‘Star Wars: Klon Savaşları’ Özel Klibi
16.07.2008

‘Star Wars: Klon Savaşları’ Özel Klibi

15 Ağustos’ta, Lucasfilm Ltd. ve Warner Bros. Pictures’ın, animasyon türündeki ilk STAR WARS filmi olan “STAR WARS: KLON SAVAŞLARI” gösterime girecek. Bu geniş kapsamlı uzay macerası, galaksiyi değiştiren Klon Savaşları’nı, “STAR WARS: Episode II Attack of the Clones” ile “STAR WARS: Episode III Revenge of the Sith” arasında kalan yoğun savaş ve büyük maceralar dönemini işliyor. Filmin yönetmeni Dave Filoni, Lucasfilm Animation’ın çığır açan bu yeni filmini şu sözlerle değerlendiriyor: “Bir sahneyi yaparken sonsuz esneklik var. Orijinal aksesuarlar için samanlıkta iğne aramak ya da tekrar çekimler için oyuncuları çağırmak zorunda değilsiniz. Animasyon sayesinde, kurguda bir sahneye baktığımızda, ertesi gün o sahneye geri dönüp tamamen farklı bir şekilde yeniden yapabiliyoruz. Canlı aksiyonda bunu yapmak imkansız olurdu. Tüm setlerimiz, tüm oyuncularımız her zaman emrimize amade. Her şeyi görmek istediğimiz şekilde yapabiliriz. Bu gerçekten heyecan verici bir şey.”“Star Wars: Klon Savaşları”nın yapım sürecini, filmin yönetmeni Dave Filoni’den dinlemek için aşağıdaki özel klibi izleyebilirsiniz.
Ücretsiz Film İzlemek İster misiniz?
15.07.2008

Ücretsiz Film İzlemek İster misiniz?

Sinemalar.com üyelerine güzel bir haberimiz var. Sinemalar.com ve Digiturk Web Tv işbirliği ile, eğlenceli komedi filmi “Man of the Year / Yılın Adamı” ve Harun Özakıncı’nın yönettiği çarpıcı Türk filmi “Sıfır Noktası”nı , Digiturk Web Tv’den ücretsiz indirerek izleyebileceksiniz. Ana sayfamızda yer alan Digiturk Web Tv bannerına tıklayarak, Digiturk Web Tv’de Sinemalar.com üyeleri için hazırlanmış sayfaya ulaşın. İzlemek istediğiniz filmin üzerine tıkladıktan sonra karşısınıza çıkan Digiturk Web Tv üyelik formunu doldurun. Bilgilerinizi kaydettikten sonra, ekranda kaydınızın yapıldığına dair bir uyarı çıkacaktır. Uyarı üzerindeki OK butonuna  bastığınızda, izlemek istediğiniz filmin sayfasına geri döneceksiniz. Mail adresinize gönderilen aktivasyon linkine tıklayarak Digiturk Web Tv hesabınızı aktive edin. Mailde belirtilen e-mail ve şifre bilgilerini, Sinemalar.com üyeleri için hazırlanmış sayfada, sağ üst köşede yer alan “üye girişi” bölümüne yazarak; sisteme giriş yapabilirsiniz. Üye girişi yaptıktan sonra, filmleri bilgisayarınıza indirerek izleyebilirsiniz. Filmleri ilk izlemenizden sonra, film özelliklerinde belirtilen kullanım süreleri boyunca dilediğiniz zaman yeniden izleme hakkınız olduğunu unutmayın. Herkese iyi seyirler.
Kısa Film: \'Türk Milleti Hazırdır\'
14.07.2008

Kısa Film: \'Türk Milleti Hazırdır\'

