2008’in En İyi Filmleri Belli Oldu!
09.01.2009

2008’in En İyi Filmleri Belli Oldu!

8 Aralık 2008 – 8 Ocak 2009 tarihlerinde arasında gerçekleşen “2008’in En İyi Filmleri” oylamasına toplam 12664 Sinemalar.com kullanıcısı katıldı. 2008 boyunca gösterime giren 25 yerli ve yabancı film içerisinden kendi favorilerine oy veren kullanıcılarımız, yılın en iyi filmlerini belirledi.En İyi Yerli Film “Recep İvedik” “2008’in En İyi Yerli Filmi” kategorisinde, toplam 2552 oy ile birinci seçilen “Recep İvedik”, Sinemalar.com Altın Popcorn’un sahibi oldu. Oylamada ikinci olarak dereceye giren “Issız Adam”, Sinemalar.com Gümüş Popcorn ile ödüllendirilirken; üçüncü sıraya yerleşen “A.R.O.G.” ise “Sinemalar.com Bronz Popcorn”un sahibi oldu.  En İyi Yabancı Film “Kara Şövalye”  “2008’in En İyi Yabancı Filmi” kategorisinde, toplam 2750 oy alan “Kara Şövalye” açık ara farkla birinci olurken; “Testere 5” ikinciliği, “Ben Efsaneyim” ise üçüncülüğü elde etti. Oylama içerisinde düzenlenen yarışmada, 12 şanslı Sinemalar.com kullanıcısı aralgame.com’un katkılarıyla yepyeni Play Station oyunlarının sahibi oldu. Yarışma sonuçlarını öğrenmek ve verilen oyların filmlere göre dağılımını görmek için yarışma sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
5 Maddede ‘Vali’
08.01.2009

5 Maddede ‘Vali’

1.    Türkiye’de sinema izleyicisi, “Asmalı Konak” ve “Kurtlar Vadisi” gibi örnekler sayesinde televizyonda izledikleri bir dizinin beyazperdedeki film versiyonunu görmeye alıştı. Buna yeni bir örnek daha eklendi: “Vali”. Bu kez “Köprü” dizisinin devamı değil, baş karakterin aynı olduğu, bağımsız bir film var ortada. Yani filme gitmek için ille de diziyi takip etmiş olmanız gerekmiyor. Filmde yaptığı işlerle ve aldığı kararlarla öne çıkan ve bir kaza(!) sonucu hayatını kaybeden Recep Yazıcıoğlu’nun hikâyesinden yola çıkılmış. Ve ölümünün arkasındaki sır perdesi izleyiciye aktarılmış. Filmin yönetmeni, dizideki gibi Çağatay Tosun ve bu yönetmenin ilk sinema filmi.2.    “Vali”nin başrolündeki Faruk Yazıcı karakterini, dizide olduğu gibi Erdal Beşikçioğlu canlandırıyor ve gayet de güzel oynuyor. O’na yine gayet iyi isimler eşlik ediyor. Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu ve Şemsi İnkaya bunlardan sadece birkaçı. Hepsi için ayrı ayrı güzel şeyler söylemek mümkün ancak yılların oyuncusu Şemsi İnkaya’nın kısa ama etkili oyunculuğu görülmeye değer. Bu arada filmin sürprizlerinden biri de aslında şarkıcı olan ve “Yabancı Damat” dizisiyle yıldızı iyice parlayan Özgür Çevik’in de kısa bir rolle de olsa filmde yer alması. 3.    “Vali”, Hollywood filmlerinin aksiyon sahnelerinden biriyle açılıyor adeta. Özdemir Sabancı suikastına gönderme yapan bir operasyonla başlayan filmden bu sahneyle beraber ne bekleyeceğinizi bilmiyorsunuz. Herkesi atlatarak içeri sızan bir kadın ajan, tüm güvenlik görevlilerini alt ediyor ve hedefine kolayca ulaşıyor. Ardından da ustalıkla adeta uçarak binadan uzaklaşıyor. Ya da başka sahnelerde yabancı dedektif ve komiserlere ait klişeler göze çarpıyor. Bunlar yabancı filmlerin artık klasik haline gelen sahnelerinden ancak sanki biz yapınca elbise üstümüze tam oturmuyor. Yabancı bir madde bizi rahatsız ediyor ve inandırıcılık derecesi de o kadar azalıyor. Tamamen Türkiye’ye ait bir adamdan ve olaydan bahsederken bunlara gerek var mıydı, bilinmez.4.    Filmde Michael Peterson’u canlandıran Ahmet Somers’in Türkçe aksanı hiç inandırıcı gelmedi hatta yer yer komik buldum. Türkçe kelimeleri bozuk kullanan bir adam bazı cümleleri bu kadar düzgün bir dille nasıl konuşabiliyordu anlayamadım. Gerçi filmdeki çoğu oyuncu tiyatro kökenli olduğundan hep harika ses tonları, düzgün vurgular duyuyorsunuz ama sadece buna takılırsanız da filmden uzaklaşma ihtimaliniz var.5.    Bir macera filmi gibi başlayan “Vali” ikinci yarıda öyle dramatik bir hal alıyor ki, şaşırıyorsunuz. Elbette belli dozlarda duygusal sahne konarak seyircinin içine işleyen anlar yaratılır ancak bu doz aşılırsa durum sıkıntılı bir hale gelebiliyor. Çok duygusal bir sahne, başka duygusal sahnelerle uzatılınca kesinlikle etkisini kaybediyor ve sıkıcı oluyor. (Yine gözyaşı tehlikesi olan sahneler bunlar) Sonra bir anda tekrar bir macera filmine dönüyorsunuz. Film bu anlamda arada kalıyor. Ne oraya ait olabiliyor ne de başka bir yere. Tüm bunlara karşın iyi bir seyirlik olduğu söylenebilir, en azından güzel bir şeyler için çaba sarf edilmiş.
5 Maddede ‘Barselona, Barselona’
08.01.2009

