izlediğimiz Testere 4’ün artık bir konu anlatmak yerine skeçler halinde oyunlardan oluşması, merak duygusundan beslenerek vahşet görüntülerini sıklaştırması da gözlerden kaçmadı. Beşinci film ise tüm bu aksaklıklardan kurtulmuş gözüküyor. Seth Bexter’a kurulmuş sarkaç tuzağı ile açılan film, jenerik sonrası adet olduğu üzere önceki filmin son sahnesinden açılıyor. İki ajan arasındaki kapışma da böylece start alıyor. Basına verilen ilk karelerden biri olan kafaya monte edilmiş cam kutu tuzağından kurtulan Ajan Strahm’ın aslında kurtulmaması gerekiyor. Testere’den görevi devralan Mark Hoffman da elbette bu duruma şaşıranlardan. İki polisin iyi ile kötü ayrımından beslenen tempo ve üzerine kurulan öykü ilerledikçe derinleşirken, bir yandan da 5 kişinin tuzaktan birlikte kurtulma mücadelesi anlatıyor. Seth Bexter’a kurulan tuzağın, taklitçi tuzak olması detayı filmde çok iyi işleniyor. Tuzak kurtulan Strahm’ın araştırmaları sayesinde Hoffman ve Jigsaw’ın nasıl tanıştıklarını görebiliyoruz. Serinin önceki filmlerinin aksine bu kez daha fazla bilgilenme fırsatı sunuluyor. Hoffman ve Jigsaw arasındaki diyaloglar filmin en önemli anları… Seth’e intikam amacıyla kurduğu tuzağa şiddetle karşı Jigsaw’ın ağzından bir bir tuzakların ana felsefesi dökülüyor. Bugüne dek 5 filmde yarım yarım da olsa öğrendiğimiz şeylerin daha derli toplu açıklaması da filmi diğerlerinden ayıran özelliği. Jigsaw ısrarla “Her insanın bir seçme şansının olduğunu” belirtiyor. “Ben kimseyi öldürmüyorum” diyor. Bir anlamda Hoffman’ın öğretmeni oluyor. Elbette Jigsaw ölse de, ondan kurtuluş yok, serinin her filminde görünmeye devam edecek gibi. Kurgu da son derece başarılı… Geçmişe dönülen sahnelerde daha bir özenilmiş, daha bir düşünülmüş hava hakim. Bu anlamda da zamanlar arasındaki geçişler daha anlaşılır ve tempoya artı katar hale getirilmiş. Tuzaklar arasında kaybolmuş bir geçmiş, Testere 4’deki gibi söz konusu değil bu kez. Daha içi doldurulmuş, daha sindire sindire izlenebilir bir testere söz konusu. Hoffman ile Jigsaw arasındaki özleşme ise biraz abartılı işlenmişe benziyor. Hoffman’ın da hayatta en değer verdiği kişi öldürülmüş. Adalet yerini bulamamış işe soyunmuş. Ama yine de buradan çıkan söz tüm bu çabanın Testere efsanesinin doğuşunu belgeleyen söze bağlanıyor. “Doğru sağlanmış adalet, bir toplumun belkemiğidir” Strahm elinde dosyalar, son tuzakta tek sağ kalan Hoffman’ı araştırırken, önceki tuzakların mekanına gidiyor ve bu sayede önceki filmlerle daha doğru bir bağ oluşuyor. Bu anlamda başarısız olan 4 ile 5’in senaryolarının aynı ellerden çıkmış olması da hatalarını görüp gidermişler yargısını koyuyor ortaya. Filmde en garip an ise, Jigsaw’ın karısına bir kutu bırakması. Jill kendisine miras kalan kutuyu açsa da sadece kendisi görüyor. Sonrasında sadece bir kez görünüp kayboluyor. Kutunun akibetini de gelecek filmde göreceğiz sanırım… İlk filmden bu yana izlediğimiz her şeyin daha derli toplaması olarak serinin iyilerinden olmuş Testere 5… 5 kişinin dahil olduğu tuzakta iyi detaylarla süsleniyor. Açılan derinliğin hedefi de insan faktörü. 5 kişi boyunlarından bağlı bir şekilde uyandığında, adet olduğu üzere onları birbirine bağlayan bir olay söz konusu. Jigsaw onlara seslenirken, içgüdülerinize uymamanızı öneririm derken, sık sık kurduğu tuzaklarda öldürme içgüdüsünün insana ait olduğunun vurgusunu yapıyor. Her ne tuzak kurulursa kurulsun mükemmel işleyecek diye bir şey yok. İşin içinde insan faktörü var.
Fest-i Kült Tanıtım Gösterimleri
22.10.2008

Fest-i Kült Tanıtım Gösterimleri

14-20 Kasım 2008 tarihleri arasında, Ankara Kızılay Büyülü Fener sinemasında, Sinemalar.com\'un internet sponsorluğunda gerçekleştirilecek olan Fest-i Kült 4 – Kültürlerarası Film Festivali’nin tanıtımına destek vermek amacıyla, Ankara’daki bazı üniversitelerde özel film gösterimleri düzenlenecek. Bu tanıtım gösterimlerinde, geçtiğimiz yıllarda düzenlenen Fest-i Kült Film Festivalleri kapsamında gösterilen filmlerden seçkilere yer verilecek. Tüm üniversitelilerin davetli olduğu bu özel gösterimlerde,  birbirinden güzel kısa filmlerin yer aldığı seçkileri izleme fırsatı bulabileceksiniz. Gösterimlerin tarihlerine ve ayrıntılı program bilgilerine www.festikult.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Mükemmel Bir Gün, 31 Ekim\'de Vizyonda
22.10.2008

Mükemmel Bir Gün, 31 Ekim\'de Vizyonda

Avrupa ve İtalyan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Ferzan Özpetek’in son filmi “Mükemmel Bir Gün” 31 Ekim’de Türkiye çapında 40 salonda gösterime giriyor. İtalya’da “Un Giorno Perfetto” ismiyle 5 Eylül 2008’de 400 salonda vizyona giren film, 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali bünyesindeki 4. Uluslararası Avrasya Film Festivali’nin de açılış filmi oldu. Filmin başrol oyuncusu ve İtalyan sinemasının tanınmış oyuncularından Isabella Ferrari ile filmin yapımcılığını üstlenen Domenico Procacci de festivalin açılış gecesinde hazır bulundu. “Mükemmel Bir Gün”ün senaryosu, profesyonel sinema hayatına film eleştirmeni ve film yapımcısı olarak başlayan ve bugün İtalya’nın en önemli senaryo yazarlarından biri olan Sandro Petraglia ile birlikte Ferzan Özpetek’e ait. Filmin başrollerini Isabella Ferrari ve Valerio Mastandrea paylaşıyor. Ağustos ayında düzenlenen 65. Venedik Film Festivali’nin yarışma bölümüne katılmaya hak kazanan 21 filmden biri olan “Mükemmel Bir Gün”, Eylül ayında da Toronto Film Festivali’nde gösterildi. Evli ve iki çocuk sahibi olan Emma (Isabella Ferrari) ile Antonio (Valerio Mastandrea), bir yıl önce ayrılmışlardır. Antonio, beraber yaşamış oldukları evde artık tek başına oturmaktadır. Emma ise, çocuklarını da alarak annesinin yanına yerleşmiştir. Bir akşam, Antonio’nun dairesinden silah sesleri duyulur. Komşular tarafından çağırılan polisler kapıyı kırarak daireye girmeye hazırlanırken; Mükemmel Bir Gün, o ana kadar geçen son 24 saati anlatır bizlere. Ferzan Özpetek, yeni filmi “Mükemmel Bir Gün” için, “Gazetelerde başkalarını öldüren canavarları ve yaşanan trajedileri hep okuyoruz. Ancak benim filmim, bu canavarların iç dünyalarını ve aslında bizim gibi insanlar olduklarını gözler önüne seriyor. Bence bu filmde kimin kurban kimin cellât olduğu belirsiz; aslında cellât da, filmdeki karakterleri bu denli ciddi sonuçlar doğuracak şekilde davranmaya iten de hayattan başkası değil” yorumunu yaptı. 1959 doğumlu Ferzan Özpetek, ilk filmi “Hamam”dan itibaren tüm filmleri ile uluslararası düzeyde takdir gördü ve aralarında İtalya’nın en büyük sinema ödülü David di Donatello’nun da yer aldığı birçok ödül kazandı. Dünyanın önde gelen sinema festivallerine davet edilen Özpetek, Avrupa’nın en önemli yönetmenleri arasında gösteriliyor. “Mükemmel Bir Gün”ün orijinal müzikleri ise yönetmenin Cahil Periler ve Karşı Pencere filmlerinde de birlikte çalıştığı müzisyen Andrea Guerra’ya ait… Andrea Guerra Karşı Pencere’deki müzikleriyle David di Donatello ödülüne, Cahil Periler’deki müzikleriyle de İtalyan Müzik Ödülü Flaiano’ya layık görüldü.
Sevgi Fırtınası: Hayat Bazen Aşık Olmak İçin İkinci Bir Şans Verir!
21.10.2008