Daha önce iki farklı projede canlandırdığı “Atatürk” rolleri ile tanıdığımız İzmir\'li sanayici Yavuz Hekim, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetiştirmek üzere "Türk Milleti Hazırdır" isimli kısa filminin çalışmalarına başladı. Yazar İpek Çalışlar\'ın romanından uyarlanan belgesel filmde ve Mustafa Altıoklar’ın yapımcılığını üstlendiği “Emret Komutanım” dizisinin özel bölümünde Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk\'ü canlandıran Hekim, yapımcılığını kendisinin  yapacağı kısa filmde yine “Atatürk” rolünde karşımıza çıkacak. Filmin dikkat çeken özelliklerinden biri ise, Atatürk’ün çok iyi Fransızca konuştuğunu gösteren Fransızca dialog sahnesi olacak.   Genç sanayici Yavuz Hekim, Cumhuriyet Bayramı’na yetişmesi planlanan “Türk Milleti Hazırdır” adlı yapımın ardından Atatürk\'ün anılarını içeren kısa filmler çekmeye devam edeceğini belirtti. İşte “Türk Milleti Hazırdır”ın Konusu   Kurtuluş Savaşı sonrası Hatay, anayurt dışında kalmış ve hangi ülkeye katılacağını kendisi seçmesi istenmiştir. Bu süreç içinde bir Fransız elçisi Atatürk ile görüşme talep eder. Teklifi kabul edilir. Atatürk\'un odasına girer ve direkt olarak \'Fransız hükümeti olarak Hatay\'ı almak istiyoruz\' der. Kısa bir sessizlikten sonra Atatürk telefona uzanır. Elçi, Türkiye\'nin Kurtuluş Savaşı sonrası harap durumda olduğunu ve kalkınmak için maddi desteğe ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Ve Fransa, Hatay karşılığında gereken maddi desteği Türkiye\'ye verecektir. Elçi tam para konusundan söz edecekken, Atatürk telefonda konuşmaya başlar: “-Paşam, iyi günler dilerim. Az önce Fransız Hükümeti’nden bir elçiyle görüştüm. Hatay\'ı almak istediklerini sölediler. Hazırmıyız ? Telefondaki ses dışarıdan duyulabilecek bir şekilde “Hazırız Paşam” der. Atatürk telefonu kapatır ve elçiye dönerek, kendisine konuşma fırsatı vermeden şöyle der: “Türk milleti hazırdır. İstediğiniz zaman gelip Hatay’ı alabilirsiniz.”* Yavuz Hekim ile gerçekleştirdiğimiz özel röportajı okumak için tıklayın.
Açıkhavada ‘Meet Dave’
09.07.2008

Açıkhavada ‘Meet Dave’

01 Haziran 2008 tarihinde sezonun ilk misafirlerini ağırlayan Bonus Premium Cinecity – Trio Açık Hava sineması bu hafta Eddie Murphy’nin son filmi “Meet Dave / Bir Çılgının İçinde” yi sinemaseverlerle buluşturuyor. Brian Robbins’in yönettiği ve Elizabeth Banks, Eddie Murphy, Gabrielle Union ile Scott Caan’ın oynadığı "Meet Dave / Bir Çılgının İçinde" filminde Eddie Murphy iki karakteri birden canlandırıyor. Filmi 11 Temmuz Cuma, 13 Temmuz Pazar ve 17 Temmuz Çarşamba 21:30 seansında Bonus Premium Cinecity-Trio Açık Hava sineması’nda izleyebilirsiniz. “Meet Dave / Bir Çılgının İçinde” filminin konusu ise kısaca şöyle: Dave, 40’lı yaşlarında, hoş görünümlü, siyah kravat ve siyah mendili dışında tamamen bembeyaz giyinmiş 70’li yılların disko insanlarını andıran bir adamdır. New York’a yeni gelmiş, tam bir sudan çıkmış balık gibidir. Fakat bu garip görünüşün dışında Dave çok da normal biri değildir. Onu ilk görenler sanki kendi vücudundan hoşlanmıyormuş ve rahatsızmış gibi hissedebilir.  Tabii bu durumun mutlaka iyi bir sebebi var. “Dave” aslında bir insan değildir. İçinde iyi eğitilmiş bir askeri birlik çalışan bir uzay gemisidir.
İnan Temelkuran Röportajı
08.07.2008