5 Maddede ‘Barselona, Barselona’

1.    1960’ların ortalarında seyircinin filmleriyle tanıştığı bir isim Woody Allen. Ve o zamandan bu yana dikkat çekmeyi başaran bir yönetmen, oyuncu, yazar ve dahası... Herkesten daha farklı çalışan aklının son ürünü ise “Vicky Christina Barcelona” ya da Türkiye’deki gösterim adıyla “Barselona, Barselona”. Son dönemde yapmış olduğu “Maç Sayısı”, “Scoop” ve “Cassandra’nın Rüyası” gibi filmlerle yıllardır alışılagelen “New York’tan başka yerde film çekmeme” kuralını bozup İngiltere’ye giden Allen, bu kez daha sıcak bir yere, İspanya’ya çeviriyor kamerasını. Ve son dönem filmlerine nazaran eski sinemasına daha yakın bir film çıkıyor ortaya.2.    Film öncelikle Scarlett Johansson, Penelope Cruz ve Javier Bardem gibi yıldız başrol oyuncularıyla dikkat çekiyor ancak filmin gizli başrolünde şüphesiz İspanya ve Barcelona var. Baştan sona sizi sıcak atmosferinin içine gerek güzel manzaraları, gerekse gitar tınılarıyla davet eden Barcelona’da olmak istiyorsunuz ister istemez. Mekanik ve kirlenmiş şeylerden uzak, sanki hayatın kendisiyle karşılaşmışsınız gibi hissediyorsunuz. Öyle ki filmdeki bir karakterin molada hava almak için çıktığı gökdelenler arasındaki yerde bile rahatsız olup, Barselona’daki karakterlerin en sıkıntılı anlarında bile şehirden dolayı rahatlık duyuyorsunuz. Onlarla beraber bisiklet sürmek, fotoğraf çekmek, şarap içmek istiyorsunuz ya da Woody Allen’in dediği gibi “baskıcı Amerikan kültüründen” kurtulup özgür bir Avrupalı gibi yaşıyorsunuz.3.    Oyuncular filmin hakkını yeterince verirken, aralarındaki çekim ya da gerilimlere kaptırıyorsunuz kendinizi. Aynı heyecan ya da kıskançlığı yaşatıyorlar seyirciye. Allen ile üçüncü filmini çeken Scarlett Johansson sadece güzel bir sarışın olmadığının altını bir kez daha çizerken; Bardem ve Cruz’un karşılıklı “dilden dile geçen” oyunları da görülmeye değer. Eski karısı Maria Elena’yı(Cruz) yeni sevgilisinin önünde İspanyolca konuşmaması için sürekli uyaran Juan’ın (Bardem) “Speak English” tekrarları pek keyifli olmuş. Bu arada Cruz ve Bardem’in karşılıklı İspanyolca atışmalarının geneli doğaçlama olmuş ve aslında kimse fazla bir şey anlamamış. Filmin yazıları yazılırken tam olarak neden bahsettikleri anlaşılmış. Yönetmen de ortaya çıkan işten gayet memnun kalmış.4.    Woody Allen’in ilişkilere ve kadınlara dair enteresan yaklaşım ve çıkarımlarını son filmlerine göre bu filmde daha ağır olarak hissediyorsunuz. Bir aşk üçgeninden çıkıp dörtgenine giriyorsunuz. (Bir Umay Umay şarkısında da geçtiği gibi “üç köşe yetmez karelere böl beni “durumu söz konusu) Ve bu durum aleni olarak yaşanıyor. Kimse birbirinden gizli iş çevirmiyor aslında ve herkesin kuralları ve dengeleri değişmeye başlıyor. Eskiden karı koca olan bir çiftin yeni sevgililere rağmen birbirlerinden vazgeçememeleri, ne istediğini değil ama ne istemediğini bilen bir kadının maceraya atılışı, nişanlı olan başka bir kadının aile anlayışının bir gecelik ilişkiyle yıkılması vs. Her ne kadar Allen’in ilişkiler üzerine söylemleri eleştirmenlere ve çoğu izleyiciye göre ilk döneminde daha önemliyse de, bu filmde de yeni şeyler bulabilirsiniz. Hele ki Allen sinemasıyla yeni tanışıyorsanız.5.    Filmin fragmanını izlediğinz zaman yıldızlarla süslü ve gayet eğlenceli bir romantik komedi izleyeceğinizi sanabilirsiniz ancak karşılaşacağınız tam olarak bu değil. Malum bir gişe filmi değil, bir Woody Allen filmi izliyorsunuz. Daha çok diyaloglara dayalı film, aslında yönetmenin de dediği gibi “görünenin aksine daha çok hüzünlü bir film”. Ancak gerçek bir sinema tadı almak için gayet ideal bir film seçimi olacaktır. “Yok, ben sadece eğlenmek, eski model şakalara gülmek istiyorum” derseniz bu sizin filminiz olmayabilir.
‘Vali’ Görücüye Çıkıyor!
08.01.2009

‘Vali’ Görücüye Çıkıyor!

Yapımcılığını Ata Türkoğlu’nun, yönetmenliğini M. Çağatay Tosun’un üstlendiği, senaryosuna Batur Emin Akyel ile M. Çağatay Tosun’un imza attığı “Vali” filminin galası 7 Ocak Çarşamba akşamı İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Galaya Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, İstanbul Valisi Muammer Güler ile filmin oyuncuları Erdal Beşikçioğlu, Şebnem Dönmez, Ayşegül Ünsal ve İsmail Hacıoğlu katıldı. Çekimleri 8 haftada Denizli, İstanbul, Ankara, Uşak ve Nazilli olmak üzere beş farklı şehirde, 38 ayrı mekanda gerçekleştirilen film, 9 Ocak Cuma günü seyirci ile buluşacak. Aksiyon sahneleri ile dikkat çekecek filmde, başrolde yer alan Erdal Beşikçioğlu’na, Şebnem Dönmez ve Uğur Polat’ın yanı sıra, İsmail Hacıoğlu, Şemsi İnkaya, Özgür Çevik, Hakan Boyav, Ayşegül Ünsal ve Hakan Gerçek gibi ünlü isimler eşlik ediyor.Filmin Konusu Vali Faruk Yazıcı’nın çocukluk arkadaşı olan MTA mühendisi Ömer Uçar (Uğur Polat) ve ekibinin, Denizli’deki zengin uranyum yatağı ile ilgili elde ettikleri bilgiler üzerine başlayan şüpheli ölümler… Olayların ardındaki gerçekler ve sisteme karşı oluşan genel güvensizlik… “Vali” filminde Erdal Beşikçioğlu yine, idealist ve vatansever Vali Faruk Yazıcı’yı canlandırıyor. Kamera Arkasından Özel Notlar •    8 haftada tamamlanan filmin çekimleri Denizli, İstanbul, Ankara, Uşak, ve Nazilli olmak üzere beş farklı şehirde, 38 ayrı mekanda gerçekleştirildi. •    Denizli’de bulunan eski Denizli Lisesi restore edilerek kullanıldı. •    Uşak Garı’nda çekilen sahne için 7 vagonlu tren kullanıldı. •    MTA arazisi olarak kullanılan 15 dönümlük çorak arazide bir ay süren hafriyat çalışması sonucunda on beşer metrelik iki dev kuyu ve beşer metrelik 8 adet küçük kuyu açıldı. •    Filmdeki aksiyon sahneleri 5 kamera ile çekildi. •    Aksiyon sahneleri için 3 adet özel modifiye edilmiş araba tamamen parçalandı. •    20 adet arabanın kullanıldığı sette nadir bulunan 1 adet Chevrolet 1952 de yer aldı. •    1300 oyuncuyla tamamlanan filmde kullanılan kostümlerin bir kısmı yönetmen M. Çağatay Tosun tarafından tasarlandı. •    Filmin soundtrack’ı için 3 müzisyen 26 parça besteledi. •    Filmin ses efektlerinin tamamı İngiltere’de Zound stüdyolarında yapıldı.
Mutant Günlükleri: Eni Sonu Bir Kitap!
05.01.2009