Sevgi Fırtınası: Hayat Bazen Aşık Olmak İçin İkinci Bir Şans Verir!

Richard Gere ve Diane Lane, romantik dram “Sevgi Fırtınası/ Nights in Rodanthe”de beyazperdede tekrar bir araya geliyor. Nicholas Sparks’ın çok satan romanından uyarlanan film, hayatınızın aşkını bulmakta daima ikinci bir şans olduğunu keşfeden iki kişiyi konu alıyor. Kocasının ihanetinin etkilerinden kurtulmaya ve onsuz bir hayat kurmaya çalışan bir kadın olan Adrienne (Diane Lane), eşinin eve dönmek istediğini öğrenir. Çelişkili hislerle paramparça olan kadın, eski bir dostunun Rodanthe’teki otelini hafta sonu için idare etmesi yönündeki ricasını bir kaçış fırsatı olarak görür. Orada, Kuzey Carolina’nın Outer Banks adı verilen bölgesindeki uzak bir noktada, Adrienne hayatını yeniden gözden geçirmek için gereken sükûneti bulacağını ummaktadır. Tatil sezonu bitmiştir ve otel, beklenmedik bir şekilde gelen tek konuğu, şehirli bir doktor olan Paul (Richard Gere) dışında kapalıdır. Uzun zaman önce kariyeri için ailesini feda etmiş biri olan Paul, Rodanthe’e zor bir yükümlülüğü yerine getirmek ve kendi vicdan azabıyla yüzleşmek için gelmiştir. Onlar, aynı çatıyı paylaşan iki yabancıdır. Ancak büyük bir fırtına yaklaşırken, huzur bulmak için birbirlerine yaklaşırlar ve etkileri ömürlerinin sonuna kadar devam edecek, hayatlarını değiştiren bir aşka yelken açarlar.
‘Çocuk Gelinler’in Öyküleri Film Oldu
21.10.2008

‘Çocuk Gelinler’in Öyküleri Film Oldu

Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivalini düzenleyen Uçan Süpürge, Almanya’nın tek kadın filmleri festivali olan Dortmund-Köln Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ile birlikte Aralık 2007’den beri “Çocuk Gelinler” adlı bir proje yürütüyor. Avrupa Birliği’nin Sivil Toplum Diyaloğu: Kültür Hareketi Programı çerçevesinde desteklenen bu proje; dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de yaygın olarak görülen erken yaşta ve zorla yaptırılan evliliklere dikkat çekerek bu soruna karşı farkındalık yaratmak amacı taşıyor. Proje kapsamında önce, Almanya ve Türkiye’de eşzamanlı olarak Sözsüz Kısa Film Sinopsis Yarışması açıldı. Yarışmaya katılan film öyküleri, her iki ülkede oluşturulan jüriler tarafından değerlendirildi ve bu değerlendirme sonucunda Almanya’dan 5 ve Türkiye’den 5 olmak üzere 10 katılımcı finale kaldı. Finalistler 2008 yılının Temmuz ayı boyunca Ankara’da Uçan Süpürge’nin konuğu olarak iki atölye çalışmasına katıldılar. ‘Senaryo Atölyesi’nde, Türkiye’den Aylin Eren ve Almanya’dan Bernadette Feiler yönetiminde, toplam 10 film öyküsü içinden jürinin belirlediği 2 öyküyü hep birlikte senaryolaştırdılar. Daha sonra ise yine Türkiye’den Leyla Özalp ve Almanya’dan Maren-Kea Freese yönetiminde ‘Yapım Öncesi’ ve ‘Yapım’ Atölyelerine katılan finalistler, seçilmiş olan 2 senaryoyu kolektif çalışmayla filme çektiler. Atölye katılımcıları, bu eğitmenler eşliğinde, film yapımı sürecinin bütün aşamalarını birlikte deneyimlediler ve profesyonel bir yapım şirketinin teknik desteğiyle 2 sözsüz kısa film yarattılar. Bu filmler; Almanya’dan Dennis Todoroviç’in aynı adlı öyküsünden çekilen “Nefes al, Alma, Nefes al” ve Türkiye’den Damla Köle’nin ‘Meme’ adlı öyküsünden çekilen “Beni Geri Çağır Hayat” adlı filmlerdi. Filmlerin dünya prömiyeri, 23 Ekim günü saat 19.00’da Ankara’da, Devlet Tiyatroları Şinasi Sahnesi’nde yapılacak. Bu özel geceye Almanya ve Türkiye’den çok sayıda siyasetçi, diplomat, sivil toplum kuruluşu ve resmi kurum temsilcileri, sinemacı, gazeteci ve sinemaseverlerin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da katılacak.
\'Altın Portakal\'lar Sahiplerini Buldu
20.10.2008

\'Altın Portakal\'lar Sahiplerini Buldu

45. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ödülleri, dün akşam düzenlenen törenle sahiplerini buldu. İşte Antalya’dan ödülle dönen film ve sanatçılar:     45. Antalya Altın Portakal Film Festivali Onur Ödülleri Sinema Başarı Ödülü - Hülya Avşar Onur Ödülü - Yılmaz Atadeniz Yıldırım Önal Anı Ödülü - Müşfik Kenter Sinema Emek Ödülü - Aydın Mesut Yurteri Festival Nişanı - Filiz AkınKültür Sanat Ödülleri Muhterem Nur, Eşref Kolçak, Yücel Çakmaklı45. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film YarışmasıEn İyi Film Pazar - Bir Ticaret Masalı / Ben HopkinsEn İyi Yönetmen Derviş Zaim / NoktaEn İyi Senaryo Pazar: Bir Ticaret Masalı / Ben HopkinsEn İyi Erkek Oyuncu Tayanç Ayaydın / Pazar: Bir Ticaret Masalı En İyi Kadın Oyuncu Nurgül Yeşilçay / Vicdan En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Volga Sorgu Tekinoğlu / Başka Semtin Çocukları - GitmekEn İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Övül Avkıran / Pandora\'nın Kutusu En İyi Görüntü Yönetmeni ve Kodak Ödülü Sahibi Zekeriya Kurtuluş / Vicdan En İyi Sanat Yönetmeni Türker İşçi / Başka Semtin Çocukları En İyi Müzik Mazlum Çimen / Nokta En İyi Kurgu Mustafa PrechevaEn İyi Ses Tasarımı ve Miksaj Kostasvi VariopiotisEn İyi Özel Efekt Burak Balkan / Üç Maymun En İyi Kostüm Tasarımı Zeynep SırlıkayaEn İyi Makyaj ve Saç Tasarımı Vesey Üsten / Vicdan En İyi Laboratuvar Fono Film - Gökten Üç Elma Düştü - VicdanDigiturk Behlül Dal En İyi Genç Yetenek Ödülü Aydın Bulut / Başka Semtin Çocukları Yurtiçi Kargo Dr.Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü Nokta - Derviş Zaim45. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Film YarışmasıEn İyi Kısa Film Gemeinschaft / Özlem Akın45. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film YarışmasıEn İyi Belgesel Adakale Sözlerim Çoktur / İsmet ArasanJüri Özel Ödülü Nefes - Cüneyt BirolSİYAD Jüri Özel Ödülü Hayat Var / Reha Erdem
Ölüm Yarışı: Özgürlüğe 3 Tur!
17.10.2008

Ölüm Yarışı: Özgürlüğe 3 Tur!

