Festival Programından Çıkarılan “Bir Yudum Sevgi”
21.05.2008

Festival Programından Çıkarılan “Bir Yudum Sevgi”

11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali\'nin gösterim programından son dakikada çıkarılan “Bir Yudum Sevgi”; Türk sinemasının cv’si en sağlam filmlerinden biridir. Türkiye’de feminist hareketin ivme kazanmasıyla birlikte, Duygu Asena çıkışlı, kadını \'\'varoluşsal\'\' nitelikleri anlamında sorgulayan ve göz önüne koyan bir süreçte; Atıf Yılmaz\'ın çektiği bir dizi kadın filminden biridir.    “Bir Yudum Sevgi”yi, genel anlamda kadın erkek ilişkileri üzerine yapılan filmlerden ayıran temel bir özellik vardır. Bu tür filmlere konu olan ilişkiler, sürekli toplumun daha sosyal ve ekonomik anlamda üst katmanlarında yaşanırmış gibi anlatılırken, “Bir Yudum Sevgi”de kenar mahallenin sıradan gibi duran ama sıradan olmayan küçük dünyasından anlatılır  kadın ve erkeğin tüm alt duyguları... Filmin fonunda yer alan fabrika, işçilerin yaşamlarına ait ayrıntılar; detaycı, naif ve hoştur. Elbette bunda Latife Tekin\'in olağanüstü gözlemciliğinin yanı sıra; varoşları, işçileri, onların sorunlarını çok iyi biliyor olmasının payı büyüktür. Bu filmin bütün sıcaklığı ile size geçmesindeki önemli etkenlerden biri de, öykünün, filmin oyuncularının birçoğunun toplumsal duyarlılıklarından dolayı yakın durdukları bir iklimden olmasıdır.   Hale Soygazi, gerçek hayat hikâyesinden senaryolaştırılmış bu filmin kahramanlarıyla bire bir görüşmüş, film öncesinde uzun bir süreyi o mahallede onların tarzında kılık kıyafetler giyerek gündelik hayatlarının içinde geçirmiştir.   Filmin temelde iki ana karakteri vardır. Kadın, ekonomik bunalımla, işsiz güçsüz ayyaş kocasının (Macit Koper) ilgisizliği arasında bunalmış, dört çocuk doğurmasına rağmen (!);içsel coşkularını, cinsel kimliğini, tutkularını bastırmış; eş ve anne olmanın yüküyle içsel başkaldırılarının arasında kalmış, mutsuz Aygül\'dür (Hale Soygazi). Erkek ise; geleneksel yapıdan kaynaklanan, aslında erkekleri de seçimleri konusunda çok özgürleştirmeyen bir seçimsizlikle (gelenek), aile baskısı sonucu teyze kızı (Meral Çetinkaya) ile evlenmek zorunda kalmış Cemal\'dir. Köyden taşınmış geleneklerle yaşanılan bir eşle, kent arasında sıkışmış bir hayattır onunki de.   Kocasının çalışmaması sonucu çocuklarını geçindirebilmek için iş arayan Aygül\'ün yolu aynı fabrikada Cemal’le kesişir... Öyküsünü, temelde iki karakter odağında anlatıyor gibi gözükse de filmin dokunduğu ve ele aldığı konunun derinliği ve boyutu büyüktür. Belki de toplumsal yapımızın en mahrem ve en dokunulamaz alanına çomak sokmaktadır. Toplum önderi iddiasındaki bir takım odakların, ahlak diye diye sürekli üstünü örtmeye çalıştıkları, ama insanın doğasında var olan, cinsel taleplerin açığa çıkmasının sınıfsal bir sorun ya da onların nitelemesi noktasından bakınca bir yozlaşma değil; insani olduğunun dışa vurumudur. Eğer cinsellik temelli bir sorgulamadan bakılacaksa; yozlaşan ahlak, temiz ve insani duygularla sevgi ve güvene dayalı bir sığınmışlığın yaşattıkları mıdır? Yoksa parayla, güçle, satın alarak; kadını cinsel bir meta gibi kullanmak mıdır? Bu soruların cevaplarını da düşündürten film, “evli ve çocuklu insanlar aşık olamaz mı” sorusunun bir anlamda yanıtıdır da...            Aslında film soruları sorar, ortaya bir olay örgüsü koyar ve kendi yanıtınızı vermenizi bekler... Film fazlasıyla insanidir, öteki eşlerin hiçbirini karanlık ve kötü çizmez; aksine onların da yanlış bir işleyişin kaybedenleri olduğunu ortaya koyar... Yoksulluk üzerine duygu sömürüleri yapmadan, sıradanlaşmadan, pembe tablolar çizmeden, bütün sıcaklığı ile anlatır öyküsünü... Ana karakterlerin başarılı oyunlarının yanı sıra, tüm yan rollerdeki samimiyeti de hissedersiniz film boyunca... Bir kadın ve bir erkek arasında varlığı asla yadsınamayacak cinsel çekimi, tutkuyu ve sonuçlarını ortaya koymaktan çekinmez film. Cesurdur... Belki de tek cevabını sadece mutlu sonla bitirerek verir. İronik bir göndermeyle sahnelediği Cemal\'in annesinin büyü faaliyetlerine, çevrenin gizliden baskısına rağmen başkaldırının (duyguların) tarafında yer alır... Ve finalinde, beş çocuklu bu yeni yaşamın fotoğraflarında özellikle erkeğin yüzünde ki değişime dikkat çeker. Geçim derdinin korkusudur bu, ama mutluluğun da resmidir...                 Eğer bugüne kadar izlemediyseniz, 22. Antalya Film Şenliği’nde gösterilen, Atıf Yılmaz’a en iyi yönetmen, Hale Soygazi’ye en iyi kadın oyuncu, Macit Koper’e en iyi yardımcı erkek oyuncu ve Yalçın Tura’ya en başarılı müzik dallarında Altın Portakal kazandıran; 1986 Uluslararası İstanbul Sinema Günleri\'nde en iyi film ödülüne layık görülen ve Sinema Yazarlarının “1984–1985 mevsiminin en başarılı filmleri soruşturması"nda 2.sırayı almış bu filmi mutlaka izleyin... “Bir Yudum Sevgi”; Türk sinemasının, derdini doğallıktan kopmadan, öyküsünü hiç sağa sola sapmadan hızla anlatabilen yüz aklarından biridir.Premier Grup
\'Sex and the City\' 30 Mayıs\'ta!
20.05.2008