Mutant Günlükleri: Eni Sonu Bir Kitap!

Bilgisayar oyunlarının beyazperde uyarlamaları dolu dizgin devam ediyor. Bu serinin son halkası, gotik ülkeden RPG oyunu “Mutant Günlükleri”. İskandinav pasaportlu oyunun filmi de doğduğu topraklara hayli uyumlu, bolca karanlık bir gelecekte geçiyor… Yönetmen koltuğunda henüz ikinci filmini çekmiş Simon Hunter’ın oturduğu “Mutant Günlükleri”nin senaryosunda ise Paul W.S. Anderson’un bilimkurgusu “Ufuk Faciası”ndan sonra ortadan kaybolan Philip Eisner’ın imzası bulunuyor. 1997 tarihli 11 dakikalık kısa korku filmi “Wired” ile kariyerine başlayan Hunter, ilk uzun metrajını 2000 yılında senaryosunu da yazdığı “Lighthouse”a çekerken de korku türüne örnek vermiş ve korku severlerin ilgisi ve ödüllerle karşılanmıştı. Temelde beğenilen bir oyuna ek olarak bu iki isim ve iyi bir oyuncu kadrosuna sahip bir künyeyle ilk başta hayli ilgi çekici gözüküyor… “Mutant Günlükleri” kısa bir özetle, her şeyi anlatarak başlıyor. Dış dünyadan uzaya gelen bir makine buz devrinin sonunda ortaya çıkmış, tek amacı da insanoğlunu mutanta çevirmekmiş. Neachdainn adındaki bir savaşçı insanları birlik olmaya çağırmış, bu sayede makine yeraltına mühürlenmiş. Doğu Avrupa’nın uzak dağlarında Neachdainn soyundan gelen Kardeşler birliği hala makinenin hayatta olduğundan bahsediyor. Bu konudaki kitaba yani günlüğe de bir koruyucusu eşliğinde gözleri gibi bakıyorlar… Yıl 2707… Dünya 4 birlik tarafından yönetilmekte… Mishima doğuyu, Bauhaus ve Imperial Avrupa ve Afrika’yı, Capitol’de batıyı yönetiyor. Dünyada kalan son kaynaklar için savaşıyorlar. Avrupa\'nın terkedilmiş diyarında Bauhaus Birliği, Capitol hatlarına yeni bir saldırı düzenlemek için hazırlık yapıyor… Tam da bu sırada sıkı bir savaş filmi gibi başlıyor “Mutant Günlükleri”… Yağmur altında, karanlıkta, hareketli kamera açıları ile efektleri de çok iyi kullanarak iyi bir atmosferle gelen açılış, bombaların sonrasında savaşın ortasında açılan bir kapak ile tanıştırıyor bizi. Hayli etkili sahneler ardı ardına geliyor. Makinenin canlanıyor ve mutantlar insanoğlunu bir kez daha mutanta çevirmeye başlıyor… Bundan sonrası makinenin yok edilme, dünyanın da kurtarılması esasına dayanıyor. Mutantlar denince akla gelen zombie benzeri dönüşüm yaşayan yaratıklar olsa da, öyle bir dönüşüm yok. Sadece elleri bıçak oluyor ve avladıklarını makineye sürüklüyorlar o kadar. Daha en başından hikayenin yolu açılırken, klişeler bolca kullanılmaya başlanıyor. Askerlerin künyelerini biriktirme, her ortamda pervasızca sigara yakma gibi dramatik planlara, kötü repliklerde eklenince filmin tercihi de ortaya çıkıyor. Klişeleri kullanmak ve onları tersyüz etmek… Sadece durumdan faydalanma yoluna gidiliyor. Daha yarım saat dolmadan, tüm olayların tekrar kısaca özet olarak gösterilmesi hayli gereksiz ve seyirciye hakaret… Klişeler kardeşler birliğindeki Samuel’in inanç ile her şeyi kurtaralım çağrısıyla başlıyor. Kardeş Samuel, saldırı karşısında gemilerle kaçmakta olan insanoğluna sesleniyor… İnanarak bu savaşı kazanabiliriz… Kısa rolde gözüken John Malkovich’in canlandırdığı yönetici Constantine de doğal olarak soruyor. Koca bir ordunun yapamadığını nasıl yapacağız?... Emrine asker isteyen Samuel’e imkan sağlanıyor. Bu arada ilk klişe de kullanılıp atılıyor… Yönetici gemilerle kurtulmak yerine, kalmayı seçiyor… Kardeşlik binasında, koruyucusu ile saklanan kitap yerinden çıkarılıyor. Birlik toparlanıyor. Birbirlerine karşı savaşanlar, artık aynı cephede yer alıyor böylece. “Mutant Günlükleri” elde Samuel, inancın zaferini anlatıyor ama, ekipte inanmayan biri var… Tüm klişelerin doruk noktası ise “Matrix”teki Neo beklentisi, bir kehanette yer alan beklenen kurtarıcı rolü beklentisi olarak görünüyor. Samuel bu kurtarıcının kendisi olduğuna inanıyor o ayrı… Herkesi birleştirecek kurtarıcı inancı derken, kitap da sorgulanmaya başlıyor nihayetinde… Samuel de eninde sonunda bunun bir kitap olduğu gerçeği ile yüzleşiyor. Kitabın koruyucusu Severian’ın erkek çoğunluklu birliğe saçlarını kestirerek katılması ile saçmalıklar silsilesi ise senaryonun eksiklerine start veriyor… Birliğin makineye ulaşmak için, kitaptaki harita yardımıyla başladığı yolculuk ise, aksiyonu ne kadar bol olsa da tamamen saçmalıklar ve hatalar zincirinden ibaret. Yerin altına inilmesi gerekiyor ama öyle tuhaf bir mekan kullanımı ve ona eşlik eden kamera açılarıyla yaratılmış (ya da yaratılamamış) kurgu var ki evlere şenlik. İnandırıcılıktan uzak mekan geçişleri ile başlayan yolculuğun en olumlu ya da göze hoş gelen tarafı, dünyayı terk edip uzaya kaçan insanoğlunun hala buhar gücünden faydalanması… Jules Verne romanlarından çıkmış gibi duran gemilerin kullanılması ayrı bir hoşluk olmuş. Ortaya çıkan gelecek tasviri ateşli silahların kullanıldığı, beklenenin tersine ileri teknolojinin kullanılmaması da ayrıca dikkat çekici. Yolculuk sırasında Hunter’ın beklenen kişi olmasını kuvvetlendirecek müdahaleleri sonrası, yaralı arkadaşının el bombası isteğinin hemen ardından sigara yakacak rahatlıkta olması da ana karakterin klişe dışı hareketlerinden. Madem insanoğlu yok edebilecekti makineyi, neden yok etmeyip kilitledi… Üstelik yok etmeyi sağlayacak düzeneği ve kitabı muhafaza edip korurken… Diğer bir nokta da madem Mutantlar silahla ölmüyorlar, kılıçla ölüyorlar o zaman neden herkes silahına davranıyor sürekli… Bu ve bunun gibi birçok soruya yanıtın bulunamadığı mantık hatalarıyla dolu film, sonunda erkek egemen birliğin kadın çoğunluğuyla makineye ulaşması, inananın ilk başta kaybeden olduğu finalle noktalanıyor… Sıkıcı bir tempoya sahip olmayan “Mutant Günlükleri”, sıkı bir savaş sahnesiyle açıldıktan sonra, gerek mantık hataları, gerek mekan ve kurgu hatalarıyla sürekli yolculukta olduğu gibi dibe inerek, tüm beklentilerin altında kalıyor…
Yolcular: Farkındalık ve Seçimler…
05.01.2009