Yıl 1975… Roger Corman prodüktörlüğünde Ib Melchor’un öyküsüne dayanan, Emmy ödüllü Robert Thom tarafından senaryolaştırılan “Death Race 2000” yakın gelecekte geçen bir yarış filminin ötesinde çıkagelir. Her ne kadar zevksizliğin hakim olduğu sanat yönetimi olsa da, alt metni sağlam bir yarış bir filmi olarak öne çıkar. Söz konusu arabayla insan öldür, kap puanları ve birinci ol gibi gözükse de, aslında öyle değildir. Daha filmin başında bir dini görevli tarafından 20. Kez yapıldığını öğrendiğimiz “Geleneksel Kıtaötesi Karayolu Yarışı” yılın merakla beklenen şovudur. Sırasıyla 5 yarışmacı ve rotacıları tanıtıldıktan sonra, Amerikan Başkanı halkına seslenir. Yakın geleceğin Amerikan Başkanı, halkının yaşam standardını belirleyen bir diktatör olarak resmedilmiştir. Üstelik bayrak da değişmiş, yıldızların yerini yukarıya doğru yumruk yapılmış bir el almıştır. Yarış sadece yarış değildir. Amerika’nın özgürleşme fırsatıdır aynı zamanda. Keyifli ve absürt spikerin eşliğinde yarışmacılar tanıtılır. İki önemli yarışçı vardır içlerinde… Slyvester Stallone’un canlandırdığı Makinalı Tüfek Joe Viterbo ve Frankenstein… Viterbo en büyük rakibinden nefret eden bir yarışçıdır, Frankenstein ise adını yarışlarda paramparça olan vücudunun doktorlarca toplanmasından almıştır. Bu sebeple de bir maske ile yarışır. Kendi söylediği üzere “Çelik plakalar ve plastik yamalarla birleştirilmiş bir adam”dır. Yarışta puan toplamak demek öldürmektir. Arabaların önlerindeki aksamlarla öldürülen herkes puan demektir. En değerli puan 70 yaş üstü ve bebeklere aittir. Ama çok fazla ölüm sahnesi göreceğimiz anlamına gelmez bu durum. Aksine 5 yarışçı dışında da kahramanlarımız vardır. Başkana karşı direnen bir direniş örgütü ve onun başındaki Thomasina Paine’in de amacı Frankenstein’ı öldürmek ve yarışın son bulmasını sağlamaktır. Frankenstein’in co-pilotu da Paine’in torunudur. Zaman akar, etaplar geçer, yarışçılar birer birer ölmeye başlar. Bu esnada Frankenstein’in aslında bir sembol olduğu ortaya çıkar. Söz konusu maskenin altında öldükçe yerine geçen yeni yüzler vardır. Kazanan figür, yakın geleceğin kahramanından ibarettir Frankenstein. Yarışçıları öldüren direnişçiler olsa da, medya olayı Fransızlara mal eder. Direnişçilerle yapılan işbirliği sonucu Frankenstein, yarışın kazananı olarak tokalaşacağı başkanı öldürür ve yeni başkan olur. Siyasi sosla bezeli yarış filmi, bir sene sonra çıkan oyunu ile kült mertebesine ulaşmakta da gecikmez. Death Race 2000, ele aldığı konuların aksine pırıl pırıl güneş ve masmavi gökyüzü altında geçen bir yarıştır. Hemen hemen hiçbir karanlık sahne yoktur. Arabaların hepsinin üstü açık olması da cabasıdır. Yakın geleceği karanlık gösterse bile bu durumu sinema diliyle göstermeyip, alt-metinde işlemeyi tercih eder. Yıl 1994… İngiliz film yapımcıları Paul W.S. Anderson ile Jeremy Bolt dünya çapında üne kavuştukları “Shopping” adlı filmlerinde, yakın gelecekte geçen yarış tutkunu gençleri konu edinir. Esin kaynakları ise “Death Race 2000”dir. Paul W.S. Anderson, orijinal filmden aklında kalanları şu sözlerle anımsıyor: “İngiltere’de geçen gençlik yıllarımda Corman’ın filminin sıkı hayranıydım. Ailelerin görmemizi istemediği tipte bir filmdi. Çünkü her karesinde olağanüstü şiddet ve aşırı dozda çıplaklık vardı. Bu yüzden o filmi çok sevmiştim.” Corman ile 1994 yılında düzenlenen 7. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde “Shopping”in gösterimi sırasında tanışan yapımcı Bolt ile yönetmen Anderson, “Death Race 2000”in günümüz izleyicisi için yeniden çekilmesi fikri üzerinde konuşurlar. Ancak projenin tam anlamıyla şekillenebilmesi için aradan 14 yıl daha geçmesi gerekir. Günümüz izleyicisinin reality televizyon olgusuna aşırı ilgi duymasından esinlenen Anderson ve yapımcılar, filmin konusunun distopik yakın gelecekte geçmesine karar verirler. Reality TV olgusunun en ekstrem boyutlarını kullanmak suretiyle yarışçıları gladyatör tarzı bir mücadeleye girmek zorunda bırakılan mahkumlara dönüştürürler. “Mortal Kombat”, “Resident Evil” ve “Alien vs. Predator” ile oyunların peliküle aktarımı konusunda ustalığı tescilli Yönetmen Paul W.S. Anderson, “Event Horizon” ve “Soldier” ile bilimkurgu ve aksiyon konusundaki yeteneklerini sergilemişti. 14 yıllık rüyası söz konusu olduğunda işi kimselere bırakmamış. Senaryoyu da kendisi kaleme almış. 2012 yılında heryerden ve her şeyden uzak bir hapisanede kurmuş bütün öyküsünü. Uzak gelecek konusunda ise hayli karanlık bir öngörü sunmakta. “Günümüzün dünyasına kıyasla daha sert ve acımasız bir dünya vardır. Ama o dünyayı bugünden de hissedebiliriz. ‘Death Race’ projesine yol açan etkenlerin başında suç oranlarının patlama yapması ve reality televizyon olgusunun hızla büyümesi gelir. Dokuz yarışçı ölümüne bir yarışa girişirler. Onlar günümüzün gladyatörleridir, yarış pisti de günümüzün kolezyumudur. Bu aksiyon-gerilim filmi, Corman’ın klasik yapıtından hayli farklıdır ama değişmeden kalan bir şey vardır: Favori yarışçılarının rakiplerini katletmesini seyredenler, ortalık kan gölüne döndükçe tıpkı arenadaki seyirciler gibi mutlu olurlar.” Sözleriyle açıklıyor Anderson tercihlerini… Film bir yarışın son sahnesiyle açılır. Frankenstein öndedir ve kurşun yağmuru altında yarışı bitirmek uğruna canını düşünmeden gaza basar. Arabanın patlaması sonrası, iflas etmiş bir fabrikadan maaşını alan bir adam karşımıza çıkar. Jensen Ames, bir duş sonrası mutfağa indiğinde oyuna gelir. Gözlerini açar, karısı ölmüştür ve elinde bıçak, polislere bakmaktadır. Görüntülerle uyumlu, doğru seçilmiş müziklere hapisanenin yolunu tutan James, aslında eski bir yarışçıdır. Zaman kaybetmeden Hapishane Müdiresi Hennessey tarafından maskenin altında olması teklifine, kazanırsa özgür olacağı vaadi ile boyun eğer. 3 etaplık yarış sonunda hayatta kalan kazanacaktır. Kuralların olmadığı bu “Ölüm Yarışı” öde-izle sistemi ile dünyanın her yerinden izlenen bir şovdur aynı zamanda. 50 milyonu aşkın izleyicinin gözleri önünde gelişen yarış sırasında Anderson tercihini her şeyi göstermek, karakterleri tanıtmak, yan hikayeler yaratmaktan yana kullanmıyor. Mad Max’in öngörüsünü paylaşan arabalar ile yarışçılarına odaklanırken bile sadece ikisini önemsiyor. Frankenstein ve Makineli Tüfek Joe Mason arasında adeta bir dülleo bu. İkisi de özgürlüklerine giden birinciliğin peşindeler. Yönetmenin bilinçli tercihi gereğince, hikaye hiç dallanıp budaklanmıyor. Arabalar sürülüyor, çarpışma ve patlama sahneleri eşliğinde izlenen 3 etaptan oluşan bir şov beyazperdeye yansıyor. Karakter tanıtmak, yan öyküler yaratmak, belli bir olay örgüsünü anlatmak gibi bir derdi olmayan Anderson, sadece izleyiciye bir şov izletme peşinde belli ki. Bu yolda oyunculuklara bile gerek olmuyor. Aksiyonun yeni yüzü Jason Statham’ı merkeze yerleştirmişken, tüm taşlar yerine oturmuşken, seyirciye tüm beklediğini veren bir yarış yaratılıyor. Bu fikri doğrulayan sözler için oyuncuların röportajlarına göz atmakta fayda var. Makineli Tüfek Joe rolünde kamera karşısına geçen Tyrese Gibson, mekanların son derece gerçekçi olması nedeniyle kendilerini hapishanede gibi hissettiklerini söyleyerek izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Aslında öyle bir ortamda oyunculuk gücüne bile gerek yoktu. Çevremize bakınca sadece eski ve büyük duvarlar, dış dünyayla aramıza set çeken tel örgüler görüyorduk. Kendimizi sürekli hapishane avlusunda gibi hissettiğimiz için rol yapmamıza dahi gerek kalmıyordu. St. Vincent hapishanesinin koğuş gibi iç mekanları artık çürümeye yüz tuttuğu için oralarda çekim yapmak tehlikeliydi. Bu nedenle Terminal Adası’ndaki iç mekanlarla ilgili çekimler için Pointe St. Charles’taki depolara gittik.” Jason Statham yaşadığı deneyimi ve beklentilerini şu sözlerle dile getiriyor: “Ortaya çok adult formatta bir eğlence ürünü çıkarttığımızı düşünüyoruz. Açıkçası böyle bir film benim kişisel beğenilerime tam anlamıyla uydu diyebilirim. Hapishane var, soluk soluğa araba yarışları var, ölümüne mücadele var, bir aksiyon filminden daha fazla ne isteyebilirsiniz?” Aslında daha fazla söze gerek yok, Statham’ın da dediği gibi beklenen her şey mevcut. Görmeniz gerekenden fazlasını görmeyeceğiniz, yan hikayelerle zaman kaybı yaratmayan, oyalamayan, zamanın su gibi akacağı bir aksiyon var karşınızda, hemde beklentileri karşılayan bir finalle… “Death Race” ile ilgili son sözleri ise, yönetmen Anderson söylüyor: “Bu filmi yaparken ‘Death Race 2000’in sıradışı tonuna sadık kalmak istedim. Ancak bunu yaparken ucuzluğa ve bayağılığa kaçmamaya özen gösterdim. Daha ciddi bir öykü anlatmak istedim. Ortaya çıkan yapıtı ürkütücü olarak niteleyenler olacaktır ama içerisinde herşeye rağmen bir miktar komedi de vardır. Çok farklı bir film yaptım ama içinde çok az toplumsal yorum da vardır. Tıpkı orijinal ‘Death Race’ta olduğu gibi…”
Kod Adı: JCVD Gösterime Girdi
17.10.2008