\'Sex and the City\' 30 Mayıs\'ta!

Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis, Cynthia Nixon\'un rol aldığı efsanevi dizi “Sex and the City”nin sekiz yıl süren çalışmaların ardından çekilen filmi 30 Mayıs 2008’de dünya sinemalarıyla aynı gün Türkiye\'de de vizyona giriyor. Yönetmenliğini Michael Patrick King’in üstlendiği, senaryosunu yine Michael Patrick King ve Candace Bushnell’in yazdığı “Sex and the City: The Movie” filmi ekonomik bağımsızlığını elde etmiş otuzlu yaşlardaki dört kadının hikayesini anlatıyor. 1998-2004 yılları arasında sekiz "Altın Küre"nin de içinde bulunduğu 50\'ye yakın ödül kazanan “Sex and the City” dizisinin beyazperde uyarlamasında bu sefer yine birbirleriyle cinsel arzularını, fantezilerini, inanç ve düşüncelerini tartışan ve paylaşan 40\'lı yaşlarındaki dört kadının öyküsü anlatılıyor. Dizinin baş kahramanı Carrie Bradshaw\'ı canlandıran Sarah Jessica Parker\'ın anne olunca diziyi bırakmasının ardından sona eren 94 bölümlük "Sex and the City" efsanesinin filmi, tek bir California sahnesi dışında New York\'ta çekildi. 2000 yılından bu yana beyazperdeye aktarılması planlanan ve geçen yıl bütün oyuncularla anlaşma imzalanmasının ardından çekimlerine başlanan “Sex and the City: The Movie”nin çekimleri, 65 milyon dolar bütçeyle tamamlandı. Türkiye’ye Fida Film’in getirdiği “Sex and the City: The Movie” filmi 30 Mayıs 2008’de  Kuzey Amerika, Fransa ve İtalya sinemalarıyla aynı gün Türkiye\'de de vizyona giriyor.
O...Çocukları
20.05.2008