Yolcular: Farkındalık ve Seçimler…

Baba olmanın eşiğindeki Ronnie Christensen’in, “ya ölürsem” korkusuyla neleri kaçırdığını düşünerek yazmaya başladığı senaryo sonunda pelikülde. Duyulmaya başladığından itibaren “Lost” ve “Fearless” karışımı olarak beklenti yaratan, oyuncu kadrosu ile de seçim sebebi olan “Yolcular”ın yönetmen koltuğunda ise ısrarla ilk tercih olarak düşünülen Rodrigo García oturuyor. Aynı gün okudukları senaryoyu beğenen üç yapımcının “finaline aşık olduk” diye tanımlayarak giriştikleri “Yolcular”, yapım ekibinin sık tekrarladığı bir “aşk” filmi temelde. Hem de “her şey biter aşk baki kalır” türünden. İlk bakışta gerilim filmi hissi uyandıran film, sadece bu yönü ile değil, bir de finali ile sürpriz yapıyor izleyicisine. Yönetmen Rodrigo García’nın “Boomtown”, “Sopranos” ve “Carnivale” gibi iyi dizilerde yönetmenlik yapmışlığı var. “Yolcular”la dördüncü filmini çekmiş olan García, kendini 2000 yapımı bol ödüllü “Nine Lives” ile kanıtlamıştı. Görüldüğü üzere işine ve senaryoya aşık bir yapım ekibi ile tam bir bütün halinde yola çıkılmış.   “Yolcular”, direk açılışı ile “Lost”u andırarak başlıyor. Daha sonra genç terapist Claire’i tanımaya başlıyoruz. Özel hayatında kimseyle iletişim kurmayan, her daim ihtiyatlı olan Claire kazadan kurtulanlara grup seansı yapmak üzere görevlendiriliyor. Claire’in tam zıttı olarak kafasına estiği gibi yaşayan Eric, bu grup seansı teklifine karşı çıkıyor, böylece aşk konusunda ilk düğüm de atılmış oluyor. Claire’in, Eric’in evinde terapi yapmak üzere anlaşması da her şeyin ilk adımı… Eric’le yakınlaşma, beğenip beğenmeme kararsızlığı arasında, hastalarıyla bile sağlıklı iletişim kuramayan Claire’e uzak durduğu komşusu bile öğütler veriyor. Kaçan fırsatlarını düşünüp üzüldüğünü anlattıktan sonra verdiği öğüt de filmin ana mesajı aslında. “Kanatlarını aç…” Zaten film temelde romantik gerilim gibi gözükse de, sürekli herşeyin farkında olmak ve fırsatları yakalamak üzerine vurgu yapıyor… Eric’in evindeki teknolojik cihazlardan sonra, yalnızlaştığını hissetmesi, bundan sonrası için sadece yapmak istediklerini özgürce yapabileceği adımlar atması örneğin resim yapmaya başlaması psikolojik yapıyı hazır ediyor. Seansa katılan, fark edilir korkaklığının yarattığı utançla yıkılan, otuzlu yaşlarındaki Dean; güzel ve gençliğin verdiği cüretkârlıkla dolu, yirmili yaşlardaki Shannon; ellili yaşlarını süren, yaygaracı ve sinirli Norman ve Norman’dan on yaş genç, konuşmakta da kat kat çekingen davranan Janice ile işler iyice derinleşiyor. Bir de grup seansını dışarıdan birinin fark edilmesi, Claire’in havayolları şirketinden Arkin ile görüşmesinden çıkarılacak gerçeği saklıyorlar yargısı ile film tam bir komplo filmine dönüyor. Komplo bağı hazır kurulmuşken, Eric Claire aşkının başlamasıyla birden film kurduğu yapıyı tamamen unutarak, doğaüstü olaylara girişmeye çalışıyor.  Ve ordan itibaren de hızla irtifa kaybediyor. “Birdy”nin final sahnesinin kopyası ile başlayan, Claire’le Eric’in doğaüstü olaylarla karşılaşma ihtimalleri gibi sorularla tamamen yön değiştiren film haddini aşarak “Lost”, “Diğerleri” (The Others) ve “6.His” ile aynı kulvarda yüzmeye çalışıyor. Bu çabada senaryodaki gedikleri, hataları beraberinde getiriyor. Üstelik bazıları çok belirgin hatalar oluyor. Eric kısaca tanıtılıp, aşka ağırlık verilince hikayeyi ve özellikle de finali daha da kuvvetlendirecek bağlar da kurulamıyor. Claire’in kız kardeşi ile aralarının kötü olması ilk sahneden itibaren işleniyor ama ayrıntıya girilmiyor, kapanış sahnesindeki duygusuzluğu uyandırıyor. Tek başına işlenip, komplo ve benzeri yanlış yönlere dağılmasa daha etkili olabilecek final bu sayede bir parça güme gidiyor ve tatmin etmiyor. “Dev bir yumruk yemiş gibi oluyorsunuz,” diyor yapımcı Matthew Rhodes, “ve aniden bunun hayal ettiğinizden çok daha büyük bir aşk öyküsü olduğunu anlıyorsunuz. Başlangıçta sizi koltuğunuza mıhlayacak bir gerilim filmi izliyor ve tahminler yürütüyorsunuz ve sonunda geriye dönüp baktığınızda ‘çok güzel bir aşk hikâyesi izledim’ diyorsunuz. Bu filme aşık olmamızın ve onu çekmemizin nedeni de bu.” dese de bu sözler seyirciye geçmiyor, geçemiyor… “Yolcular”, beklentileri karşılamasa da, tempolu ilerleyip sıkmaması sayesinde sürpriz finaliyle yumruk atacak seyircisini bekliyor.  
Davetsiz Gelen 2: Herşey Son 10 Dakika İçin!
05.01.2009