İnan Temelkuran Röportajı

Sinemalife Dergisi’nin, Altın Koza Film Festivali’nden başarıyla çıkan ‘Made In Europe’ filminin başarılı yönetmeni İnan Temelkuran ile gerçekleştirdiği özel röportajı sizlerle paylaşıyoruz. ‘Made In Europe’u amatör bulmaları hoşuma gidiyor’ 1960’lardan beri Avrupa’ya göç etmek, birçok insanımızın hayaliydi. Belki de hala daha hayali. Avrupa hayatı Türkiye’den hep cazip olarak gözükse de aslında pek öyle iç açıcı olmadığı ortada. ‘Türk her yerde Türk’dür’ mantığından hareketle, kronikleşmiş problemlerimizi yaşadığımız yere de götürmeyi adet edinmiş bir milletiz. Bu şizofrenik durumu farklı bakış açısı ile yansıtan ‘Made In Europe’ 20 Haziran’da vizyona girdi. Filmin hem senaristi, hem de yönetmeni olan İnan Temelkuran’ın ilk uzun metraj denemesi ‘Made In Europe.’ İlk denemesi olmasına rağmen, Adana Altın Koza Film Festivali’nden iki önemli ödülle dönen Temelkuran’la, hem filmin oluşum sürecini konuştuk, hem de filme gelen tepkileri. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Hukuk fakültesinden sinemaya, bu geçiş sürecinden biraz bahseder misiniz? Hukuk fakültesinde okurken de sinema yapmak istiyordum ancak seyirci olmak dışında bir şey yapamadım, yapmadım o zamanlar. Geçiş süreci hukuk fakültesini bitirip İspanya’da yaşamaya başlamak ve orada bir okula girmek şeklinde oldu. Bir Türk Düğünü ile ilgili çektiğiniz belgesel son yıllarda öne çıkan filmleriyle bildiğimiz İspanya/Madrid de en iyi belgesel ödülü aldı. Buradan hareketle, İspanya’da edindiğiniz izlenimler bugün Türk sinema sektörüne veya Türk sinemasına bakış açınıza etkileri neler oldu? İspanya’dan demeyeyim ama okuduğum okuldaki bazı hocalardan elde bir şey olmadan da çok şey yapılabileceğini öğrendim. Gayet tabi ödevinizi iyi yapmak şartıyla. Türkiye’de film setinde fazla bulunmadım ama biraz plansız olduğu söylenir. Plansızlık boşuna para harcamak demektir. Ama dediğim gibi çok sette bulunmadım. Reklam ve dizi sektörünün güçlü olması nedeniyle her türlü alet var ama bu aletlerin yersiz kullanıldığını düşünüyorum. Bir Türk Düğünü anlık bir malzemeyi dönüştürmek ve arka planda olanları anlatmakla ilgiliydi. “Made In Europe”u çekerken, dikkat ettiğiniz hususlar nelerdi? Bu filmi yapmanızdaki amaç neydi ve bu amaca ulaştığınızı düşünüyor musunuz? O insanları dünyasına girip onların hayatlarını satmadan hikâyelerini anlatmak ve hikâyeler yani insanlar bir araya geldiklerinde oluşturdukları atmosferi yansıtmak. Keşke azıcık daha fazla paramız olsaydı ve bu kadar zamana yayılmasaydı diyorum. Zira bu arada teknoloji değiştiği için görsel bütünlüğü iyi toparlayamadık. Ama bu koşullar içinde başarılı olduğumuzu düşünüyorum.İlk uzun metrajlı denemeniz olmasına rağmen, Adana Altın Koza’da çok önemli ödüller aldınız. Ödüllerinizden bir tanesi büyük jüri Yılmaz Güney özel ödülü. Bunun sizin için ayrı bir anlamı var mı? Sinemamıza damgasını vurmuş Yılmaz Güney ile düşünceleriniz neler? Var tabi ayrı bir anlamı. Yılmaz Güney sinemada çok az insanın anlatmaya cesaret ettiği şeyleri anlattı. Her kesimden insanın kahramanı oldu. Sosyalist gerçekçilik denilen türde en iyi örnekleri verdi. Ama girdiği detaylar müthiştir. Sürü’deki aksak fahişe, tarihi eserler. Tokat etkisi yapar ve sizi titretir.  Festivalden sonra filminizi izleyenlerden almış olduğunuz tepkiler nasıl? Eleştirenler oldu mu? İyi de var kötü de var. Amatörce bulan da var. Amatör bulunması hoşuma gidiyor. Çünkü bu işin ruhu böyle olmalı.Filmin senaryosunun oluşum sürecini anlatır mısınız? Fikir nasıl oluştu? Diğer göçmen filmleriyle ilgili duyduğum rahatsızlıktan dolayı. Hep aynı şeyleri gördüm ve biraz farklı tarafa bakmak istedim.Oyuncu seçiminde ne gibi kriterleriniz vardı? Çok da popüler olmayan oyuncuları seçmiş olduğunuzu görüyoruz. Daha çok oyunculuktan öte seyirciye filme, konuya odaklanın der gibisiniz. Bu bakımdan söyleyecekleriniz neler? Öncelikle tip. Ve filmlerde yan rollerde görüp beğendiğim insanları aldım. Bir de birçok insanın tavsiyesi oldu tabi. Sizin yaşamınızdan, filme yansıttığınız unsurlar var mı? Hayatınızdan ne kadarı bu filmde? Türk insanına özgü çatışmaları ortaya koydum filmimde. Hepimiz varız o filmde. Dolayısıyla ben de varım, siz de varsınız. 60’lardan başlayan ve hala daha Avrupa’ya göç etme fikri 7’den 77’ye hemen hemen birçok kimsenin kafasında bir yerde duruyor. ‘Made In Europe’da bu fikrin çok da iç açıcı olmadığını problem varsa da bunun insanlar olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Göçmenlerin bu şizofrenik hale gelen duruşuyla ilgili söyleyecekleriniz neler? Denemek isteyen şansını dener. İnsanları buralardan gitmek zorunda bırakanlar bu soruya cevap versin. Herkes kendi hayat macerasını kendi dilinde yaşamak ister. Önümüzdeki döneme ilişkin hedefleriniz neler? Başka projeleriniz var mı, paylaşabilir misiniz? Yeni projem var. Eylül’de İzmir Bornova’da çekmeye çalışacağımız bir şey. Yine küçük bir hikâye.En çok etkilendiğiniz film ve en son izlediğiniz film hangisi? The Last Picture Show(Peter Bogdanovich), Küçük Hırsız (Eric Zonca). Türkiye- Hırvatistan maçı da son izlediğim film. Röportaj: Köksal ARASwww.sinemalife.com
Makale: Bir Kitap İzleyelim mi?
07.07.2008