O...Çocukları

Yabancı filmlere ülkesinde verilen isimlerin ilgi çekemeyeceği düşünüldüğü an, gösterime girmeden filmin içindeki çarpıcı bir ayrıntıdan isim verme gibi bir lüksü var dağıtım şirketlerinin. Türk filmlerinde ise bu görev senaristin kaleminde gizli oluyor çoğu zaman. Bu hafta bu açıdan görevini fazlasıyla yerine getirmiş bir film var vizyonda; “O. Çocukları”… Senaryosunu Sırrı Süreyya Önder’in yazdığı ve yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun üstlendiği “O...Çocukları”nın oyuncu kadrosunda; Altan Erkekli, Özgü Namal, Demet Akbağ, Mahir İpek, İpek Tuzcuoğlu ve Sarp Apak gibi isimler var. Filmin kısaca özeti; 12 Eylül 1980 ihtilalinin etkileri ile birlikte, hayat kadınları ile onların çocuklarının hayatları olarak nitelendirilebilir. Senaristin bir başka 12 Eylül 1980 içerikli filmi “Beynelmilel”di. Olaya bu açıdan bakıldığında “Beynelmilel” 12 Eylül 1980 döneminin üzerinde daha çok durmuş ve dönemi yaşayanların beğenisini kazanmıştı. Bu noktada bir ayrıntıyı dile getirmekte fayda var. Filmin daha geçen ay çekimleri sürerken bu ay vizyonda olması. Konu ile ilgili olarak bir show programına katılan filmin oyuncularından  Demet Akbağ’ın açıklaması çok ilginç : “Geçen ay çektiğimiz bir filmi heyecanımız dinmeden bu ay vizyonda görmek çok güzel oldu.” İnsanın aklına “heyecanın dinmesi gerekiyormuş” diye bir düşünce geliyor. Çünkü filmin aceleye getirildiği başından sonuna kadar açıkça belli oluyor. Filmin vizyona girmesi biraz zaman alsaydı birçok sahne eklenir ya da çıkartılırdı. Örneğin: “O...Çocukları”nda 12 Eylül 1980 dönemi ile giriş yapılsa da, neredeyse hiçbir bağlantı kalmıyor süre ilerledikçe. Filmin başında alta yazılan; İstanbul – 1981 bilgisinden sonra 1981 yılında olunduğuna dair pek bir inandırıcılık yok. Olaylar zaten günümüzde de aynı. 12 Eylül dönemi, hayat kadınları ve çocuklarının hikâyelerine odaklanmış filmin üzerinde bir kambur gibi duruyor. Birkaç sahne ile dönülmeye çalışılsa da, işin içinden çıkılamaz bir hal alıyor ve tabir-i caizse batırıyor kendi kendini. Bir diğer açıklama da Özgü Namal ve Sarp Apak’tan; “O kadar şey anlatmaya çalıştık, film yaptık, herkes öpüşme sahnemize taktı.” Bunun sorumlusu da maalesef altından kalkamayacak çok konu işlemeye çalışan senaryo. Sahne aşırı derece de gereksiz zaten. Hayat kadınlarının ve de çocuklarının yaşadıkları filmin tek konusu olsa idi eğer, filmin daha başarılı olacağı işten bile değildi. Çocuk karakterler beklendiğinden çok daha iyiler. Anneleri de aynı ona keza. Bu konuda herhangi bir sorun yok. Fakat senaryoda bir İtalya – Türkiye ve de İtalyanca olması filme zenginlik katmış gibi gözükse de, aksan sorunları olabileceği üzerinde durulamamış. Ve bu İtalyanca – Türkçe tercümesi işi yapan karakteri canlandıran Özgü Namal‘ ın sonu olmuş. İtalyanca’yı konuşurken iteklendiği ve de her an öksürecekmiş gibi bir his doğuruyor. Karakter performanslarına bakıldığı zaman listenin en başında Demet Akbağ var. Eskiden hayat kadınlığı yapmış, şimdilerde ise hayat kadınlarının çocuklarına bakıcılık yapan bir kadını canlandırıyor. Kendisi bir söyleşide; ülkemizde kadın temasını işleyen film azlığından yakınıyor ve bir kadın hikayesinde oynamak istediğini belirtiyordu. Filmden geriye kalan tesellilerde kendisi var, rolünün hakkını sonuna kadar vermiş ve genel kanıya aynen katılıyorum; filmi sırtlamış, götürmeye çalışmış. Filmde fazla gözükmeyen ama gözüktüğü yerde oyunculuk dersleri veren bir Altan Erkekli gerçeği var. “Her rolde oynar” denilecek nadir kişilerden. Sarp Apak Avrupa Yakası’ndan kalma haliyle, her an bir espri yapıp güldürecekmiş gibi geliyor olsa da, elinden geleni yaptığı söylenebilir. Mahallenin abisi karakteri kendisine yakışmış fakat aşkını kelimelere dökmekte sorunları var. Yukarıda belirttiğim gibi filmin 1981 İstanbul’unda geçmesi gibi bir özelliği olsa da, işin hakkını veremiyor. Yurtdışında aynı örnekten hareketle çevrilen filmlerde eskiye dönüldüğü her karede hissediliyor. Eski eşyalardan kıyafetlere, araçlardan teknolojiye, yapılardan konuşmalara kadar her detaya iniliyor.   Bu konuda Türk sinemasının yaptığı tek çalışma tüm yolları boşaltmak ve mümkünse detaya inmemek. “O...Çocukları”nda bu sayılanlara birer örnek gösterilebilir fakat beklentileri karşılamadığı da bir gerçek. Filmin çarpıcı yerlerinde sesiyle ve müziğiyle giriş yapan Kıraç gerçeğini göz ardı etmemek gerek. Kıraç bu konuda hedefe emin adımlarla ilerliyor. Fakat Kıraç’tan ziyade akıllarda kalan bir de Romine Power – Al Pano ikilisinin “Felicita” isimli parçası var. Çocukların bir anda bu şarkıyı söylemesi inanılmaz bir tezat. Son olarak, filmin finali tam bir rezalet. Özgü Namal’ın filmin başında söylediği fakat jürinin beğenmediği parça ile sonda alkış tuttuğu arasında zaten bir fark yok, ayrıca dudakları ile parçanın uyuşmaması söz konusu. Hemen bir önceki sahnede, havaalanından çocukların İtalya’ya kaçırılması olayı da fiyaskonun sözlük karşılığı. 23 Nisan Çocuk Bayramı gibi ince bir düşüncenin yanına yapılabilecek en berbat kaçırma sahnesi olarak üniversitede tez olur. Dünyanın sektöründe lider firmaları, kapasitelerinin altında iş hacmi planlamaları yaparlar. Bu uygulamanın garantisi işlerinin kalitesidir. Kapasitesinin üzerinde iş alan firmalar çoğunlukla hep batmıştır. Filmi buna paralel değerlendirirsek, içeriğin bol olması kaliteli olacağı anlamına gelmediğidir. Bal yapmayan arı ve kaçan fırsat olarak değerlendirilmekten başka bir yol yok “O...Çocukları” için. Elinde çok iyi bir konu ve kaliteli bir oyuncu kadrosu olmasına rağmen oysa ki… Premier Grup
FIPRESCI Ödülü, ‘Utanç’ Filminin!
16.05.2008