Davetsiz Gelen 2: Herşey Son 10 Dakika İçin!

1994 - 1998 arasına 8 film sığdırsa da, çektiği düşük bütçeli filmler ile istediği çıkışı yakalayamayan Dave Payne, 2001’deki tuhaf dans revü filmi “Just Can\'t Get Enough” ile şaşırtmış, arkasından 4 yıllık bir dinlenme dönemine girmişti. 2005’te “Reeker” ile çıkageldi. Sürpriz finali, ölmeden önceki film şeridi flashback’i ile fark yaratan, birçok korku filmi hayranının geç keşfettiği film, öyküsünü kullanma becerisi ve zeki senaryosu ile türünün farklı örnekleri arasına yerleşti. Düşük bütçeli korku filmleri arasında da kendine hatırı sayılır bir yer edindi. Uzak ve ıssız bir otoyol açıklanamaz bir şekilde kapandığında, beş öğrencinin kendilerini çölün ortasında buluvermesi ile başlayan ilk film, otelde geçiyordu. Hem otel atmosferini hem de teen slasher formüllerini kullanan film hayli sıkıcı olsa da, bir hayli etkili bir finale sahipti. Tasvir edilen katil tarafından sıkıştırılan ve avlanan gençlere aslında ne olduğunu görmekse hayli şaşırtıcı bir süprizdi. Payne bu kez 3 sene ara verdikten sonra, ikinci filmle dönüyor. Yine kendi senaryosu ile… “Davetsiz Gelen 2”, ilk filmde olduğu gibi yine çölün ortasında açılıyor. Ama bu kez 1978’e gidiyoruz… Ölüm Vadisi’nde cinayetler işleyen bir seri katilden haberdar olduktan birkaç dakika sonra kim olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bu sırada Payne, yarattığı karaktere tıpkı Elm Sokağı başta olmak üzere seri korku filmlerinin devamlarında olduğu gibi bir geçmiş yaratıyor. Sesler duyan bir adamın, şerif yardımcısından kurtulduktan hemen sonra teslim olması ve “burada işimin bittiğini söylediler” açıklaması sonrası gelen idam sahnesi ile şerifliğe yükselen McAllister ile de tanışmış oluyoruz. Günümüze geçişte, yine aynı mekanda gerçekleşiyor. İlk filmden birçok hatırlatmanın kullanılacağını anladıktan hemen sonra, üç soyguncu firari ile tesadüfi karşılaşma sonucu şerif ve yardımcısının çatışmaları, olayların benzinlikte geçmesi sonucu gelen patlama ile film bildik sulara akmış oluyor. Bu kez daha klişe bir topluluk var… Araları açık ve aynı meslekten bir baba – oğul, üç soyguncu, bir doktor, bir de eski sevgili… Aralarındaki tüm klişe olay örgüsü, aynen beklendiği gibi gelişiyor. Patlama sonrasında herkes kayboluyor ve sadece 7 kişi olduklarını anlıyorlar. Tıpkı ilk filmdeki çıkış yolları aramaya soyunuyorlar. İşte tam bu sırada tuhaflıklar devreye giriyor. Nerden ve nasıl olduğu belli olmayan bir görünmez duvar beliriveriyor… Hayatta kalanların seçilmiş kombinasyonu, artık aynı safta yer alıyor ve geceyi sağsalim geçirmek üzere her şeylerini ortaya koyuyor. Sonrasında da ilk filmden hatırlanacağı gibi ruh koleksiyoncusu pis kokusu ile avlanmaya geliyor… İlk filmde dikkat çeken flashback sahneleri yine var ama, bu kez daha az kullanılarak etkisiz hale geliyor. Birde üstüne fazla zekice olmayan, aynı çerçevede dönen mekan kullanımı, tuhaf şekilde oluşturulan ve anlamsız görünen görünmez duvar filmin en önemli sorunu olan temposuzluk ile birleşince iyice sıkıcı ve sıradan hale geliyor… En basiti bu film beyazperdeden çok, beyazcamı hak ediyor… Elbette ilk filmdeki gibi sürpriz finalini yapıyor ama bu kez daha fazla belli ediyor. Aynı şeyi ikinci kez izlemiş olmanın verdiği tatminsizlik, aynı formülün uygulanması sonucu iyice artıyor. Aynı formülü kullanan Payne, sadece finali için ürettiği formüle giden denklemle uğraşıyor. Araları doldurmayınca, haliyle tadı tuzu kalmıyor. Birde üstüne devam filmi için bırakılan açık kapı niteliğindeki ekstra final ekleniyor. İlk filme göre daha ağır tempolu, olay örgüsü gereğinden fazla görünen “Davetsiz Gelen 2”, ilk filmi izlemiş olanların sabrını zorlarken, izlememiş olanların ise ortasında sıkılıp bırakacağı türden….
Rotary Kısa Film Festivali
02.01.2009