Kod Adı: JCVD Gösterime Girdi

Jean-Claude Van Damme olmak zor olmalı! Tabi, uluslararası tanınan bir ünlü (muhtemelen dünyanın en ünlü Belçikalısı) ve artık, geçmişindeki sadece video için çekilen filmlerle şöhretine biraz da gölge düşmüş bir süperstar. Sürpriz dolu bir kariyer hamlesiyle Van Damme, JCVD’de, tüm zaaflarını gözler önüne serme cesaretini gösterip kendisini canlandırıyor.  Şöhretin doğasının yarattığı bu aksiyon komedi göz kamaştırıyor. Van Damme’ın mali endişelerinin yanısıra başı bir de, kızının velayet davasında, çekmiş olduğu filmlerde yarattığı saldırgan karakterlerin kendisini iyi bir baba figürü olmaktan uzak tuttuğunu iddia eden avukatlarla  da belada. Biraz olsun rahatlamak isteyen Van Damme, yarattığı yenilmez efsanenin hala tamamen yokolmadığı aile yuvasına, Belçika’ya döner. Para transferi yapmak için postaneye giden Van Damme, başrolünü oynadığı filmlerin senaryolarını aratmayan bir hikayenin içinde bulur kendini. Bir soygunun ortasına düşmekle kalmaz, üstüne üstlük bir de rehin alınır. Ancak polisin değerlendirmesi bambaşka olur. Polis, yaşadığı kaostan bunalan süperstarın artık kafayı yediğini ve postaneyi soymaya kalktığını zanneder. Bir anda suçlular ve rehine yer değiştirir. Diğer tarafta ise ünlü aktör, başına dayanmış silahın gölgesinde; göz yaşlarına boğulmuş, çelişkiler yaşayan, umutları olan sıradan bir insana dönüşmüştür. Ya yarattığı efsane? Yeniden ayağa kalkabilecek midir? Mabrouk El Mechri’nin son derece keyifli bu aksiyon komedisinde Van Damme, Spike Jonze’nin John Malkovich Olmak filminde yarattığına benzer bir atmosferde, son derece dramatik bir karakter çiziyor. Şaşırtıcı derecede eğlenceli ve sürprizlere dolu olan JCVD, emekliliği yaklaşmış bir ekran kahramanın yaşadığı zorlukları, gerçek hayatın içinden çıkarıp perdeye taşıyor.Jean Claude Van Damme Hakkında 1960 Ekim’inde Brüksel, Belçika’da doğan Jeean-Claude Van Varenberg’in çocukluk ve gençlik yılları aynı şehirde geçti. Okul yıllarında spora olan düşkünlüğü dikkat çeken Jean-Claude’u babası, karate hocası Claude Goetz ile tanıştırdı. Yıllar süren çalışmalarında Jean-Claude zaman zaman bunalımlar yaşadıysa da karate her zaman hayatının en önemli parçası oldu. 1979’da takımıyla beraber Avrupa Şampiyonası’nı kazandıktan sonara, Wako, Florida’daki Dünya Şampiyonası’na katıldı. Amerika’dan oldukça etkilenen Jean-Claude gerçek başarının çok sıkı çalışmakla kazanıldığına ikna oldu. Dünya Şampiyona’sında ikincilik alan Tuegels’e yenilen sporcu, zorlu bir antreman sürecinin ardından bir kaç ay içinde yeniden Tuegels’in karşısına çıktı ve 2 dakikadan kısa bir sürede hem maçı, hem de intikamını aldı. Takip eden yıllarda sık sık Amreika’ya gidip gelmeye başlayan Jean-Claude, vücut geliştirme sporuna devam etmesine ve Brüksel’de ünlü bir salon açmasına rağmen gerçek rüyasından vazgeçmedi, Sinema! Sinemaya giden yolun Hollywood’tan geçtiğini bilen Jean-Claude, 1982’de Los Angeles’ta yaşamaya başladı. Tek keliğme İngilizce bilmiyordu ve adının telaffuzu çok zordu. Artık Van Damme kimliğiyle yaşamaya başlayan sporcu, hayatını idame ettirebilmek için taksi şoförlüğünden dans öğretmenliğine bir çok farklı işte çalıştı. Dört yıl boyunca bu şekilde yaşamaya devam etti ve asla fırsatın ayağına gelmesini beklemedi. Kapı kapı dolaşıp ünlü yapımcılar ve Stallone, Scwarzenegger, Chuck Norris gibi aktörlerle tanışmaya çalıştı. Missing in Action, No Retreat No Surrender gibi filmlerde rol kapmak, Van Damme’ın düşlerinin yanında çok hafif kalıyordu. Ve günü birinde hayatının en riskli hamlesini yaptı! 1986 yılında, Hollywood’un ünlü yapımcılarından Menahem Golan’ın akşam yemeğini bitirmesini bekledi ve çıktığı restoranın kapısında kendine küçük bir karate hamlesi yaptı. Sahneden etkilenen yapımcı Van Damme’ı ertesi gün ofisinde beklediğini söyledi.  6 saat bekleme odasında ter döken Van Damme, Golan’ın odasından elinde Bloodsport’un (Kan Sporu) senaryosuyla çıkar. Bütçesi düşük olan film yapımcıyı tatmin etmez ve sadece videoya çıkmasına karar verilir. Bunun hayatının fırsatı olduğunu düşünen aktör ise pes etmez ve kendi başına yeniden kurguladığı filmi, hiç reklamsız sinemaya çıkması için yapımcıyı ikna eder. Kan Sporu dünya çapında inanılmaz bir başarı yakalar ve Van  Damme yarattığı stille gerçek bir aktöre dönüşür. Aktör aynı dönemde bir başka mutluluk da yaşamaktadır, oğlu Kristopher dünyaya gelir. Kan Sporu’nun ardından Van Damme’ın gerçek anlamda aktörülük kariyeri başlar; 1988’de Black Eagle, ertesi yıl Cyborg, 1990’da With Full Contact ve Death Warrant, 1991’de ikiz kardeşleri canlandırdığı Double Impact, 1992’de Universal Soldier, 1993’de Nowhere to Run ve Hard Target, bir yıl sonar Timecop, Street Fighter ve Sudden Death. 1996’da Monako’ya yerleşen aktör kendi şirketini kurar. Yapımcılığını üstlendiği Maximum Risk, Double Team, Légionnaire ve Knock Off kendisine istediği başarıyı kazandırır. 1999’daInferno ve Universal Soldiers 2 ile Van Damme artık tam anlamıyla bir sinemacı olduğunu kanıtlamıştır.
İpek Yolu Film Festivali Roma’da!
17.10.2008