Makale: Bir Kitap İzleyelim mi?

Tamer Sağcan’ın ‘sinemada edebiyat uyarlamaları’ konulu makalesini sizlerle paylaşıyoruz. Bir Kitap İzleyelim mi? Hazırlanış aşamalarına bakıldığında sanat dalları arasında en zor harmanlanan ve yoğun bir hazırlık gerektiren dal hiç kuşkusuz sinemadır. Bir resmi meydana getirmek için bir palet ve fırça, bir müzik bestelemek için notalar ve enstrümanlar gerekirken, bir sinema filmini vücuda getirebilmek için; resimler, müzikler, senaryo, doğru oyuncu seçimi ve benzeri birçok şey bir araya gelmelidir. Bu gereklilikler içerisinde en önemli olanı kuşkusuz filmin temeli olan senaryodur. Her sanat eserinde olduğu gibi filmlerin de anlatmaya çalıştığı bir hikâyesi vardır. İşte bu hikâyeleri bulmak hususunda çoğu zaman tıkanan senaristler kitap uyarlamaları sayesinde hazıra kaçmayı tercih etmişlerdir. Fakat bu hazırcılık çoğunluğu hüsranla biten deneyimlerle sinema izleyicisini kuşatmıştır. Bir kitabın, çok satanlar listesine girmiş olması veya okuyucu kitlesini etkilemiş olması, o kitabın uyarlanması halinde başarılı bir film ortaya çıkacağı anlamına gelmez. Çünkü ortalama iki-üç saat anlatım süresi olan bir filmde, yine ortalama üç yüz ila dört yüz sayfalık bir romanın verdiği duyguyu kusursuz bir şekilde yansıtmak mümkün değildir. Buna rağmen en iyi anlatımı sağlayabilmek için en önemli kurallardan biri; kitabın senaryoya dökülmesi esnasında, kendi içeriğinden soyutlanmamasıdır. Her kitabın okurunun hayal gücünde farklı şekilde imgelendiğini düşünülürse, ortak paydaya yani kitleye ulaşmak için; karakterler için uygun rol dağılımı, kitabın atmosferini yansıtan isabetli sahne seçimleri ve kitabı okuyan, okumayan tüm kitlenin zihninde oluşturulacak ve tatmin edecek ortak bir hayal gücü gerekir. Bütün bunların sağlanması bile yönetmenin senaryoyu yorumlama şeklinde seyirciyi filmden ve hatta kitaptan uzaklaştırabilir ya da tam tersini gerçekleştirebilir. Burada önemli olan konu yönetmenin izleyiciyle, yazarın okuyucuyla konuşabildiği dilden konuşmayı başarmasıdır. Zira okurların çoğunluğu kafalarında ki imgelerin perdeye yansıma şeklinin yönetmenin yansıtma şeklinden farklı olmasından sıkça şikâyet eder. Kitap uyarlamaları aslında bir çeşit kumardır. Özellikle üstün anlatım gücüne dayalı başarılı kitapların sinemaya uyarlandığı gerçeği varken, bu hikâyeye dayanarak güzel ve başarılı bir film ortaya çıkartabilineceği gibi, yazarın eserini iki saatlik görsel bir rezalete çevirmekte mümkündür. İkinci ihtimalde okur kitlesinin nefretini çekmekse hiç zor olmayacaktır. Bu açıdan sinema tarihinin en başarılı uyarlamalarından biri hiç kuşkusuz Mario Puzo’nun Baba serisidir. Bunun gibi Steinbeck’in Gazap Üzümleri, Anne Rice’ın Vampirle Görüşme ve Stephen King’in Yeşil Yol uyarlamaları beyazperdeye başarılı şekilde yansıtılan sadece birkaç örnektir. Stephen King’den bahsetmişken ayrı bir parantez açmak gerekir. Korku ve gerilim türünde dünyanın en çok satan kitaplarının yazarı olan King, aynı zamanda güzelim kitapları beyazperdeye çok kötü şekilde uyarlanan bir yazardır. “Yeşil Yol”, Rita Hayword’u Seven Adam adlı kısa hikâyesinden sinemaya uyarlanan “Esaretin Bedeli” filmi ve bir iki film hariç, King’in kitapları olağanüstü hikâyelere sahip olmasına rağmen okuyucu kitlesini memnuniyetsizliğe sevk eden uyarlamalarla harcanmıştır. Zaten kitap uyarlamalarıyla başarılı bir film çekmek zorken yapımcı ve yönetmenler bu uğurda birçok okuyucuyu tatmin edememişlerdir. Özellikle korku ve gerilim türü filmlerde süregelen bu