Rotary Kısa Film Festivali

Rotary Kısa Film Festivali, 2430. Bölge Rotary Klüpleri tarafından genç sinemacıları motive etmek ve yeni heyecanlar oluşturmak için, bu sene ilk defa gerçekleştirilecek. Yaratıcı beyinleri film ve film yapma sanatıyla biraraya getirerek, ülkeler arasındaki kardeşliği geliştirmek ve dünya barışına katkıda bulunmayı amaçlayan festival 24- 27 Şubat 2009 tarihleri arasında Ankara Alman Kültür Merkezi’nde düzenlenecek. Ücretsiz olarak izlenebilecek festivalde, 25-26 Şubat tarihlerinde “Film Nasıl Çekilir?”  konulu çalıştaylar gerçekleştirilecek. Festival kapsamında düzenlenecek kısa film yarışmasında “Dünya Barışı, Sevgi, Açlık, Temiz Su Kullanımı, Bebek Ölümleri, Çocuk ve Aile İletişimi ve Sokak Çocukları” gibi temel konularda, toplam süresi 15 dakikayı geçmeyen kurmaca ve animasyon türünde kısa filmler yer alacak. Gösterimlerde ise, konu kısıtlaması olmamak kaydıyla, kısa ve uzun filmlere yer verilecek. Kurmaca ve Animasyon olmak üzere iki ayrı kategoride düzenlenecek yarışmada, her iki kategori birincisine 1000 USD, ikinciye 500 USD, üçüncüye ise 250 USD ödül verilecek. Festival hakkında daha ayrıntılı bilgiye www.rofife.org adresinden ulaşabilir, her türlü sorunuzu rofife@gmail.com adresine yazabilirsiniz.
Taşıyıcı 3: Yeni Dünya Ekonomisi ve Kurallar!
02.01.2009

Taşıyıcı 3: Yeni Dünya Ekonomisi ve Kurallar!