İpek Yolu Film Festivali Roma’da!

Sinemalar.com’un internet sponsorluğunu üstlendiği Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali, genç sinemacıların ilk filmlerinden, büyük ustaların merakla beklenen son filmlerine,  canlandırma sinemasından komediye, geniş bir yelpazede, 100’e yakın filmi 28 Kasım – 4 Aralık 2008 tarihleri arasında Bursalı izleyicilerle buluşturuyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen, zengin programı ile dünya sinemasının seçkin örneklerini Bursa’ya taşıyan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali, gösterim şansı bulamayan kaliteli filmleri ülkemizde sinemaseverlerle buluştururken, diğer yandan Türk filmlerinin yurtdışında gösterimi ve tanıtımı için, yurtdışı film festivalleri ile işbirliğine girişiyor. Bu yıl ilk kez hayata geçirilen yurtdışı film festivalleri işbirliği çerçevesinde, festivalin ‘İpek Yolu Üzerinden: Bosna-Hersek’ bölümünde gösterilecek olan seçki, yönetmenliğini Mirsad Purivatra’nın yaptığı “Saraybosna Film Festivali / Sarajevo Film Festival” tarafından oluşturuldu. “Saraybosna Film Festivali” ile birlikte hayata geçirilen, yurtdışı film festivalleri işbirliği, “Roma Film Festivali / Festival Internazionale Del Film di Roma” ile devam ediyor. Bu yıl üçüncü yaşını kutlayan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali, kendisi gibi genç bir festival olan ve İtalya’nın başkenti Roma’da 22-31 Ekim 2008 tarihleri arasında üçüncü kez düzenlenen “Roma Film Festivali” ile yapılan işbirliği çerçevesinde, festival film programında yer alan‘Grand Tour’ başlıklı bölümünün seçkisini oluşturdu.Roma Film Festivali’nin ülkeler arası köprü oluşturmak ve diğer ülke sinemalarının bağımsız örneklerini, gezici festival konsepti ile izleyiciye ulaştıran ve festival öncesi başlayarak aynı zamanda sonlandırdığı ‘Grand Tour’ bölümünde bu yıl konuk ülke olarak Türkiye seçildi. Roma’nın birçok bölgesinde gösterilecek olan filmler Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali tarafından belirlendi. Türk filmlerinin toplu gösteriminin yapılacağı ve 17 Ekim 2008 Cuma günü Ahmet Uluçay’ın 2004 yapımı “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmi ile başlayacak olan ‘Grand Tour’ gösterimlerinde sırasıyla: Cem Yılmaz’ın Ali Tamer Baltacı ile birlikte yönettiği “Hokkabaz” (2006); Ezel Akay’ın “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” (2006);  Barış Pirhasan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Adem’in Trenleri” (2007); Turgut Yasalar’ın “Sis ve Gece” (2007) ve Özer Kızıltan’ın “Takva” filmleri gösterilecek. Gösterimler 22 Ekim 2008 Çarşamba Aren Perdeci’nin “Yanlış Zaman Yolcuları” filmi ile noktalanacak.
Ahu Türkpençe Özel Röportajı
14.10.2008

Ahu Türkpençe Özel Röportajı

Bu hafta vizyona giren “Dinle Neyden” filmini, bir grup davetli ve basın mensubu arkadaşlarımız ile birlikte, 9 Ekim Perşembe günü, Finansbank AFM Cepa sinemalarında düzenlenen Ankara Galası’nda izledik. 1798 Osmanlı-Fransız savaşının yaklaştığı günlerde, iki ülke arasında barış sağlamak umuduyla, ilerleyen hastalığına rağmen tüm siyasi ve insani ilişkilerini devreye sokan, eski Osmanlı Paşası Nuri Dede Efendi’nin gösterdiği kararlı mücadelenin konu edildiği film; yaşanan gelişmelere bizzat tanık olan genç bir Mevlevi Dervişi’nin anlatımıyla beyazperdeye aktarılıyor. “Dinle Neyden”in yönetmen koltuğunda ise Venedik Film Festivali’nden ödüllü bir Fransız, Jacques Deschamps oturuyor. Osmanlı’ya ait unsurların, Fransız bir yönetmenin bakış açısıyla filme yansıtılması, seyircinin göz zevki açısından tatmin edici sonuçlar doğurmuş. Deschamps’ın yönetmenliğinde, Fransız estetizminden izler bulmak mümkün. Görsel açıdan keyifli bir seyir vaad eden “Dinle Neyden”, hikayenin özüne yerleştirdiği Mevlevi felsefesi ile de, ‘insan’a dair birçok gerçeği, filmde ‘anlatıcı’ görevini üstlenen Mevlevi Dervişi Halilcan’ın sesinden öğretiler eşliğinde sunuyor seyircisine.        İki yıldır üzerinde çalışılan “Dinle Neyden” filmi hakkında değerlendirmelerini almak için mikrofonumuzu, filmin başrol oyuncularından Ahu Türkpençe’ye uzattık ve Türk seyircisinin “Azad”, “Bir İstanbul Masalı” ve “Şöhret” gibi televizyon dizilerinden tanıdığı başarılı oyuncu ile son filmi “Dinle Neyden”den yeni dizisi “Karamel”e uzanan keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sinemalar.com: Öncelikle “Dinle Neyden” projesine nasıl dahil olduğunuzu merak ediyorum.Ahu Türkpençe: Yapım şirketinden arayıp senaryoyu okumamı istediler. Sonra da beni audition’a çağırdılar. Audition’a gittiğimde, Jacques da (yönetmen) oradaydı. Ve orda çok farklı birşey yaptı Jacques. Beni çok ayrı bir havaya soktu. Oyuncusuna çok farklı bir şekilde yaklaşıyor Jacques. Motive olduktan sonra da, o rol alıp başını gidiyor...Jacques Deschamps’ın yönetmen olarak tarzından etkilendiniz sanırım. Evet, Jacques ile çalışmayı çok istedim ve olunca da çok sevindim. Jacques’dan çok şey öğrendim. Aslında benim projeyi kabul etmemin en önemli sebebi Jacques Dechamps. Çok merak ettim şimdi Jacques Deschamps’ın nasıl bir tarzı olduğunu. Hani biz hep deriz ya; “daha doğal olsun, daha minimal olsun”. Onun da ötesinde birşey yapmaya çalışıyor. Aslında tarif de edemiyorum. Bunu ancak oynarken ya da izlerken hissedebilirsiniz. Şu ana kadar çalıştığınız diğer yönetmenlerden daha mı iyi Jacques Dechamps? Aslında sonuç aynı. Sadece yöntemler farklı. “Daha iyi” ya da “daha kötü” gibi bir ayrım yok ortada. Farklı bir yöntem kullanıyor Jacques. Ben film boyunca hep bu yöntemi kullanarak oynadım sahnelerimi ve benim için çok özel bir deneyim oldu. Bu yöntemi anlamak için filmi izlemek gerek. “Dinle Neyden” nasıl bir film?
Aşkın Peşinde: Yakılamayan Ağıt!
14.10.2008