FIPRESCI Ödülü, ‘Utanç’ Filminin!

Dünyada FIPRESCI Ödülü’nü veren tek kadın filmleri festivali olan Uçan Süpürge’de bu senenin ödülü İran’a gitti. 15 Mayıs Perşembe günü festivalin Kızılırmak Sineması’nda yapılan kapanış töreninde açıklanan Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) Ödülü İranlı yönetmen Hana Makhmalbaf’ın 18 yaşında çektiği ‘Utanç’ (Buda as sharm foru rikht) adlı filmine verildi. Almanya’dan Angelika Kettelhack, Fransa’dan France Hatron ve Türkiye’den Burcu Aykar Şirin’den oluşan FIPRESCI Jürisi ödülü ‘Utanç’a verme gerekçesinde şunları söyledi: “Bu film, yaşam ile ölüm arasındaki çizginin çok ince olduğu bir coğrafyada büyüyen çocukların hayata, insanlara bakışlarının baştan nasıl çarpıtıldığını zekice ve cesurca belgeliyor. Bazı çocuklar kendilerini büyüklerden öğrendikleri savaş oyununa kaptırsa da, bazıları bu oyunun anlamsızlığının farkında. Küçük bir kız, hayata dair ölümden başka hikâyeler de öğrenmek adına verdiği savaşta çok güçlü, cesur ve sabırlı olabiliyor. Gerçeği yakalama peşindeki belgeselvari tarzıyla film, Afganistan’da yaşanan “gerçeklik”in aslında ne kadar absürt ve utanç verici olduğunun altını çiziyor. Küçük Baktay’ın mücadelesi herkese, özellikle kadınlara ilham verebilecek nitelikte." ‘Utanç’, Hana Makhmalbaf’ın ilk uzun filmi. İranlı Hana’nın 18 yaşında çektiği ve Berlin’den Selanik’e pek çok festivalden ödüller toplamış bu filmi Afganistan’da bir köyde geçiyor ve altı yaşındaki Baktay’ın öyküsünü anlatıyor. 7 yaşında ilk filmini çekti Marziyeh Meshkini (Şaşkın Köpekler) ile Mohsen Makhmalbaf’ın (Kandahar) kızı, Samira Makhmalbaf (Kara Tahta) ile Maysam Makhmabaf (Samira Kara Tahta’yı Nasıl Çekti) kızkardeşi olan Hana, 7 yaşında babasının yönettiği ‘A Moment of Innocence’ filminde oynadı. 8 yaşında ‘The Day My Aunt Was Ill’ adlı ilk kısa filmini çekti ve bu film kendisi sadece 9 yaşındayken Locarno Film Festivali’nde gösterildi. 14 yaşındayken Afganistan’da çektiği, ilk belgeseli ‘Joy of Madness’ 2003 yılında Venedik Film Festivali’nde üç ödül kazandı.
‘Cadde’li Gençlerin Başarısı!
16.05.2008

‘Cadde’li Gençlerin Başarısı!

Bilgi,ODTÜ, Anadolu ve Maltepe üniversitelerinde eğitim gören 40 öğrencinin kendi imkanlarıyla çektikleri uzun metraj film çalışmaları “Cadde”, gençlerden büyük ilgi görüyor. Doğa Can Anafarta’nın yönetmenliğini üstlendiği film İstanbul’un meşhur merkezlerinden Bağdat Caddesi’nde geçiyor. Bağdat Caddesi’nin güçlü ve saygı değer ailelerinden Kormanlar’ın kendilerine cephe alan düşmanlarına karşı, kendi içlerinde birlik olarak verdikleri mücadeleyi anlatan filmde; Yiğit Uçar, Efe Can Kudu, Akan Akkaya, Onur Akbulut ve Can Göksoy başrolleri paylaşıyor. Şu ana kadar Anadolu ve Maltepe üniversitelerinde gösterimi yapılan film, önümüzdeki günlerde birçok üniversitede öğrencilerle buluşacak.   Filmin www.caddefilm.com adresinde yayınlandığı ilk gün gördüğü büyük ilgi üzerine gündeme gelen sinema aşığı genç öğrenciler; 23 Mayıs Cuma akşamı Türkmax’ta yayınlanacak Gala programına konuk olacaklar. Yaklaşık 10 milyara mal olan filmin yapımcılığını Sercan Çiçekoğlu üstlendi.
Karamel: Kadın Her Yerde Kadın!
16.05.2008

Karamel: Kadın Her Yerde Kadın!