uyarlama fiyaskosu Stephen King ile kalmamıştır. Fransız sineması son yılların en önemli polisiye-gerilim yazarlarından Jean Christophe Grange’in Taş Meclisi, Kurtlar İmparatorluğu gibi muazzam eserlerini beyazperde de eksik ve yazarın anlatımından çok uzak bir şekilde anlatarak işi eline yüzüne bulaştırmıştır. Son yılların en çok konuşulan kitabı “Da Vinci Şifresi” ise bu anlayışta tavan yapmıştır. Sayılan uyarlamaların en göze batan ortak noktası ise karakterleri canlandıran yıldızları harcamamak adına kitapların harcanmış olduğudur. Elbette kitabı okumamış olan standart sinema izleyicisini görselliği ve hikâyesiyle etkilediği doğrudur. Bununla beraber büyük beklentiyle sinemaya giden okurları hayal kırıklığına uğrattığı da yadsınamaz. Son dönemlerde uyarlama konusunda iki önemli seri sinemaya damgasını vurmuştur. Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” serisi ve J.K. Rowling’in “Harry Potter” serisi edebiyattan sonra sinemada da fantastik ekolün temsilcileri olmuşlardır. Aslında Zindan ve Ejderha’nın sinemaya başarısız aktarımından sonra Yüzüklerin Efendisi serisinin sinemaya aktarımı konusunda fantastik edebiyatın sevenleri endişeye kapılmıştı. Buna rağmen seri çok yüksek bütçe, seçkin oyuncu kadrosu ve inanılmaz görselliğiyle seyirciyi çok memnun etse de kitabın fanatikleri bazı ana karakterlerin filmde yer almaması ve kitapta önemli sayılabilecek ayrıntıların atlanması vb. birçok ayrıntıdan şikâyet etmişlerdir. Tabi bu filmin başarısını etkilemediği gibi, serinin son filmini de Oscar ödüllerinde rekorlara taşıdı. Öyle ki serinin yönetmeni bu başarıya dayanarak Tolkien’in bir diğer kitabı “Hobbit” i sinemaya uyarlayacaklarını açıkladı. Aynı şeyleri Harry Potter serisi için söylemek ne yazık ki mümkün olmamıştır. Nispeten başarılı iki filmle başlayan seri, ilerledikçe gittikçe kısalmaya kitabın içeriği bile süreyi kısaltmak uğruna kırpılmaya başladı. Tabi bütün bu gelişmeler Harry Potter hayranlarının bir sonraki filmi büyük bir umutla beklemesine engel olamadı. Son dönemde kitap uyarlamalarına gittikçe bağlanan sinema sektöründen ufak bir ayrıntı verirsek konunun önemini kavrayabiliriz. Hollywood sadece geçen sene on bir kitabın uyarlamasını beyazperdeye sundu. Elbette bunların içinde Robert Ludlum’un efsanevi ajanı Bourne olduğu gibi başarısızı denemeler her zaman olduğu gibi çoğunluktaydı. Kitaplar insanların hayal gücünü tetikleyen, okuru yazarın algı dünyasında gezdiren büyülü nesnelerdir. İnsanlar kendi kurgularıyla algılamaya çalıştıkları yazarı, beyazperde de bir başkasının algı penceresinden izlerken beğeni eşiğinin normalden yüksek olması kaçınılmazdır. Kitap uyarlamaları işte tam da bu sebepten senaristler için eşsiz bir kaynak olsa da başarı şansı özgün senaryolara göre daha azdır. Çünkü özellikle okuyucu-izleyici kitle okuduklarını tıpkı kendi kafasında canlandırdığı gibi beyazperde de görmek ister. Filmler izlenmek, kitaplar okunmak içindir diyoruz. Peki, kitaplardan uyarlanarak çekilen filmler hikâyeyi okumuş ve zaten bilen insana ne anlatabilir? Zevklerin ve renklerin farklı olduğu dünyada bu sorunun iki olası cevabı vardır: Ya yüzlerce milyon dolarlar ve görsel efektlerin kişinin kendi hayal gücü yanında hiçbir kıymeti olmadığını, ya da bazı zihinlerin hayal güçlerinin birçoğumuzun algısını kapsayacak kadar geniş ve zengin olduğunu anlatabilir. İyi bir okur ve sinema izleyicisi olarak hep ikinci cevabı yaşamanızı dilerim.Yazar: Tamer SAĞCANPremier Grup
Timsah: Avustralya’nın Jaws’ı mı?
07.07.2008