Aşkın Peşinde: Yakılamayan Ağıt!

Sinemaya reklamcılıktan geçen isimlerden Isabel Coixet’in yönetmenlikteki 20.yılı Hollywood transferi ile taçlandı. Tarih mezunu yönetmenin sonunda sinemaya düşen yolda Barcelona Üniversitesinde 18. ve 19. Yüzyıl tarihi okumasının izlerini filmlerindeki görselliğinde bulmak mümkün. Uluslar arası alanda tanınmasını sağlayan Pedro Almadovar destekli roman uyarlaması “My Life Without Me (Bensiz Hayatım)” ile 2003 yılına iz bırakırken, iki yıl sonra yazıp yönettiği “The Secret Life of Words” ile 2005’in en iyi filmine imza atarken toplam da 21 ödülle de başarısını tescilledi. Genel olarak, kamerasını hikayesini anlattığı kişilere doğrulttuğunda yakaladığı başarı ile ön plana çıkan Coixet “Elegy”de yine bir roman uyarlamasına girişiyor. Usta yazar Philip Roth’un “Dying Animal” adlı romanını senaryolaştıran isimse Nicholas Meyer. Meyer son Roth uyarlaması “The Human Stain (İnsan Lekesi)”nin senaryosuna da imza atmıştı. Genelde zor okunan romanlara imza atan, özdeşleşilmesi zor olan sevimli yanı pek olmayan karakterler barındıran Roth romanlarının başına gelen yine aynı elbette. Yine serbest bir uyarlama söz konusu. Karizmatik profesör David Kapesh, bağlanma korkusu yaşayan bir adam olarak karşımıza geliyor. Filmin açılış sahnesi olan Tv röportajında Püritenler hakkındaki konuşmasıyla tanımaya başladığımız bu bilen adam, hemen arkasından yaşlılık üzerine sağlam referanslı sözlerle karşılıyor izleyiciyi. Bir anda arkası arkasına yaş sorgulamasına girişiyor film. “Yaşlılık arkanızdan iş çevirir” ve “İnsanlar hangi yaşa göre davranmalıdır” sözleriyle filmin ana hatları da belli oluyor. Kapesh, yaşadığı anları ve hissettiklerini seyirciye vermek üzere anlatıcı olarak filme yön veriyor. Bir erkek filmi olarak, onun gözünden her şeyi görmemiz isteniyor. Consuela karşısına çıkana kadar kimseye yaklaşmamaya özen gösteren profesör, bir anda kendini ilişkinin içinde buluyor. Yönetmenin tarih bilgileriyle bezeli anlarda bol bol İspanyol ressam Goya’nın adı geçiyor, resimlerinden biriyle Consuela da cabası. Consuela ve Kapesh arasındaki ilk sevişme sahnesinde tutkuyu çok güzel aktaran yönetmen Coixet, hemen ardından daha uzun bir planla bu tutkuyu kendi eliyle bozuyor. Aralarında 30 yaş fark olan çiftin arasındaki diyaloglarda hayli ilginçleşiyor. “En az 50 kadınla yatmışsındır, oysa ben 5 kişiyle oldum…” cümleleriyle başlayan yatakta geçen sahne gibi birçok sahne de bir engele takılıyor. O engel de inanmadıkları halde inanmış gibi oynayan Cruz ve Kingsley’e ait. Kingsley zaten her zamanki gibi klişe bir oyunculuk sergiliyor. Ama bu kadar düz bakan, tutkudan yoksun bakışlar, duygu katılmamış replikler sonrası Cruz ne kadar çabalasa da boşa ağlıyor. Ben Kingsley’in başka filmden gelen bir karaktercesine role hiçbir şey katmadan yaşanan aşka inanmak da zor elbette. Doğal olarak Penelope Cruz ne kadar çabalasa da olmuyor. Böyle bir filmde, özellikle de Philip Roth uyarlamasında zaten taraf tutmadan sevabıyla günahıyla işlenen karakterler söz konusuyken, “Göğüslerine tapıyorum” “Yüzün bir sanat şaheseri” başta olmak üzere benzeri replikler varken düz oyunculuklar hiç çekilmiyor. Çiftin arasındaki tutku ilk başta yaşanan kısa sevişmeden öteye de gidemiyor. Yönetmen ve oyuncuların film hakkında verdiği röportajlarda tam aksini gösteriyor oysaki.. Yönetmen Coixet “‘Bence o -Kingsley- hayatımda gördüğüm en şahane gözlere sahip. Hatırlıyorum bir gün… çok basit bir sahne. Ben konyak dolduruyordu ve iki bardakla Penelope’ye doğru ilerledi. Kameranın arkasında durmuş şöyle düşündüm: Bunlar gerçekten de aç gözler… Onu gözleriyle yiyor gibiydi.” Coixet daha sonra Kingsley’e o sahne esnasında neler düşündüğünü sormuş. ‘Ölümümü düşünüyordum’ cevabını almış. Kingsley’in yanlışı da ölümünü düşünmek yerine aşkı düşünmemesi oluyor. Gariptir Kingsley: “…çünkü bu gezegeni -bu lanet olası şovu- bir arada tutan tek şey aşk. Bu işbirliği içinde harcanan efor kadın ve erkek arasındaki aşkın tanımlanabilmesi ve sorgulanması için.” diyor ama bu sorguyu Kepesh karakterine yediremiyor. Başlayan ilişkisini yaşamak, tadını çıkarmak yerine, nasıl olsa bitecek düşüncesiyle azap çeken, yalnızlığına iyice gömülen Kepesh’in ayrıldığında yaşadıkları doğal olarak inandırıcı gelmiyor. Üstelik ayrılık sonrası film sıradan bir “yaşlı ve yalnız adam” filmine dönüşüyor. Bol bol klişe barındırıyor. Arada bir arkadaşı George ile yaptığı konuşmalar sırasında da filme bir şey eklemeyen felsefe muhabbetleri dönmekte. “Güzel kadınlar görünmezler. Güzellik kalkanı içini görmemizi engelliyor” sözü sarfedilsede ilişki de sorunun nedeni güzelde değil, yaşlı da… Tüm bunlar olurken Profesörün oğlu Kenny devreye giriyor. Kenny sayesinde öğrendiklerimiz de David’in oğluna hiç baba olamadığı oluyor. Ama konuşulan ve sorgulanan evlilik ve aldatma oluveriyor. Hem oğlu, hem de arkadaşının sorunlu evlilikleri ve aldatmalarıyla klişe bir ortayaş bunalımı filmi çıkıyor ortaya. George’un karısının “olduğu gibi davrandığı için onunla gurur duyuyorum” dediği bir dünya profili var önümüzde. Olduğu gibi davranamayan Kepesh, Consuela’nın sevgilisi David olamıyor bir türlü. Profesör Kepesh olarak davranmaya çalışıyor. Ayrılık sonrası gelen klişe sorgulamalara bir de Kepesh’in sadece cinsellikten ibaret ilişki yaşadığı, uzatmalı ilişkisi de katılıyor. Sonuç olarak ilişki de aslında olgun olan Consuela oluyor. Kepesh’se bağlanmaktan değil, olgunlaşmaktan korkan biri aslında… Tümüyle bakıldığında filmin iki ismi de son derece anlamsız kalıyor. “Aşkın Peşinde” filmin anlatmak istedikleriyle son derece alakasız kalıyor. Kimse aşkın peşinde koşmuyor zaten. Herkes elindeki aşkı sorguluyor, olgunlaşmayı sorguluyor. “Dying Animal” yerine “Elegy (Ağıt)” adını filme veren Yönetmen Coixet belli ki 1960 doğumlu olması sebebiyle aynı sancılardan geçiyor. Ama filmini fazlaca kişiselleştirmiş görünüyor. Ortayaş bunalımı klişesi bir yana, filmde kime ve niçin ağıt yaktığı da belli değil zaten. Başından sonuna konu bütünlüğü olmadığı seyircinin yakamadığı ağıdı, birkaç piyano tınısında yakmaya çalışsa da olmuyor, olamıyor…
Cinnet: Şehirden İndim Köye!
13.10.2008