Yönetmenlik kariyerinin yedinci filmi olan 1997 tarihli “The Fifth Element” ile hayal ettiği filmi çektiğini söyleyerek, kendini Fransa sinemasının popcorn film piyasasına adayan Luc Besson, taşıyıcı serisine kaldığı yerden devam ediyor. Yaygın Fransız filmleri sıkıcıdır yargısını kırmak üzere, 1998’de “Taxi” serisi ile başlayan, farklı türlerde devam eden yeni Fransız popcornları artık seri haline geldi ve başarısını kanıtlamış durumda. Hollywood popcornlarına karşı yapılan mücadelenin bir diğer başarısı da “Taxi” filminin bizzat Hollywood’a transferi. Besson temelde son derece basit fikirlerden çıkan her filmi halen ilgi görmeye devam ediyor. İlk dönemde yaratılan hikayeler varlıklarını halen sürdürmekte. Jet li başrollü karate filmleri, arabaların ön planda olduğu süratli öyküler, gençlerin banliyölerdeki zıplama öyküleri ile geniş alana yayılan bu yeni popcorn sineması, her yıl örneklerini çoğaltacak gibi. Arabasıyla özel kargo taşımacılığı yapan katı kuralları olan bir adamın maceralarıyla tanışmamız 2002 yılına dayanıyor. Temelde çok basit olan bu öykü, fazla ayrıntılara boğulmadan kolayca seyirciyi yakalamayı başarmıştı. 80’li yılların başarılı seri filmi “Karate Kid”in yaratıcısı olarak tanınan Robert Mark Kamen’in yarattığı Frank Martin, donuk bakışlı, neredeyse tek ifade veren yüze sahip Jason Statham’ın oyunculuğu ile sevilip, özdeşleşmiş, oyuncunun da aksiyon yıldızları ligine çıkmasını sağlamıştı. B türü karate filmlerinin yönetmeni Corey Yuen’in yönetmenliğinde atılan sağlam başlangıç, 3 sene sonra tüm ekibi tekrar arabanın başına toplamıştı. İlkine göre daha vasat olan “Taşıyıcı 2”, her aksiyon devam filmi gibi, işe biraz ara verip sakinlik dönemine denk gelen günlerle açılıp, klasik şekilde sen busun kurtulamazsın kuralına yenik düşmüştü. Hayli abartılı sahnelerle bezeli filmin ilkine göre daha iyi oyuncu kadrosuna sahip olmasına rağmen beklenen heyecanı vermemesinde filmdeki “hadi canım” naraları attıran inanmaması zor abartılı sahnelerin payı büyüktü. “Taşıyıcı 3”, seriyi ileriye taşımak için geliyor bir anlamda. Temelde bazı değişiklikler yaratmak isteyerek üstelik. En basiti ilk iki filmde Martin’in en büyük prensibi olan üç kural filmde sık sık tartışılır hale geliyor… Kural 1: Anlaşmayı asla değiştirme. Kural 2: İsim yok – Frank kimin için çalıştığını ya da ne taşıdığını asla bilmek istemez. Kural 3: Asla paketin içine bakma. Kendi ağzından “kim takar kuralları” cümlesi geldi gelecek derken, bolca sorgulama yaşanıyor… Ki bu sorgulamaya onu tanıyan herkes de katılınca, Martin aşka hazır hale gelmiş oluyor bir bakıma… Bu kez çevre sorununu, yeni dünya ekonomisinin yarattığı yeni dünya’ya değinerek açılıyor Taşıyıcı. Hayli eğlenceli balık tutma sahnesiyle, filmin temeldeki diğer başrol oyuncusu Tarconi ile aralarındaki bağı göstererek açılıyor film. Daha sonra ne anlama geldiğini anlayacağımız gemilerle aynı sularda yüzen ikili, doğacak sorunu karada çözüyor elbette. Ukrayna Çevre Koruma Ajansı Başkanı Leonid’in kaçırılan kızı Valentina’yı taşımakla zoraki görevlendirilen Martin, aslında evinde tv izleyip keyif yapıyor ilk başta. Kendisine önerilen işi kabul etmek yerine, arkadaşını önermiş. O da görevde başarısız olunca soluğu duvarları yıkarak Martin’in salonunda alıyor. Arabadan ayrıldığında gerilimin tek dayanak noktası da ortaya çıkıyor: Bileklik. 3 kademeli olarak, arabadan uzaklaşanı patlatacak bomba olarak kurulan düzenek, Valentina’nın hapisanesinin araba olduğunu gösteriyor. Oysa Martin için sorun yok… Kötü adam rolünde Prison Break dizisinden tanıdığımız psikopat T-Bag’in olması da gayet güzel bir sürpriz. Johnson bileklerine geçirdiği bomba ile Martin’i arka bagaja koyduğu paketi götürmeye zorluyor. Valentina ise yanında yol arkadaşı olarak tanıtılıyor. Beklenen her şey bolca oluyor, Martin sürüyor, birileri kovalıyor… Başına buyruk yeni kararlar alıyor, bolca adam dövüyor. Beklenmeyen şey ise Frank Martin’in aşık olması. Tamamen duygusuz görünen bu sert bakışlı adamın aşık olduğuna inanmak zor. Hele söz konusu yakınlaşmanın yaşandığı sahnelerse son derece sıradan… Zaten ilk anda Valentina’nın “yoksa sen eşcinsel misin?” her şeyi özetliyor. Apar topar cinsiyetini belli eden Martin aşık da oluveriyor. Ama Stathman’ın de etkisi ile inandırıcılıktan uzak aşk sahneleri çıkıyor ortaya. Valentina’yı oynayan Natalya Rudakova, Luc Besson’un oyuncu keşfetme fantezisinin bir ürünü olarak ilk filminde oyuncu etiketine bürünmüş. Her şey tamamda bu kadar çilli bir yüze sahip kızın beyazperde de güzel görüneceğini nerden çıkarmış Besson bunun cevabını bulmak hayli zor. İlk filmin yönetmeni Corey Yuen, dövüş sahnelerinin koreografilerini yönetiyor üçüncü kez.  Yönetmen koltuğunda ise Olivier Megaton oturuyor. Megaton, filmdeki aksiyonu ve adrenalini yükseltme adına kendince serinin sorgulamasını yaparak eksikleri giderme yöntemini benimsemiş. “Anlatım yapılandırması açısından John McTiernan’ın yapıtına eğilim gösteriyor olsa da, bu serinin “James Bond” ile “Die Hard” arasında bir yerlerde olduğunu düşünüyorum. Yakışıklı baş karakterin mizah ile ciddiyet arasındaki ince çizgide yürüdüğünü; düzenli olarak kendisini zora sokacak durumların içine çekildiğini görürüz. Ayrıca elimizdeki verilere göre, bir Fransız şirketinin, izleyicinin giderek daha çok bağlandığı bir karaktere dayalı seri yapacak konuma geldiğini göstermeyi başardık” diyerek durumu özetleyen Megaton, filmi çekerken Tony Scott’un Man on Fire’a yaklaşmayı denemiş. Öyle ki bazı sahnelerde ne gösterilmek isteniyor, neyi izliyoruz belli olmuyor. Sürekli kısa kesiklerle adeta slayt gösterisi şeklinde ilerleyen filmin en büyük handikapı da dövüş sahnelerinde ortaya çıkıyor daha çok. Hangi yumruğun kime atıldığını, kimin kime vurduğunu göremeyince hızlı bir şeyler olduğunu görmek dışında tat vermeyen görüntüler geçidine dönüyor sahneler. Frank Martin’in garajdaki dövüş sahnesi ise hayli yaratıcı. Üzerindeki kıyafetleri çıkararak dövüşte kullanması, filmin akılda kalıcı anlarından… Son gelen iri adamla arasındaki diyaloglarda sahneyi tamamlıyor. Hızlı araba sürüşü konusunda, bekleneni fazlasıyla yerine getiren taşıyıcı 3, birde eski karate filmlerinin havasını bonus olarak sunuyor izleyicisine. Sık sık bire karşı çok dövüşen Martin, çevre sorunlarını da çözüp, dünyayı kurtarıyor nihayetinde. Neredeyse kadınsız geçen taşıma işleri sonunda ödülü ise çilli bir Ukraynalıyla aşkı tatmak oluyor…
‘Yağmurdan Sonra’ Özel Röportajı
30.12.2008

‘Yağmurdan Sonra’ Özel Röportajı

Yönetmenliğini Görkem Turgut’un üstlendiği, politik dram türünde 2008’in en iddialı yapımları arasında gösterilen “Yağmurdan Sonra”, 26 Aralık’ta gösterime girdi. Osman Şahin’in “Üzüm Bağları” adlı öyküsünden esinlenilerek yazılan ve çekimleri Gökçeada’da gerçekleştirilen film; 12 Eylül 1980 darbesinin toplum ve bireyler üzerindeki etkilerini, yasak bir aşkın hüznü eşliğinde anlatıyor. Oyuncu kadrosunda Turan Özdemir, Nilgün Belgün ve Demir Karahan gibi başarılı isimlerin de yer aldığı “Yağmurdan Sonra”nın başrol oyuncuları Pelin Batu ve Serhan Yavaş ile biraraya geldik. Kişisel konulardan başladık konuşmaya; “Yağmurdan Sonra” ve Türk sinemasına kadar uzandı sohbetimiz... PELİN BATU RÖPORTAJI
Pandora’nın Kutusu Ocak\'ta Vizyonda!
29.12.2008

Pandora’nın Kutusu Ocak\'ta Vizyonda!

Yönetmenliğini Yeşim Ustaoğlu’nun yaptığı; başrollerini Tsilla Chelton, Derya Alabora, Övül Avkıran, Onur Ünsal ve Osman Sonant’ın paylaştığı “Pandora’nın Kutusu”, 23 Ocak 2009’da Türkiye’de gösterime giriyor. San Sebastian Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu (Tsilla Chelton), Antalya Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Övül Avkıran) ve Amiens Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu (Tsilla Chelton) ödüllerini alan “Pandora’nın Kutusu” ilk gösterimini Eylül ayında Toronto Film Festivali’nde yaptı. Yeşim Ustaoğlu’nun dördüncü uzun metrajlı filmi olan “Pandora’nın Kutusu”, bir gün kaybolduğunu öğrendikleri yaşlı annelerinin yaşadığı küçük bir Batı Karadeniz kasabasına doğru yola çıkan üç kardeşin öyküsünü anlatıyor. Yolculukla beraber kendi sorunları ve aralarındaki gerginlik de ortaya çıkan üç kardeş, Alzheimer olduğunu öğrendikleri annelerinin yanlarındaki varlığıyla kendi hayatlarını sorgulamaya başlıyorlar. Pandora’nın Kutusu yavaş yavaş açılırken anneanne ve torunu arasında filizlenen yakınlık filmin sürprizli finalini hazırlıyor. Filmin senaryosunu, “Sandık Lekesi” ve “Doyma Noktası” ve ‘Yere Düşen Dualar’ isimli kitaplarıyla tanıdığımız Türkiye’nin genç ve başarılı öykücülerinden Sema Kaygusuz’la beraber kaleme alan Ustaoğlu, “Pandora’nın Kutusu”nu “İnsanlık hallerinin kimi ironik kimi hüzünlü bir dille anlatıldığı, orta sınıf ahlakı üstüne kurulu dokunaklı bir hikâye” olarak tanımlıyor. Yönetmenin, 2005 yılından beri üzerinde çalıştığı bir proje olan “Pandora’nın Kutusu”, henüz senaryo aşamasındayken Pusan Promotion Fund’a katıldı ve 2006 Selanik Film Festivali Crossroads Co-production Forum’dan da en iyi proje ödülüyle döndü. Tatie Danielle filminin unutulmaz yıldızı 90 yaşındaki Tsilla Chelton’ı perdeye taşıyan “Pandora’nın Kutusu”, Chelton’ın nüanslara dayalı oyunculuğuyla uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek. Görüntü yönetmenliğini Jacques Besse’nin üstlendiği, çekimlerine 2007’in Ekim ayında başlanan; sisli, puslu bir atmosferde görüntülenen, “Pandora’nın Kutusu” İstanbul’un birbirinden farklı kentsel dokularını barındıran köşelerini, Karadeniz’in Küre Dağları’nın dinginliğiyle yan yana getiriyor.
5 Maddede ‘Bolt’
29.12.2008

5 Maddede ‘Bolt’

1.    Animasyonların artık sadece çocuklar için olmadığı bir gerçek. Son dönemde izlediğimiz “Nemo”, “Ratatouille” ve “Wall-e” gibi örnekler bunu fazlasıyla destekliyordu. Yetişkinleri de eğlendirecek filmlerden biri olan “Bolt” da sonunda gösterime girdi. Hem de bazı sinemalarda 3D (üç boyutlu) olarak. Eğer şansınız varsa 3D olarak izlenmeli bu film. Gerçi “Beowulf” ve “Dünyanın Merkezine Yolculuk” kadar hareketli, gözünüze giren sizi hoplatacak görüntüler bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Ancak yine de daha derin bir “Bolt” izlemek eğlenceli olabilir. Bu arada film Walt Disney’in kendi stüdyolarında ürettiği ilk üç boyutlu film olma özelliğini taşıyor. 2.    “Bolt” aslında dizi film yıldızı olan bir köpek. Ancak bundan haberi yok ve dizide başına gelen her şeyin gerçek olduğunu sanıyor. Ta ki gerçek dünyayla tanışana ve aslında süper güçlerinin olmadığını anlayana kadar. Bu anlamda film Jim Carrey’li “Truman Show”a benziyor. Kameralarla takip edilen ama baş kahramanının her şeyden habersiz olduğu bir gerçek yaşam… İkisinde de ilk kamera ortaya çıkana kadar gerçek olduğunu sanıyorsunuz. Elbette “Bolt” daha çok eğlence üzerine kurulmuş bir film.3.    Filmde Bolt’u destekleyen ve daha eğlenceli hale getiren şüphesiz yan karakterler. İlişkileri düşmanlıkla başlayıp dostluğa dönen kedi Mittain çok zeki cevaplar veren, akıllı, bir o kadar da üçkağıtçı bir karakter. Ama asıl ilgiyi çeken şüphesiz hamster Rhino. Bolt’u televizyondan takip eden ve bir numaralı hayranı olan Rhino, sürekli komik hallerde çıkıyor karşımıza. Küresinin içindeki hiperaktif ve macera peşinde koşan haliyle film boyunca ilgi odağı olmayı başarıyor. Birçok sahnede gülme sebebiniz de bu karakter zaten. Bu arada Rhino’nun hareketleri animasyon tekniğine aktarılırken gerçek bir hamsterın hareketleri gözlemlenmiş ve aynıları Rhino’ya uygulanmış.4.    İzlediğimiz her animasyonla beraber bu hayal dünyasının ne kadar geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Her şey gerçeğiyle bire bir neredeyse. Bunu “Bolt”ta özelikle güvercin karakterlerinde hissetim. Ara ara karşımıza çıkan ama aklınızda yer eden güvercinlerin hareketleri gerçek bir güvercinle bire bir, tüylerinin hareketi ve güneşe göre parlaması dahil. Hele kesik kesik hareket etmeleri ekstra bir eğlence unsuru.5.    Filmden önce izlediğim fragmanlarsa animasyon hayranlarını önümüzdeki günlerde yine ilgi çekici filmlerin geleceğini müjdeliyor. Yine üç boyutlu olarak izleyeceğimiz filmler arasında “Up, Monsters vs. Aliens” ve Tim Burton animelerinin tadını alabileceğiniz “Caroline” (ki Noel Gecesi Kabusu’nun yönetmeni Henry Selick var işin ucunda) var. Bunlar da heyecanımıza heyecan katan güzel filmler.