Timsah: Avustralya’nın Jaws’ı mı?

2005’te ilk uzun metrajı “Wolf Creek – Kurt Kapanı” ile teen-slasher türünün hayranlarınca ilgi toplayan yönetmen Greg McLean, devam filmi beklentisindeki herkesi bir hayli şaşırttı. Üstelik hayalindeki filmi yaptı McLean kendi ülkesinde… “Benim için TİMSAH, Avustralya’nın Jaws’ıdır. Hem gerilim dolu, hem sürükleyici; hem de korkunç.” sözleriyle filmin kendisi için taşıdığı önemi belirten yönetmen belli ki düşlerinin peşinden gitmiş ve çocukluğunda izlediği filmleri de hayallemiş olsa gerek.
Sınırda: Fransa’nın Sağ Kanadına Muhalefet…
07.07.2008

Sınırda: Fransa’nın Sağ Kanadına Muhalefet…

1974 yılı giderek korku türü için milad haline gelmeye başladı. Tobe Hooper’in bizleri yamyam bir aile ile tanıştırdığı Gore filmi “The Texas Chainsaw Massacre” örnek alınan öncü film haline gelmiş durumda artık. Türlü kesici aletle kucağına gelmiş kurbanını kesip doğrayan ailelerin kan bağı sürekli olarak bu filme gidiyor. Sebepleri farklı olsa da aile bireylerinin sonuçları genelde aynı kapıya çıkıyor. Oysa Hooper’in bizleri tanıştırdığı aile sadece öldürüyordu. Herhangi bir sebebe ihtiyaç duymayan Hooper’in filminin gücü, şimdiki örnekleri gibi kesip doğrama, izleyicinin midesi ile mücadele etmesini sağlayan vahşet görüntüleri değil, atmosferiydi. Halen aynı atmosferi yakalayan bir örnekle karşılaşmış değiliz ama, Texas’taki ailenin daha kalabalık nüfuslu benzerleri sürekli karşımıza geliyor.
En Süper Kahraman: Bir Yusufçuk Nasıl Uçamaz?
02.07.2008

En Süper Kahraman: Bir Yusufçuk Nasıl Uçamaz?