Cinnet: Şehirden İndim Köye!

İnternetten film indirenlerin yaklaşık bir sene önce izlediği, korsan dvd satanların artık eski film gözüyle baktığı “Timber Falls” nihayet gösterimde. Aslında yaz vizyonunda gösterime girse şu anki gibi garip bir durum oluşmayacaktı. Korku filmlerinin en kötüsünün bile kemik izleyicisi bulunmakta. Ama bu durumu gözeterek vizyona girecek filmin bu tür korsan piyasada ulaşılabilir olması konusunda küçük de olsa bir bilgi sahibi olunması gerekiyor artık. Korsan piyasada bugün itibariyle eskimiş sayılan bir filmin, yeni sezon arifesinde gösterime girmesi de hayli ilginç bir durum oluyor bu yüzden. 1995’de Sam Raimi’nin enteresan westerni “Hızlı ve Ölü” ile asistan olarak sinemaya adım atan Tony Giglio’nun imzasını taşıyan film, vizyona girmekten çok dvd için üretilmiş film havasında kendini bilen bir yapım aslında. Almanya ve Amerika’daki iki festivalde gösterimi yapılıp, ortalama eleştiriler aldıktan sonra Şubat ayında DVD olarak piyasaya sürülmesinden de bunu görmek mümkün. Katıldığı festivallerde aldığı herhangi bir ödül falan da yok. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın onca film dururken “Timber Falls”ın vizyona girmesi enteresan bir seçim. Gelelim film ekibine… Yönetmen Tony Giglio’nun öyküsünü senaryolaştıran isim Daniel Kay 6 yıllık aradan sonra yazdığı ikinci senaryosuyla pek bilinen bir isim değil. Son olarak 2005’de 10 dakikalık kısa bir müzikale imza atmış, iki film yönetmiş bir isim Kay. Yönetmen Tony Giglio ise beşinci filmiyle karşımızda. İlk filmi “Soccer Dog: The Movie” olan Giglio sürekli türler arasında gezinen genel bir sinema dilini henüz oluşturmamış bir isim. En bilinen filmi kalabalık oyuncu kadrolu “Chaos”da bir nebze de olsa suç aksiyonuna eklediği gerilimle bir parça ön plana çıkmış olan Giglio, Timber Falls söz konusu olduğunda temel çıkış noktasının Tobe Hooper’ın hala aşılamamış 1974 tarihli klasiği “The Texas Chainsaw Massacre” olduğunu belirtiyor. Dönem itibariyle şehir züppelerinin küçük kasabalarda yaşadığı gerilim türünün zirve noktası olan filmden beslenmek dışında benzeri filmlerin klişelerinden de beslenmiş olduğunu görmek için de sinema profesörü olmak gerekmiyor. Yine de Giglio’nun filminin yüzlerce benzeri arasından sıyrılıp ön plana çıkmasının sebebi de tastamam bu. Amerikan toplumunun en belirgin farkı olan Taşralı ile Şehirli ayrımından çok iyi şekilde yararlanıyor film. Çıkış noktasını doğru seçiyor. Amerikanın Başkanını seçmeye hazırlandığı dönemde daha net görebileceğiniz ayrım Demokratlar-Cumhuriyetçiler farkı olarak özetleyebileceğimiz bir fark. Burdan bize çok gelişmiş olarak görünse de Amerika’da halen iki farklı yaşam süregeliyor. Büyük şehirlerde yaşayan insanlar gündelik ilişkiler arayan, dinine pek bağlı olmayan tamamen özgür bir yaşam sürdürüyor. Arada bir sıkıştıklarında günah çıkarmak ve evlenmek dışında kliselere pek uğramayan yeni nesil bir yaşam sürdürüyorlar. Macera aramak üzere, eğlenmek üzere taşraya indiklerinde ise farklılıkları her yönden sırıtıyor. Küçük kasaba insanlarının yaşamları ise hala dini yaşam gereklilikleri üzerine kurulu… Çok serbest bir yaşam sürmeden, her şeyden uzak bir şekilde konservatif bir hayat sürdürüyorlar. Amerikan taşralarında süren yaşamın merkezinde kliseler ve dini öğretiler yer alıyor. Pazar günlerini düzenli olarak klisedeki ayinlere ayıran, pederlerin gelen gidenlerin adeta yoklamasını aldığı taşra yaşamının sakinleri yaşadıkları hayatın çok uzağındaki şehirliyle karşılaştıklarında ortaya çıkan belirgin fark da korku filmlerinin merkezinde yer alan konulardan biri oluyor. “Timber Falls”da bu yolun yolcusu oluyor. Onca korku filmleri dururken vizyona girmesinin temel sebebi de bu zaten. Genç bir çiftin aradığı macerayı taşrada bulması üzerine yaratılan gerilimde Türkçe adındaki “Cinnet” pek fazla yer almıyor. Zaten filmin adını “Cinnet” yapmak çok fazla iddalı olmuş. Genç bir çiftin, dağda geçirdikleri bir haftasonu tatili cehennemi bir seyahate dönüşür… Kendilerini dengesiz yöre sakinlerinin gizlice planladıkları kumpasların ve garip olaylar dizisinin içinde rehin olarak bulurlar… Mike (Josh Randall) ve Sheryl (Brianna Brown) Batı Virgina’nın sarp ve kayalık dağlarında çadırlarını kurarlarken, başlarına gelebilecek en kötü şeyin böcekler olduğunu düşünürler. Karşılacakları olayların bir kabus olduğundan haberleri yoktur… Sheryl ortadan kaybolur… Mike ormanda tek başına Sheryl’ı ararken yardım edebileceğini söyleyen ürkütücü bir kadınla karşılaşır… Mike aslında en son ihtiyacı olan şeyin bu kadının yardımı olduğundan habersizdir… Korkunç bir dizi olaydan sonra Mike Sheryl’ı bir kulubenin duvarları mumlar ve haçlarla kaplı bodrum katında bir masaya bağlı olarak bulur… Açılışını Otel başta olmak üzere benzeri kanlı vahşet filmlerden ödünç alan “Timber Falls”, yine son dönem korku klişesi olan kısa bir açılış sahnesiyle, bakın olay bu şimdi yeni kurbanlar gelecek ve aynı şeyleri yaşayacak öngörüsüyle açılıyor. Taşralı ile Şehirli arasındaki fark ormanda sevişen çiftin kasaba gençlerince basıldığı, küçük çaplı gerilimin yaşandığı sahnede hemen ortaya çıkıyor. Taşralı gençlerin sevişen çifte yukardan bakarak, aşağılaması, onlarla oynaması filmin ana merkezi hakkında bilgi veriyor hemen… Sonrası daha vahim elbette… Kafayı dinle bozmuş bir kadın evlenmemiş olan çiftin kasabalarında dilediğince sevişmesine tepkisini koyuyor. Zaman ilerledikçe elebaşı olduğunu görmemizin sürpriz olmadığı kadının, ekipçe çiftin üzerine gitmesi, kanlı sahnelerin olması sürpriz değil elbette. Sürpriz olan fark yaratan çifti evlenmeye zorlaması, bunun için kapalı tuttukları yerde tam teşekküllü bir düğün hazırlığı yapması, zorla evlenmelerini sağlamaya çalışması. Tümüyle bakıldığında vasat bir film olan “Cinnet” sadece belirgin farkları görmemizi sağlayan alt metniyle aradan sıyrılabilen, kendi çapında izlenilebilirliği olan, pek ürkütmeyen ama yine de sonuna kadar izleyicide uyandırdığı merak duygusuyla sürükleyen sıradan film olarak kalıyor…
Babil M.S.: Gezegeni Kurtar! Çocukları Kurtar!
13.10.2008

Babil M.S.: Gezegeni Kurtar! Çocukları Kurtar!

1978’de henüz 11 yaşında iken oyunculuğa başlayan Mathieu Kassovitz, 1990-92 arasında biri ödüllü 3 kısa filmle başladığı yönetmenlik alıştırmasını, ilk uzun metrajı Métisse (1993) ile Paris Film Festivalinde iki ödül alarak yapmış oldu. 1995 yılında ise “La Haine” ile başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa’yı sallayarak kendini kanıtlarken, saygın yönetmenler kulübü adaylarından biri olarak anılmaya başladı. Dile kolay, siyah-beyaz çektiği filmde, Fransa’nın varoşlarında yaşananların röntgenini çekmiş bir başyapıt ortaya çıkarmıştı, hem de sessiz sedasız. Filmin başta Cannes film festivalinden En İyi Yönetmen dahil 8 ödül alması da bu çıkışın zirve noktası oldu. Herşeye rağmen Mathieu Kassovitz’i sinemaseverlere hatırlatmak için “Amelie”nin sevgilisini oynayan çocuk demek gerekiyor. “La Haine” sonrası 92’de çektiği kısa filmi “Assassin(s)”i uzun metraja çevirdiği suç draması ile küçük çaplı düşüş yaşayan yönetmenlik kariyeri popüler sinema örnekleri ile devam etti. Yine bir roman uyarlaması olan Kızıl Nehirler ve görece başarısız bulunan korku filmi “Gothika” ile yönetmenliğe 5 yıllık bir ara verdi. Yönetmenliğe verdiği arada ise usta yönetmenlerin filmlerinde oyuncu olarak bulunma şansı elde etti. Steven Spielberg, Luc Besson ve Costa Govras’ın filmlerinde oynadıktan sonra Kassovitz yönetmenliğe bir roman uyarlaması ile döndü. Maurice Dantec’in “Babylon Babies” adlı romanını 2002 yılında okuyan Kassovitz “Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film! “ diyerek görüşlerini belirtiyor. Herkesçe uyarlanamaz damgası yiyen roman konusunda iddalı bir açıklama yapan Kassovitz, “Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor.” diyerek daha en baştan meydan okumasının sonuçlarını da aktarmış oluyor. Yönetmenin de açıkladığı gibi romanın birebir beyazperdeye aktarımı söz konusu değil. Romanın Kassovitz tarafından yorumlanmış haliyle karşı karşıyayız. Yazarın da bu konuda Son derece açık fikirli olması “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum” demesi daha büyük bir serbestlik sağlamış olsa gerek. Bir roman uyarlamasından, kitaptan esinlenmeye dönüşen Babil M.S., iyi repliklerle bezeli sağlam bir açılış yapıyor. Kahramanımız Toorop’u kısa zamanda az ve öz olarak tanıtmış oluyor böylece. Ama arkasından gelen jenerik tam tersi şekilde felaket. Rap müzik eşliğinde sokakta isyankar dolaşmak artık çok klişe ve sıradan… Çok zaman kaybetmeden uzun metne rağmen hemen öykü kuruluyor. İlk anlarda yaşanan aksiyonlardan sonra Toorop, kaçakçı Gorsky’den aldığı iş teklifini değerlendirerek filmin gideceği yolu da açmış oluyor. Gorsky rolünde Gerard Deperdau son derece sevimli duruyor. Söz konusu teklif Moğolistan’daki paketi Amerika’ya getirmek… Bunun için de “Hiçbir şeye karışma ve daima işi bitir. Kimseye güvenme.” sözlerini hayatının kuralı yapan Toorop seçiliyor. Ama ilginçtir; bir helikoptere dev bir mıknatısla arabanın içinde Moğolistan’a gidilebiliyorsa neden aynı yolla paket taşınmıyor anlamak mümkün değil. Daha en başından bu basit mantık hatası ile zarar görmüş oluyor film. Toorop karşısında bir değil, iki paket buluyor. Adını gökyüzündeki kaostan alan Aurora ve koruyucusu Rahibe Rebeka ile başladıkları uzun yolculukta, çok fazla aksiyon olmasa da Aurora’nın kimliği üzerine merak duygusuyla geçiyor zaman. Her dakika soru işaretleri artıyor paketin önemi hakkında. Herşey çok geçmeden New York’ta aydınlanıyor. Kassovitz yolculuk boyunca gösterdiklerinden ayrı bir paragraf açmaya soyunmuyor. Yaptığı bu seçimde ona pahalıya patlıyor. Rahibe Rebeka’nın fazla işlenmeyen öyküsü başta olmak üzere atlanmış birçok yan öykü filmi çok daha iyi noktaya getirebilirdi. Yolculuk boyunca geçilen sınırlarda yaşananlar, göçmen sorunları teğet geçiliyor. Aksiyon adına Aurora’nın izlenmeye başladığı sahnelerin sonu da “Yamakasi” benzeri sahnelerden ibaret kalakalıyor. “Bizi baban yolladı” sözü üzerine dallanıp budaklanan öykü yine de Aurora’nın geçmiş hakkında tatmin edici açıklamalarda bulunmadan bitiyor. Oysa açılan bu yan öykü fırsatı filme çok şey katabilirdi. Aurora’nın geçmişi ile ilgili geri dönüş sahneleri filmin mesajını daha anlaşılır kılabilirdi. Amerika’ya giriş sahnelerinde de filmin sekteye uğruyor. Uçağın üzerindeki dev “Coca-Cola” yazısı başta binaların üzerindeki yazıların göze sokulur tavrı da pes dedirten cinsten. Artık olmazsa olmaz haline gelen film içinde reklam konusunda net bir kuralın gelmesi gerekiyor. Ne de olsa her şeyin bir yolu yordamı var. Bu şekilde göze sokulan reklam hiç de hoş olmuyor. New York sahnelerinde yönetmenin gelecek hakkında “Blade Runner”dan faydalandığı açıkça ortada. Zaten söyleşilerinde de bunu “Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder…” sözleriyle dile getiriyor. Buluşma anı ve paketin teslimindeki aksiyonda pek tatmin edici olamıyor. Sonrasıysa filmin o ana kadarki dağınıklığı sebebiyle dağılıp gidiyor zaten. Ucu açık finalle topu seyirciye atan Kassovitz’in, kurgunun son halinden sonra filme sahip çıkmamasının sebepleri de belli oluyor böylece. Film bittiğinde net şekilde görülen filmin süresinin kısa oluşu. Belli ki yönetmenin aklındaki filmde bu değil. O halde bizi yakın gelecekte bir “Yönetmenin Kurgusu” versiyonu bekliyor… “Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük.” dese de, Kassovitz yüzeyin altındakileri gösteremeyerek, filmin önünü tıkıyor…