Lübnan’da, başkent Beyrut’tayız… Layale (Nadine Labaki), Nesrin (Yasmine Elmasri), Rima (Joanna Moukarzel), Jamale (Gisele Aouad) ve Rose (Sihame Haddad) düzenli olarak bir güzellik salonunda buluşan, orada gerek dedikodu yapan gerekse dertlerini paylaşan 5 kadındır. Layale evli bir adamı sevmekte, Nesrin evlilik gününden bakire olmadığı için ölesiye korkmakta, Rima yasak aşkının heyecanını kimselere çaktırmadan yaşamaya çalışmakta, Jamale yaşlandığını bir türlü kabul edememektedir. Rose ise hayatını hasta ablasına bakmaya adamış, hiç evlenmemiş, belki de eline geçen son fırsatın ikilemini yaşamaktadır. 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olan, geçtiğimiz hafta da yaygın gösterime giren “Karamel” aynı zamanda Lübnan’ın “En İyi Yabancı Film” Oscar’ına aday adayı filmiydi. Başrol oyuncusu olan Nadine Labaki aynı zamanda filmin hem yönetmeni hem de senaristi olarak çıkıyor karşımıza. Kadın hayatına, bir kadının romantik ve eğlenceli bakışı olarak nitelendirebileceğimiz film, “Saatler”, “Karanlıkta Dans”, “Frida”, “Kızarmış Yeşil Domatesler” ve Kieslowski’nin renk üçlemesinden “Mavi” gibi kadın hayatını farklı yönleriyle daha önce işlemiş olan  başarılı örneklerin arasında yer almayı başarıyor. İsrail’in Lübnan’ı bombaladığı 12 Temmuz 2006 tarihinden 9 gün önce çekimleri biten “Karamel”de, yönetmenin Beyrut’a bağlılığı, film bittikten sonra yazan “Beyrut’uma” yazısından kendini belli ediyor. Film iç savaş, hengame, kaos ortamı gibi dönem özelliklerinden uzak durmuş ancak güzellik salonunun tabelasındaki bir harfin kırık olması ve aşağı doğru bakması, ahlak polisinin baş karakterlerden birinin nişanlısıyla karakolluk olması ve karakoldaki diğer polislerin tutumu, dönemin gerçeklerine şık birer gönderme özelliği taşıyor. Filme ismini veren aslında; şeker, su ve limon karışımından yapılan bildiğimiz ağda, yani yönetmenin deyimiyle “Karamel”. Yendiğinde tatlı ama uygulandığında acı veren bu karışımın tezatı, filmin alt yapısını oluşturuyor bir bakıma. Filmde pastel tonlar kullanılmış ve bütünlüğü sağlamış. Filmde genel olarak 5 kadının hikâyesi anlatılıyor ama bence filmin bir 6. kadını daha var; o da Lili (Rose’nin ablası). Kavuşamadığı ya da kavuşup ta kaybettiği sevgilisinden gelen mektuplar olduğunu düşünerek, arabalar üzerine bırakılan cezaları toplayan dünya sevimlisi yaşlı ama hala formunda bir kadın o da. Güzellik salonuna gelen kadınlar faklı dinlere mensup, farklı ülkelerden gelen, başka kültürlerin insanları. Ama bu onların kadın olduğu gerçeğini hiçbir şekilde değiştirmiyor. Keza kadınlarımız kendilerini kaptırmış kavga ederken, birden önlerinde duran polis memuru hakkında dedikodu yapmaya, şuh kahkahalar atmaya başlıyorlar. Genellikle yapılan hatalardan biri olan sürekli ağlayan kadın imajı yaratıp, olayı dramatize etmekten kaçınıyor Labaki ve filmin önemli artılarından biri de buradan geliyor. Kadının her halini görüyoruz; mutlu, üzgün, umutsuz, öfkeli, kıskanç, neşeli, hatta oynak haliyle de ağlayan… Ama bunların hiçbirisi aşırıya kaçmadan işlenmiş. Tam dozunda, seyirciyi sıkmadan verilmiş. Kadının hep elde edemediğini isteyişinin, en olmadık anda bile birbirlerinin yemeklerini eleştirebilmelerinin, erkeklere olan daimi zaaflarının işlendiği sahneler her ne kadar kadın filmi olsa da, gerçeklere uygun tarafsız olarak konuyu ele alışını destekliyor. Film genelinde Nadine Labaki’nin eşi Khaled Mouzanar tarafından yapılan müziklerin de olağanüstü olduğunu belirtmek gerek. Filmdeki eksik özelliklerden bahsedecek olursak, filmin gevezeliği bunların başında geliyor. Konuşmaya çok fazla yüklenilmiş olması kimi yerde akıcılığı zedeliyor. Duygular genel itibariyle iyi işlenmiş ama bazı sahnelerde bu yoğunluğun kaybolduğunu hissetmek mümkün. “Dünyanın neresinde olursa olsun, kadın yine kadındır” tespiti bu filmle birlikte bir kez daha pekişecektir izleyicide. Saçlarından başlayıp tırnaklarına, ağda yaptığı anlarından eteğinin arkasına kan geçtiği ya da bunun kasıtlı olarak yapıldığı anlarına, dekolte elbisesinden topuklu ayakkabısına kadar şekil olarak da kadını tüm belirgin hatlarıyla resmetmiş olan bu film seyircisine “kadın her yerde kadın” dedirtmeyi başarıyor. Kadının, ülkemizin de çoğu yerinde olduğu gibi ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü ülkeler arasında yer alan Lübnan’dan böyle bir filmin çıkması takdire şayan. “Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali”yle de paralel bir zamanda gösterime giren “Karamel” görülmeye değer bir film.
Festival Sona Eriyor! Şimdilik!
15.05.2008

Festival Sona Eriyor! Şimdilik!

Vakıfbank’ın sponsorluğunda, Kültür Bakanlığı ve Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun katkılarıyla düzenlenen, Sinemalar.com’un basın sponsorluğunu üstlendiği 11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde 27 ülkeden 88 kadın yönetmenin 89 filmi yedi gün boyunca sinemaseverlerle buluştu. Festivalin kapanış töreni, bu akşam saat 19.00’da Kızılırmak Sineması’nda yapılacak. Sinema filmleri ve televizyon dizilerinin başarılı oyuncusu Seda Akman’ın sunacağı törende iki ödül sahiplerini bulacak. Festival kapsamında her yıl düzenlenen Kısa Film Öyküsü Yarışması’nın birincisi kapanış töreninde açıklanacak. Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) Jürisi ise festivalin “Her Biri Ayrı Renk” başlıklı bölümünde izlediği 12 filmden birine ödül verecek. Tüm dünyada tüm kadın filmleri festivalleri içinde yalnızca Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri’nde verilen ve çok prestijli kabul edilen bu ödül, kapanış töreninde sahibi bulacak. Ödülü alacak olan film, törenin ardından ücretsiz gösterilecek. Kapanış törenine tüm sinemaseverler davetli.
96 Saat: Ustalardan Ortaya “Karışık” Aksiyon
14.05.2008

96 Saat: Ustalardan Ortaya “Karışık” Aksiyon

Filmlerin orijinal isimlerinin Türkçe’ye farklı çevrilmesi konusu dikkatinizi çekiyor ise bu hafta da “Taken”in, aksiyon çağrışımı yapması amacı ile “96 Saat” olarak değiştirildiğini görebilirsiniz. Türkiye’de, film seçimi konusunda izleyici çoğunluğunun öncelikli iki maddesi afiş ve isim olunca, her hafta en az iki film isim mutasyonuna uğrayıp düşüyor vizyona. Fakat “96 Saat”, isim değişikliğine uğramasına rağmen, ben dahil salondaki 3 kişi için perdeye yansıması dolayısı ile afişin daha ağır bastığını gösteriyor. Aslında filmin künyesine bakılması yeterli. Senaryo yazarları ve yapımcıları arasında Luc Besson gibi bir ustanın bulunduğu “96 Saat” isimli filmin yönetmenliğini birçok filmde görüntü yönetmenliği yapan Pierre Morel üstleniyor. Başrolde yine dünyanın en iyi yönetmenlerinin gözde oyuncusu Liam Neeson, “X – Men”den Famke Janssen ve şu aralar süren Lost ve oyuncuları rüzgârının dinmiş olanı Maggie Grace (tembel kız Shannon) var. Konu kısaca ; eski bir ajan olan Bryan’ın ayrı olduğu eşinden olan 17 yaşındaki kızını Fransa merkezli bir seyahate türlü paranoyalarla göndermek istememesi ancak eski eşi ve kızının baskılarına dayanamayıp kıramaması sonrası Fransa’daki ilk saatlerinde kızı ile telefonda konuşurken kaçırılmasına şahit olması sonucu gelişen olaylar zinciri… Kaçırma olayının perde arkasının kadın tüccarlığı olması ve işin içine uyuşturucunun da girecek olmasının belirtilmesi filmin ismini belirleme de başrol oynayarak “96 Saat” olmuş. Filmde “96 saatte kızını buldun buldun, bulamadın unut!” cümlesi geçtiği andan itibaren aksiyon başlıyor. Ustaların ifade etmekten çekinmediği fakat farklılıklar olduğunun altını çizdiği “James Bond” ve “The Bourne” serilerinin benzeri bir aksiyon var. Baba rolündeki Bryan’ın eski bir ajan olması, teknolojiyi iyi derecede kullanması ve Amerika dışında geçen bir film olmasının bunda payı büyük.  Birazda “Hostel Part 2” kokuyor film. Açık arttırma sahnesi ortak özellik, işkence – kadın tüccarlığı tek fark olarak nitelendirilebilir. “Hostel Part 2”de Slovakya’nın arka mahallelerinden karelerin yarattığı gerginlik filme büyük bir artı getirmişti. “96 Saat”te ise Pierre Morel, gündüzleri Eiffel Kulesi görüntüleri klişesine yer vermeyerek daha çok Fransa mahallelerinde, geceleri ise 2004 yapımı “Colleteral” filminde zirve yapan kamera teknikleri ile büyükkent gece görüntülerini bu etkiyi vermesi için tercih ettiklerini belirtiyor.   Fransa’dan kareler güzel geliyor fakat dil konusunda senaryo ve kurguda bazı hataları görmezden gelmek mümkün değil, İngilizce – Fransızca – Arnavutça üçgeninde aksanda farklılıklar oluşabileceği fazlaca geri plana atılmış. Ayrıca 25 yaşındaki eski bir “Lost” oyuncusu olan Maggie Grace’in elinden geleni yapmasına rağmen 17 yaşındaki bir kızı canlandıramaması söz konusu. Lost popülaritesinden faydalanma amacı açıkça belli oluyor. Ülkemizde de sık sık haber bültenlerine konu olan hayat kadınlarının içinde bulunduğu duruma düşürülme öyküleri ile yaşadıklarını olay yerinde incelemek, bu pis işlerin bazı yerlerden yardım almadan olamayacağı mesajı, bunların arkasından gelen aksiyon ve yan yana duran eşinden ayrı baba ve kızı arasındaki ilişki filmin başarılı noktaları. Ancak değinilmeden geçilemeyecek bir nokta var; Amerika’nın anlamsız savaş bölgelerinden manzaralar ve kahramanlıklar gibi bir malzemeyi kısa sürede tüketen Hollywood’un bu tarz filmlerde ülkeleri veya ırkları ön plana çıkarmasının yarattığı bıkkınlık duygusu. Fransa’da “bu iş için zemin”, Arnavutlarda “ticari pazarlama”, Araplarda “bakire düşkünlüğü” var mesajları yağıyor filmden. Bu artılar ve eksiler bir teraziye konulunca film kıl payı ipi göğüslüyor. Bunda aksiyon sahnelerinin rolünün yanında görüntü yönetmenliğinden sağlam referanslı yönetmen Pierre Morel ile  Liam Neeson’ ın üstün performansı, ilk göze çarpan unsurlar. Zaten futbolda bir terim vardır; “Büyük takım kötü oynadığı maçları kazanmasını bilendir” derler… Film çıkışı aklıma gelen ilk cümle bu oldu. Sonuç olarak, aksiyon ve heyecan arayan izleyici tatmin olacaktır. Çünkü perdede ustalardan karışık bir aksiyon var.Premier Grup
\'Osmanlı Cumhuriyeti\'nde Sürpriz!
14.05.2008

\'Osmanlı Cumhuriyeti\'nde Sürpriz!

Senaryosunu ve yönetmenliğini Gani Müjde ’nin yaptığı; Ata Demirer, Vildan Atasever, Sümer Tilmaç ve Ruhsar Öcal’ın başrollerini paylaştığı "Osmanlı Cumhuriyeti" filminin sürprizi Sezen Aksu olacak. Daha önce Ferhan Şensoy ile oynadığı "Büyük Yalnızlık" adlı sinema filminde rol alan Minik Serçe , şimdi de “Osmanlı Cumhuriyeti” filmi için kamera karşısına geçti. Galata’daki Tarihi Liman Lokantası’nda gerçekleştirilen çekimlerde Aksu sahneye çıkarak şarkı söyledi. Rolü gereği, Ata Demirer ’in canlandırdığı 7.Osman’a müzik ziyafeti sunan sanatçı çekimde keyifli anlar yaşadı. Sezen Aksu filmin müziklerine de imza atacak.
Yasak Krallık: Üç Uyumsuz ve Bir Uygunsuz
14.05.2008

Yasak Krallık: Üç Uyumsuz ve Bir Uygunsuz

Kışın gök mavisi sisinde, yalnız bir figür çömelir ve hipnotize eden bir şekilde, şiirsel bir güzellikte hareket eder. Maymun Kral olarak da bilinen Büyük Bilge, makak maymunları tarafından dikkatli bir şekilde izlenirken, asasıyla ustaca havayı kesmektedir. Aniden pek çok Yeşim Savaşçısı ona saldırır, ama o usta bir şekilde savaşçıları teker teker dağıtırken, maymunlar da bu dövüşe çığlıklar atarak şahit olurlar.
Cannes Film Festivali Başlıyor!
14.05.2008

Cannes Film Festivali Başlıyor!

61. Uluslararası Cannes Film Festivali bugün başlıyor. Bu akşam gerçekleşecek açılış  töreninde; festivalin açılış filmi olarak, Julianne Moore ve Mark Ruffalo’yu biraraya getiren psikolojik gerilim filmi “Blindness” gösterilecek. Festivalde “Altın Palmiye” için yarışacak 22 film arasında, dünya ve Türk sinemasının son dönemdeki en önemli yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan\'ın son filmi \'Üç Maymun da bulunuyor.
‘Uçan Süpürge’nin Tadı Başka!
13.05.2008

‘Uçan Süpürge’nin Tadı Başka!

“Bu festivalin tadı başka…”11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali"ne konuk sanatçı, basın mensubu ya da izleyici olarak katılan herkesin ortak fikri bu. Yıllardır varlığını güçlendirerek sürdüren Uçan Süpürge’nin “kadın” temalı özel bir festival olması nedeniyle, seyircisi de en az filmleri kadar farklı ve özel oluyor. 8 Mayıs Perşembe akşamı, Devlet Opera ve Balesi salonunda yapılan açılış töreni ile iyi niyetli cadılarını, süpürgeleri ile uçurmaya başlayan festivalin ne kadar coşkulu ve keyifli geçeceği daha o geceden belliydi aslında… Tıklım tıklım dolu olan salonda, töreni kaçırmak istemeyen bazı sinemaseverler ayakta takip ettiler geceyi. Uzun yıllar sinemaya hizmet vermiş ve birçok film festivaline çeşitli nedenlerden dolayı katılmış sanatçı konuklar için, aynı heyecanı taşıyan gerçek sinemaseverlerden oluşan bir seyirci kitlesinin önünde selam vermek, belki de nicedir tatmadıkları kadar güzel bir duyguydu. Sinemalar.com’un basın sponsorluğunu üstlendiği 11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin açılış töreninin sunucuları Başak Köklükaya ve Altan Gördüm’ün performansları oldukça başarılıydı. Bu başarıda, akıcı konuşma metinlerini ve sunumu renklendiren koreografileri titizlikle hazırlayan Uçan Süpürge Genel Koordinatörü Selen Doğan ve festivalin Medya Koordinatörü Uğur Yüksel’in payı büyük kuşkusuz. TRT 2’den, festivalin temasına uyum sağlaması açısından bir kadın yönetmen tarafından canlı yayınlanan törende, “Bilge Olgaç Başarı Ödülü”nü almak için sahneye davet edilen Meral Çetinkaya’nın, “barış” olgusuna dikkat çekmek amacıyla giydiği bembeyaz elbisesi ve heyecanını her hecesine yansıttığı samimi konuşması festival seyircisinin duygularını ateşledi ve tüm salon Çetinkaya’yı ayakta alkışladı. Son dönemde, “Binbir Gece” dizisindeki rolü ile gündemde olan Meral Çetinkaya, emeğinin ve başarısının karşılığını bir kez daha almış oldu böylelikle.Meral Çetinkaya’ya ödülünü takdim etmek üzere sahnede yerini alan genç kuşağın başarılı oyuncularından Ceyda Düvenci’nin “o benim kedim” dediği Meral ablasına sarıldığı sahne, festivalin en özel anlarından biriydi. Gecenin konuklarından, “Binbir Gece” dizisinde canlandırdığı Kerem karakteri ile gündemde olan Tardu Flordun’un, Türkiye’de düzenlenen festivallerde verilen ödüllerin objektif olduğuna inanmadığını ve gerçekten hakeden oyuncuların ödül alamadığını vurguladığı konuşması dikkat çekti. Flordun, Uçan Süpürge’ye bu konuda ne kadar çok güvendiğini dile getirdi. Gecenin diğer yıldızı Nilüfer Aydan ise,  Uçan Süpürge Onur Ödülü’nü, gençlik yıllarında çok beğendiğini itiraf ettiği Yeşilçam’ın ünlü aktörlerinden Göksel Arsoy’un elinden aldı. “Çellissima” grubunun performansları ile renklenen tören sonrasında; “Uçan Süpürge” ekibi, festivalin özel konukları, ünlü sanatçılar ve basından arkadaşlar ile birlikte Tunalı Lokantası’nda düzenlenen yemeğe katıldık. Başarılı geçen açılış töreninin coşkusu ve bir sonraki gün başlayacak olan festival programının heyecanı herkesi etkilemişti. İçten ve keyifli sohbetlerle süslenen bu sazlı sözlü “gece yemeği” sonrasında bir kez daha farkettik ki, “Uçan Süpürge”nin bu kadar coşkulu ve bol seyircili bir festival olmasının nedeni, festival ekibinin hem kendi içlerinde ve işleyişlerinde taşıdıkları, hem de izleyicilerine tüm yoğunluğuyla aktardıkları “samimiyet” duygusu.Süpürgeniz hep uçsun cadılar!