Genel beğeni toplamış filmler üzerinden yapılan parodi filmler son zamanlarda daha sık karşımıza çıkar oldu. Sinema tarihinde geriye doğru bir yolculuğa çıkıldığında film parodileri konusundaki büyük ustaların daha çok belli filmleri değil de belli bir türü konu edindiğini görmek mümkün. 1970’lerin ortalarından itibaren popülerlik kazanan film parodileri, ilk başyapıtlarını, öncülerini de bu yıllarda çıkardı. Bu konudaki en büyük örnek hiç şüphesiz şahane İngilizler “Monty Python” ekibi olsa gerek. Kendi tarzlarını ustalıkla kabul ettiren ve büyük mitlerle, tarihsel konularda epik filmlerle geçtikleri dalga hala lezzetle izleniyor. 1975 yapımı “Monty Python and the Holy Grail” hiç eskimeyecek başyapıt olmaya devam ediyor. DVDsinde Matrix’in ekstralarındaki tavşan ile dalga geçecek kadar yenilikçi üstelik. Bu konudaki bir diğer öncülerden biri de hiç süphesiz Mel Brooks olsa gerek. 1976 yapımı “Silent Movie” ve Alfred Hitchcock filmleri parodisi (Özellikle de Vertigo) 1977 yapımı “High Anxiety” hala izlemekten bıkılmayacak filmler. Film parodileri konusunda daha üretken ekibin ortaya çıkması ise 1980 yılına denk gelmekte. David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker’dan oluşan ZAZ ekibi “Airplane” ile parodi filmleri kulvarında daha yeni bir yol açtı. Film parodileri konusunda öncü sayılan Airplane sonrası ekip tam gaz üretmeye devam etti. Val Kilmer’in “Elvis”vari rolündeki performansı ile “Top Secret”da unutulmazlar arasına girdi. Bu tür filmlerin ayrılmaz parçası oyuncu Leslie Nielsen ile tanışıp sevmemizi sağlayan “Naked Gun / Çıplak Silah” ise bir seriye dönüşüp fenomen olanlardan. ZAZ ekibi ilerleyen zamanda ayrılsa da imzalarını attıkları yapımlarda belli bir çizgiyi koruyorlar. Jim Abrahams’ın tek başına çektiği “Hot Shot” Top Gun ile alay ederken, 9.5 haftadaki sevişme sahneleriyle de kafa bulup seyirciyi eğlendirmişti. 2000’lerde ise bu kıvılcımı Keenen Ivory Wayans yakmaya çalıştı. Ana fikri “Scream”’den ödünç alınmış gibi dursa da “Scary Movie” seyirci tarafından beğenilen yapımlardan biri. Ama birinci filmden bu yana her şey çok değişti. Her filmin daha fazla seyirciye ulaştığı günümüz sinema ortamında artık elbette malzeme de bol. Ama artık bu avantaj olmuyor izleyici için, tam bir eziyete dönüşüyor. Bir türü kendine malzeme edinen yeni dönem parodilerinin öncüllerine göre maalesef hikaye anlatma, neden-sonuç ilişkilendirme gibi sorunları yok. Artık bu tarz filmler skeçlerden oluşuyor. En Süper Kahraman’da aynı sorunları taşıyor. Tiye alınan konu bu kez adından da anlaşılacağı gibi “Süper Kahraman” filmleri. “Dünyayı kurtarmak için kaç tane süper kahraman gerekir?” sorusunu soran bir film En Süper Kahraman, açılışını Örümcek Adam ile yapıyor. Uzun süre de bu kaynaktan besleniyor. Yönetmen Mazin başlangıç noktasını şöyle açıklıyor; “İyi yapılmış süper kahraman filmlerinin hepsinde nasıl başarılı bir süper kahraman olunacağını öğrenen bir karakter vardır. Başlangıçta bu güçlerini nasıl kullanacağı konusunda bocaladığını görürüz. Bu noktada ‘Ben kimim?’ sorusunu kendi kendine sorar. Ancak en büyük düşmanını yeninceye kadar gerçek anlamda başarılı bir süper kahraman değildir. Ayrıca o düşmanın mutlaka bir süper düşman olması da gerekmez. Kimi zaman düşmanı ta kendisidir, onu gerçek bir kahraman olmaktan alıkoyanın yine kendisi olduğunun farkına varır. Bizim kahramanımız Rick’in çıktığı yolculuk tam olarak budur.” Rick okul gezisinde Örümcek adamla aynı kaderi paylaşarak ısırılıyor ama bu kez bir “Yusufçuk” tarafından. Bu ısırılma sonrası süper güçlerini öğrenme süreci başlıyor. O arada da çocukluğunu hatırlayan yeni süper kahramanımız “Batman” serisi ile dalgasını geçiyor. Aslında iyi başlayan film sonrasında neredeyse temel bir öyküyü baz almadan, skeçten skeçe zincirleme geçiş yaparak sıkıcı bir hal almaya başlıyor. Parodisi yapılan filmlerin olmazsa da olurmuş izlenimi veren sahneleri can sıkıyor. Ya da daha yaratıcı olabilirlerdi beklentisi çıkıyor ortaya. X-Men filminden çıkarılacak malzeme okulda geçmesimidir? Bu mudur yaratıcılık. Xavier’in tekerlikli sandalyede doğmuş çocuklardan oluşan aileyi belaltı edebiyatı ile vurgulaması mıdır? 4 arkadaşın yan yana geldiğinde yapabileceği “Fantastic Four” esprilerini filmde görmek de pek bir şey fark ettirmiyor. Hele birde Stephen Hawking karakteriyle dalga geçilmesi var ki o sahnelerde de film yerlerde sürünüyor. Yeniçağın dahisinin ağzından sürekli cinsel ilişki isteği çıkması, bel atından başka bir şey konuşmaması da filmin girdiği ucuz yollardan biri… Süper kahraman olmanın sırlarının peşindeki Rick’in yolu sürekli cinsel esprilere çıkıyor. Her karakter durmadan sex’ten bahsedip, cinsel espriler yapması sabır sınırlarını da zorluyor seyircide. Film yaparken ihtiyaç duyduğu motivasyonu yüreğinden aldığını ifade eden Craig Mazin, “İzleyiciyi güldürmek hoşuma gidiyor. Böyle filmler yapmamın tek nedeni budur. Bu filmleri sinemaya gelen izleyicinin sekiz-dokuz dakika kesintisiz gülmesi için yapıyorum” diyor ama bu konuda da yaşlı bir kadının aşk sahnesinin ortasında sürekli gaz çıkarmasından medet umuyor. “Parodisini yapmak istediğiniz film türünü sevmiyorsanız iyi espri çıkaramaz ve elde edemezsiniz. ‘Scary Movie’ serilerinde ti’ye aldığımız korku ve gerilim filmlerinin hepsini çok seviyorduk. “En Süper Kahraman”da ti’ye aldığımız ‘Spiderman’, ‘Batman’ ve benzeri süper kahraman filmlerinin de hepsini kesinlikle seviyoruz. Onlara tutkunuz.” diyen Mazin’in sevdiği ve tutkunu olduğu filmleri tiye alırken biraz daha özen göstermesini beklemekten başka çare yok o halde…
‘X Files 2’nin Açılış Sahnesi
27.06.2008

‘X Files 2’nin Açılış Sahnesi

“X Files” dizisinin hayranları nefeslerini tutmuş, konusu sır gibi saklanan ‘X Files: I Want to Believe’ filminin 12 Eylül 2008’de ülkemizde gösterime girmesini beklerken; Sinemalar.com filmin açılış sahnesini sizlerle paylaşıyor. Chris Carter’ın yönetmenliğini üstlendiği filmin konusu henüz açıklanmış olmasa da, dizinin en çok ilgi gören bölümlerini takip eden bir olay örgüsüne sahip olduğu konuşuluyor. “X Files” dizisi ile dünya çapında şöhreti yakalayan oyuncular David Duchovny ve Gillian Anderson’ı yeniden biraraya getiren filmde, ajanlarımız Fox Mulder ve  Dana Scully karşılaştıkları garip bir vakanın peşine düşürken, bizlere yine heyecan ve gerilim dolu anlar yaşatacaklar. İşte 12 Eylül 2008’de ülkemizde gösterime girecek  ‘X Files: I Want to Believe / X Files 2’ filminin açılış sahnesinden kısa bir bölüm: