5 Maddede ‘Yes Man / Bay Evet’
15.01.2009

5 Maddede ‘Yes Man / Bay Evet’

1. “Yes Man”, bir kitaptan yola çıkılarak çekilen bir film. Filmin yapımcısının kitabı okuyup etkilenerek, kitabın yazarı Danny Wallace’a teklif götürmesiyle başlamış herşey ve kimse de itiraz etmeden işe koyulmuş. Bazı şeylerin daha da yolunda gitmesi için hayatta daha fazla “evet” demek gerektiği fikrinden yola çıkılarak, başrolünde Jim Carrey’nin oynadığı film yaratılmış. Filmin yönetmeni daha önce “Break-up” (Ayrılık) ve “Bring It On” (Gençlik Ateşi) gibi filmleri yöneten Peyton Reed. Romantik komediler konusunda giderek ustalaşan Reed, film öncesi hem senaristler hem de Carrey ile zaman geçirerek komik ve ciddi tarafları bir dengeye oturtmayı başarmış. İş sulu bir komedi olmaktan da çıkmış nihayetinde.2. Filmde baş kahramanımız Carl (Jim Carrey), hayatta karşısına çıkan herşeye “hayır” cevabı vererek yaşayan, bu yüzden de giderek yalnızlaşarak yerinde sayan bir karakter. Arkadaşlarının ısrarına rağmen sosyal ortamlara bile girmezken, bir gün birinin tavsiyesiyle özel bir “kendini geliştirme” toplantısına gider. Carl “önümüze çıkan fırsatları geri tepmeyip hepsine “evet” dersek, herşeyin düzeleceğini söyleyen” toplantıdan bu kararla çıkar ve işler değişmeye başlar. (“Yes Man” toplantısı, zamanında bizde olay yaratan “Titancılar”ın toplantılarını hatırlattı bana. Hep bir ağızdan tezahüratlar ve alkışlar vs.) Bu karardan sonra yeni bir kızla tanışır, işinde yükselmeye, arkadaşlarıyla daha çok zaman geçirmeye ve onlardan daha çok sevgi görmeye başlar.3. Komedi oyuncusu denince ilk akla gelenlerden Jim Carrey şüphesiz filmin lokomotifi. Eğer başrolde başka birisi olsa, bu kadar keyifle izlenir miydi, tartışılır. (Ki bu rol için önce Jack Black düşünülmüş) Ne kadar iyi bir oyuncu olduğuna zaten yıllardır tanıklık etiğimiz Carrey, burada da farklı bir çizgide duruyor. Ne “Salak ile Avanak” ne de “23 Numara” izliyorsunuz yani. Yer yer ciddileşen ama bir küçük hareketle bunu komik sahnelere çevirebilen bir oyuncu var karşımızda. Filmde hayatını değiştirmek için bir sürü kursa katılıp, birçok şey öğreniyor. Ve bunlar için de uzun süre uğraşmış. Mesela Korece konuştuğu sahneler için 10 haftasını vermiş ve bungee-jumping sahnesinin inandırıcı olması için atlayışı kendisi yapmış. (Bu sahne bir kerede 6 kamerayla çekilmiş.) Diğer oyuncular doğal olarak ve ne yazık ki Carrey’nin altında kalmışlar.4. Film içinde başka filmlere göndermeler yapılmasına alışkınız. “Yes Man”de de bu durum var. “Dövüş Kulübü”, “Harry Potter” ve “300 Spartalı” bundan nasibini alan filmler. Hatta “Harry Potter” ve “300 Spartalı” için evde özel partiler düzenleniyor. Partideki tiplemeler (hele ki Harry Potter) partiden tamamen bağımsız, bu nedenle de komik görünen tipler olmuş. Bu sahnelerin gerçekçi görünmesi için de partide kullanılan kostümler gerçekten ikinci el mağazalarından bulunmuş ve taklit havası iyi verilmiş.5. Dick ve Jane”, “Salak ile Avanak”, “Ben, Kendim ve Sevgilim” gibi Carrey filmlerini seven izleyici, bunu da eminim beğenecektir. Ancak “Truman Show” ya da “Sil Baştan”daki adam bu filmde yok. Film boyunca kahkaha krizine girmiyor ama kesinlikle iyi vakit geçiriyorsunuz. Bir “izle unut filmi” olduğu da söylenebilir. Sinemasal bir derinlik zaten beklenmiyor ancak filmin ana konusu olan “her şeye ne kadar açığım, hep hayır mı diyorum” gibi soruları kendinize sorabilir, bir iç hesaplaşma da yaşayabilirsiniz. Filmin başında “acaba ben de her şeye evet desem mi” düşüncesi muhtemelen filmin sonuna doğru değişecek. Eğlenceli bir seyirlikse seçiminiz, “Bay Evet” sizi bekler.
5 Maddede ‘Alacakaranlık’
15.01.2009

5 Maddede ‘Alacakaranlık’

1. Yurtdışında, özellikle Amerika’da aldığı iyi tepkilerden sonra “Alacakaranlık” ülkemizde de sinemaseverler tarafından merakla beklenen filmlerden biri oldu. Stephanie Meyer tarafından yazılan aynı adlı kitabın haftalarca en çok satanlar listesinde bir numarada kalmasıyla beraber, kitabın hayran kitlesi filmini de sabırsızlıkla bekledi ve filmle beraber aynı “Alacakaranlık” çılgınlığı devam etti. (Kitap serisinin devamı da geldi ve bu kitaplar da film projesi durumunda) Birçok fan sitesi açılan film, internette en çok aranılan 4 filmden biri olurken; oyuncuları da isimleri internette en çok aranan oyuncular haline geldiler, fragmanı ise yayımlanır yayımlanmaz milyonlarca kez tıklanarak “Harry Potter” ,”Spiderman” ve “Indiana Jones” gibi filmlerin fragmanlarının izlenme sayısına yaklaştı.2. Modern bir vampir hikayesini konu alan filmde, bir vampirin tüm içgüdülerini yenmeye çalışarak bir insanla aşk yaşama çabası anlatılıyor. Kahramanlarımız; iyi huylu, çok hızlı koşmak ve düşünce okuyabilmek gibi üstün özellikleri olan bir vampir (Edward) ile anne-babası ayrılmış ve bir süreliğine babasının yanına taşınan, yaşıtlarından daha olgun görünen bir kız (Bella). Bir şekilde yolları kesişiyor ve kaçma kovalama sonucunda kız, vampirin sırrını çözüp, onu olduğu gibi kabul ediyor. Bununla beraber sorunlar da başlıyor. Filmdeki anlatıma göre, (dengesiz – mazoşist) bir aslanın (aptal) bir kuzuya aşık olma hikayesi denebilir bu ilişkiye.3. Filmin başrolündeki Robert Pattinson (Vampir Edward) beklediğimden çok daha iyi bir iş çıkarmış. Verilmeye çalışılan; dış dünyayla bağlantısı genel olarak kopuk, havalı ve bir o kadar da soğuk görünen tavrı tüm hareketlerine yansımış. Gençlik filmlerinde görülen harikaya yakın yakışıklı adam tavrını bu anlamda kırmış. Yapılan vampir makyajı da etkili ancak ifadeler ve bakışlar da gayet başarılıydı. Fakat aynı şeyi Bella karakterini canlandıran Kristen Stewart için söylemek pek mümkün değil. Evet, sıradan olmayan iddiasızlığıyla iddialı bir karakter yaratılmaya çalışılmış ancak hiçbir özelliği olmayan sönük bir “başkız” haline gelmiş. Bu arada iki karakterin de babalarını oynayan isimlerin performansları da filme iyi bir katkı sağlamış.4. Filmde gerçek dünya ile bir masal arasında gidip geliyoruz aslında. Direkt olarak bir masal anlatılmasa da, seçilen renklerin tonları ve dikkat çekiciliği bunu destekler nitelikte. (Görüntü yönetimi başarılı bir film olmuş.) Zaten içinde vampir barındırmasıyla gerçek dünyada olmadığımızı biliyoruz. Filmdeki vampir karakterleri, alışık olduğumuz gibi dişleri uzayan, sadece insan kanıyla beslenen vahşi pelerinli tipler değil. Buna da yeni bir açılım getirilmiş. İlk bakışta normal bir insandan beyaza yakın tenleriyle ayrılıyorlar ve bu da “hem bu dünyadan hem değil” hissini veriyor.5. Filmin afişini görünce korku ve gerilim sevenler daha çok heyecanlanacaktır muhtemelen. Ancak filmi izlediğinizde sonucun böyle olmadığını görüyorsunuz.  Sürekli avları peşinde olan vampirler, onlardan kaçan insanlar ve bolca kan bu filmde yok. Bir çocuk filmi demek anlamsız hatta gençlik filmi demek te…  (Bir “Harry Potter” filmi izlemeyeceksiniz yani, ki o da yaşı büyük bir kitleyi yakalamıştı.) Yetişkin gençleri daha çok memnun edecek bu filmi, korku filmlerinden hoşlanmayanlar da izleyebilir gönül rahatlığıyla. Zira sizi hoplatıp gözünüzü kapatmanıza neden olacak sahneler yok filmde. Bir filmde hem aşk hem aksiyon, (ki efektli beysbol ve bale salonu sahneleri bu anlamda memnun edici) hem gerilim hem gençlik arıyor ve sıkılmadan izleyeyim diyorsanız “Alacakaranlık” doğru seçim olabilir.
Üç Maymun Oscar Yolunda!
14.01.2009

Üç Maymun Oscar Yolunda!

81. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film Oscar”ı adaylığı için yarışan filmler içinde, Nuri Bilge Ceylan\'ın bol ödüllü filmi \'Üç Maymun\'un da dahil olduğu dokuz film bir sonraki oylamaya kalmayı başardı. Bu kategoride 65 film yarışıyordu. Ülkelerin alfabetik sırasına göre filmler şöyle:Avusturya, “Revanche,” Gotz SpielmannKanada, “The Necessities of Life,” Benoit PilonFransa, “The Class,” Laurent CantetAlmanya, “The Baader Meinhof Complex,” Uli Edelİsrail, “Waltz with Bashir,” Ari FolmanJaponya, “Departures,” Yojiro TakitaMeksika, “Tear This Heart Out,” Roberto Sneiderİsveç, “Everlasting Moments,” Jan TroellTürkiye, “3 Monkeys,” Nuri Bilge Ceylan Bu final listesi içinden, New York ve Los Angeles’ta özel olarak seçilmiş komiteler tarafından belirlenecek beş aday, 2008’in En İyi Yabancı Film Oscar’ı için yarışacak. 81. Akademi Ödülleri adayları 22 Ocak 2009 Perşembe günü saat 5:30’da Akademi’nin Samuel Goldwyn Tiyatrosu’nda açıklanacak.
Festivalciler için Fest Card Çıktı!
14.01.2009

Festivalciler için Fest Card Çıktı!

12-22 Şubat 2009 tarihleri arasında üçüncüsü gerçekleştirilecek olan, Türkiye’nin lider sinema sitesi Sinemalar.com’un basın sponsorluğunu üstlendiği 2. El Kısa Film Festivali, bu yıl da bir başka ilke imza atarak, izleyici ve katılımcıları için “Fest Card” uygulaması başlatıyor. Ankara’nın kent kimliğini taşımaya devam eden Yüksel Caddesi’ne kurulan festival standı ve Mülkiyeliler Birliği gibi mekânlardan temin edilmeye başlanan “fest card” sayesinde pek çok kitabevi, sahaf ve 2.el mağazasından indirimli alışveriş yapılabilecek, pek çok kafe ve barın hizmetinden de indirimli olarak yararlanılabilecek. Festival süresince devam edecek bu uygulama sayesinde festival atölye ve seminerlerine, festival parti ve konserlerine de indirimli olarak katılmak mümkün olacak. Festivale Başvurular Sürüyor Daha önce en az bir kısa film festivalinden hüsranla evine dönen, elenmiş kısa filmlerin katılabildiği 2. El Kısa Film Festivali’ne gönderilen her film festival boyunca gösterimde olacak, jüri tarafından değerlendirmeye alınacak ve bu değerlendirmeler yönetmenine aktarılacak. Bu yıl, Ahmet Uluçay, Derviş Zaim, Hüseyin Karabey, Selim Evci, Ümit Ünal, Yeşim Ustaoğlu ve Zeki Demirkubuz gibi sinema dünyasının önemli isimlerinden oluşan festival jürisinin seçeceği “ Övgüye Değer Film” ödülü, 22.02.2009 tarihinde Ankara-Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılacak törenle sahibine verilecek. Film gönderimleri www.ikincielfestivali.org adresi üzerinden 1 Şubat 2009 tarihine kadar yapılabiliyor.
Farklı Çocuk Benjamin Button
13.01.2009

Farklı Çocuk Benjamin Button

Başrollerinde Brad Pitt ve Cate Blanchett\'in yer aldığı, yönetmen David Fincher\'ın son filmi “The Curious Case Of Benjamin Button”, 6 Şubat’ta seyirci ile buluşacak. Ülkemizde “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” adıyla vizyona girecek olan filmin, "Different Child / Farklı Çocuk" adlı özel klibini Sinemalar.com ayrıcalığıyla izlemek ister misiniz? Filmde Brad Pitt\'in canlandırdığı “Benjamin Button” karakterini büyüten, annesi “Queenie” rolündeki Taraji P.Henson ile diğer oyuncular ve yönetmenin yer aldığı özel klibi izlemek için aşağıdaki videoya tıklayın.
Doğmamış:  İkizin mi Var, Derdin Var!
12.01.2009

Doğmamış: İkizin mi Var, Derdin Var!

Adını “Blade” üçlemesi ile duyuran, daha sonra da “Batman” serisinin son iki filminde kameranın arkasında hatırı sayılı işler çıkartan  David Goyer bu sefer senaryosunu kendisinin yazıp yönettiği bir korku/gerilim filmi ile yılın bu ilk günlerinde sinemaseverlerin karşısında. Yönetmenin, filmin başlangıç noktası olarak belirlediği ikizler konusu, aslına bakılırsa tarih boyunca tıp dünyasında  karanlıkta kalmış bir dolu gizemi de beraberinde sürüklemiş. Zaten Goyer’i de bu doğrultuda bir film çekmeye iten etken de bu olmuş. Filmini oturtacağı temeli hemen hemen belirledikten sonra ve bu konu hakkında yakın tarihteki olayları araştırmaya başlayınca da Nazi Almanyası ve onların ikizler üzerinde uyguladığı acımasız deneyleri, film üzerinde yapılacak şekillendirme için kullanmaya karar vermiş. Bu paraleldeki araştırmalarına devam eden yönetmenin karşısına bu sefer de Yahudi halk hikayelerinde bahsi geçen “ Dibbuk” isimli lanetli ruhlar çıkıyor. “Öteki dünya ile dünyamız arasında mekik dokuyan ve cennete gidemedikleri için devamlı canlı bir beden arayan dibbuklar, kafamdaki kurguyu tamamlamak için bana lazım olan belki de en önemli unsurdu” diyor David Goyer.   Hikaye de Casey Beldon’ın (Odette Yustman) gördüğü garip bir rüya ile başlıyor. Gördüğü imgelerin gerçek hayatta belirmeye başlaması , bebek bakıcılığı yaptığı evde çocuklardan birinin saldırısına uğraması, olmadık yerden çıkan böcekler, arkasını döndükten sonra gelen tıkırtılar gibi daha önceki türdaşlarının sıkça kullandığı elementlerle de seyirciyi içine çekmeye çalışıyor film. Casey’nin, gittiği göz doktorundan da yıllardır kendisinden saklanan bir gerçeğin ilk ipuçlarını öğrenmeye başlaması ile de film belirli bir raya oturma çabalarına girişiyor.   Yan karakterlerin ortaya çıkmaya başlaması da işte tam bu noktada başlıyor. Bu yan karakterlerden Casey’nin en iyi arkadaşı Romy (Meagan Good) ve erkek arkadaşı Mark (Cam Gigandet) hikayenin gidişatı açısından etkili bir rol içinde olmasalar da, yaşlı bir Yahudi olan Sofi (Jane Alexander) kahramanımıza musallat olan bu ruhun çıkış noktasını bilen ve nihayete erdirmesine yardımcı olacak yegane insan olarak göze çarpıyor. Filmin oyuncu kadrosundaki en güçlü isim olarak gözüken Gary Oldman’ın varlığını açıklayabilecek en muhtemel cevap ise tamamen son iki “Batman” filmlerinden de görüleceği üzere David Goyer ile olan dostluğu. Adrenalinin yükseldiği ve temponun arttığı yegane anlardan biri de filmin sonundaki şeytan çıkarma ayini olarak göze çarpıyor. Toplam 45 günlük çekimlerin 10 gününün sadece bu sahne için harcanması, Odette Yustman’in devamlı attığı çığlıklar ve rolüne daha iyi konsantre olabilmek için Youtube’dan izlediği şeytan çıkarma videoları da çekimlerle alakalı üzerinde durulması gereken notlardan birkaçı. Korku filmlerinde kullanılacak elementlere izleyicilerin verdiği reaksiyonlar en önemli kıstaslardır değerlendirme için. Bu reaksiyon ya koltuğumuzdan zıplama şekliyle olur ya da müzikle beraber sahnede artan gerilimle vücudun verdiği kalp atışlarının hızlanması ve parmakların terlemesi  gibi tepkilerdir. “Doğmamış”, izleyenlere bu reaksiyonlardan hiçbirini yaşatmıyor. Görsel efekler neticesinde yaratılan bazı görüntüler insanı ürpertiyor, özellikle yaşlı adamın merdivenlerden emekleyerek geçerek girdiği bir kovalama gibi... Ama bu tarz sahneler film boyunca oldukça ender ki, filmin yaratmaya çalıştığı o atmosferde kopmalar yaratıyor.  Birçok noktada araya giren kısa geri dönüşler ve hemen akabindeki çığlık atan suratlara yapılan yakın çekimler, normal sahnelerde araya giren ürkütücü bir takım imgeler ve olmadık yerlerde ortaya çıkan küçük çocuk ise anı kurtarmaya yönelik cılız çabalar olarak kalıyor. Yönetmen Goyer daha önce yapılmış bir filmi olduğu gibi taklit etmek yerine tarihsel geçmişi baz alarak bir takım unsurlarla süslediği hikayesiyle yarattığı o ufak olumlu havayı da zayıf diyaloglar ve hikaye içindeki cevaplandırılamamış tutarsızlıklar ile kaybediyor.  Zaten kendisine fazlasıyla esin kaynağı olan “Şeytan Çarpması” ve “Rosemary’nin Bebeği” gibi türünün kült örneklerinin yanında “Doğmamış”, sadece kısa bir süre konuşulacak, ondan sonra da sabun köpüğü misali yokolup gidecek bir yapımdan fazlasını vaat etmiyor.
2008’in En İyi Filmleri Belli Oldu!
09.01.2009

2008’in En İyi Filmleri Belli Oldu!

8 Aralık 2008 – 8 Ocak 2009 tarihlerinde arasında gerçekleşen “2008’in En İyi Filmleri” oylamasına toplam 12664 Sinemalar.com kullanıcısı katıldı. 2008 boyunca gösterime giren 25 yerli ve yabancı film içerisinden kendi favorilerine oy veren kullanıcılarımız, yılın en iyi filmlerini belirledi.En İyi Yerli Film “Recep İvedik” “2008’in En İyi Yerli Filmi” kategorisinde, toplam 2552 oy ile birinci seçilen “Recep İvedik”, Sinemalar.com Altın Popcorn’un sahibi oldu. Oylamada ikinci olarak dereceye giren “Issız Adam”, Sinemalar.com Gümüş Popcorn ile ödüllendirilirken; üçüncü sıraya yerleşen “A.R.O.G.” ise “Sinemalar.com Bronz Popcorn”un sahibi oldu.  En İyi Yabancı Film “Kara Şövalye”  “2008’in En İyi Yabancı Filmi” kategorisinde, toplam 2750 oy alan “Kara Şövalye” açık ara farkla birinci olurken; “Testere 5” ikinciliği, “Ben Efsaneyim” ise üçüncülüğü elde etti. Oylama içerisinde düzenlenen yarışmada, 12 şanslı Sinemalar.com kullanıcısı aralgame.com’un katkılarıyla yepyeni Play Station oyunlarının sahibi oldu. Yarışma sonuçlarını öğrenmek ve verilen oyların filmlere göre dağılımını görmek için yarışma sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
5 Maddede ‘Vali’
08.01.2009

5 Maddede ‘Vali’

1.    Türkiye’de sinema izleyicisi, “Asmalı Konak” ve “Kurtlar Vadisi” gibi örnekler sayesinde televizyonda izledikleri bir dizinin beyazperdedeki film versiyonunu görmeye alıştı. Buna yeni bir örnek daha eklendi: “Vali”. Bu kez “Köprü” dizisinin devamı değil, baş karakterin aynı olduğu, bağımsız bir film var ortada. Yani filme gitmek için ille de diziyi takip etmiş olmanız gerekmiyor. Filmde yaptığı işlerle ve aldığı kararlarla öne çıkan ve bir kaza(!) sonucu hayatını kaybeden Recep Yazıcıoğlu’nun hikâyesinden yola çıkılmış. Ve ölümünün arkasındaki sır perdesi izleyiciye aktarılmış. Filmin yönetmeni, dizideki gibi Çağatay Tosun ve bu yönetmenin ilk sinema filmi.2.    “Vali”nin başrolündeki Faruk Yazıcı karakterini, dizide olduğu gibi Erdal Beşikçioğlu canlandırıyor ve gayet de güzel oynuyor. O’na yine gayet iyi isimler eşlik ediyor. Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu ve Şemsi İnkaya bunlardan sadece birkaçı. Hepsi için ayrı ayrı güzel şeyler söylemek mümkün ancak yılların oyuncusu Şemsi İnkaya’nın kısa ama etkili oyunculuğu görülmeye değer. Bu arada filmin sürprizlerinden biri de aslında şarkıcı olan ve “Yabancı Damat” dizisiyle yıldızı iyice parlayan Özgür Çevik’in de kısa bir rolle de olsa filmde yer alması. 3.    “Vali”, Hollywood filmlerinin aksiyon sahnelerinden biriyle açılıyor adeta. Özdemir Sabancı suikastına gönderme yapan bir operasyonla başlayan filmden bu sahneyle beraber ne bekleyeceğinizi bilmiyorsunuz. Herkesi atlatarak içeri sızan bir kadın ajan, tüm güvenlik görevlilerini alt ediyor ve hedefine kolayca ulaşıyor. Ardından da ustalıkla adeta uçarak binadan uzaklaşıyor. Ya da başka sahnelerde yabancı dedektif ve komiserlere ait klişeler göze çarpıyor. Bunlar yabancı filmlerin artık klasik haline gelen sahnelerinden ancak sanki biz yapınca elbise üstümüze tam oturmuyor. Yabancı bir madde bizi rahatsız ediyor ve inandırıcılık derecesi de o kadar azalıyor. Tamamen Türkiye’ye ait bir adamdan ve olaydan bahsederken bunlara gerek var mıydı, bilinmez.4.    Filmde Michael Peterson’u canlandıran Ahmet Somers’in Türkçe aksanı hiç inandırıcı gelmedi hatta yer yer komik buldum. Türkçe kelimeleri bozuk kullanan bir adam bazı cümleleri bu kadar düzgün bir dille nasıl konuşabiliyordu anlayamadım. Gerçi filmdeki çoğu oyuncu tiyatro kökenli olduğundan hep harika ses tonları, düzgün vurgular duyuyorsunuz ama sadece buna takılırsanız da filmden uzaklaşma ihtimaliniz var.5.    Bir macera filmi gibi başlayan “Vali” ikinci yarıda öyle dramatik bir hal alıyor ki, şaşırıyorsunuz. Elbette belli dozlarda duygusal sahne konarak seyircinin içine işleyen anlar yaratılır ancak bu doz aşılırsa durum sıkıntılı bir hale gelebiliyor. Çok duygusal bir sahne, başka duygusal sahnelerle uzatılınca kesinlikle etkisini kaybediyor ve sıkıcı oluyor. (Yine gözyaşı tehlikesi olan sahneler bunlar) Sonra bir anda tekrar bir macera filmine dönüyorsunuz. Film bu anlamda arada kalıyor. Ne oraya ait olabiliyor ne de başka bir yere. Tüm bunlara karşın iyi bir seyirlik olduğu söylenebilir, en azından güzel bir şeyler için çaba sarf edilmiş.
5 Maddede ‘Barselona, Barselona’
08.01.2009

5 Maddede ‘Barselona, Barselona’

1.    1960’ların ortalarında seyircinin filmleriyle tanıştığı bir isim Woody Allen. Ve o zamandan bu yana dikkat çekmeyi başaran bir yönetmen, oyuncu, yazar ve dahası... Herkesten daha farklı çalışan aklının son ürünü ise “Vicky Christina Barcelona” ya da Türkiye’deki gösterim adıyla “Barselona, Barselona”. Son dönemde yapmış olduğu “Maç Sayısı”, “Scoop” ve “Cassandra’nın Rüyası” gibi filmlerle yıllardır alışılagelen “New York’tan başka yerde film çekmeme” kuralını bozup İngiltere’ye giden Allen, bu kez daha sıcak bir yere, İspanya’ya çeviriyor kamerasını. Ve son dönem filmlerine nazaran eski sinemasına daha yakın bir film çıkıyor ortaya.2.    Film öncelikle Scarlett Johansson, Penelope Cruz ve Javier Bardem gibi yıldız başrol oyuncularıyla dikkat çekiyor ancak filmin gizli başrolünde şüphesiz İspanya ve Barcelona var. Baştan sona sizi sıcak atmosferinin içine gerek güzel manzaraları, gerekse gitar tınılarıyla davet eden Barcelona’da olmak istiyorsunuz ister istemez. Mekanik ve kirlenmiş şeylerden uzak, sanki hayatın kendisiyle karşılaşmışsınız gibi hissediyorsunuz. Öyle ki filmdeki bir karakterin molada hava almak için çıktığı gökdelenler arasındaki yerde bile rahatsız olup, Barselona’daki karakterlerin en sıkıntılı anlarında bile şehirden dolayı rahatlık duyuyorsunuz. Onlarla beraber bisiklet sürmek, fotoğraf çekmek, şarap içmek istiyorsunuz ya da Woody Allen’in dediği gibi “baskıcı Amerikan kültüründen” kurtulup özgür bir Avrupalı gibi yaşıyorsunuz.3.    Oyuncular filmin hakkını yeterince verirken, aralarındaki çekim ya da gerilimlere kaptırıyorsunuz kendinizi. Aynı heyecan ya da kıskançlığı yaşatıyorlar seyirciye. Allen ile üçüncü filmini çeken Scarlett Johansson sadece güzel bir sarışın olmadığının altını bir kez daha çizerken; Bardem ve Cruz’un karşılıklı “dilden dile geçen” oyunları da görülmeye değer. Eski karısı Maria Elena’yı(Cruz) yeni sevgilisinin önünde İspanyolca konuşmaması için sürekli uyaran Juan’ın (Bardem) “Speak English” tekrarları pek keyifli olmuş. Bu arada Cruz ve Bardem’in karşılıklı İspanyolca atışmalarının geneli doğaçlama olmuş ve aslında kimse fazla bir şey anlamamış. Filmin yazıları yazılırken tam olarak neden bahsettikleri anlaşılmış. Yönetmen de ortaya çıkan işten gayet memnun kalmış.4.    Woody Allen’in ilişkilere ve kadınlara dair enteresan yaklaşım ve çıkarımlarını son filmlerine göre bu filmde daha ağır olarak hissediyorsunuz. Bir aşk üçgeninden çıkıp dörtgenine giriyorsunuz. (Bir Umay Umay şarkısında da geçtiği gibi “üç köşe yetmez karelere böl beni “durumu söz konusu) Ve bu durum aleni olarak yaşanıyor. Kimse birbirinden gizli iş çevirmiyor aslında ve herkesin kuralları ve dengeleri değişmeye başlıyor. Eskiden karı koca olan bir çiftin yeni sevgililere rağmen birbirlerinden vazgeçememeleri, ne istediğini değil ama ne istemediğini bilen bir kadının maceraya atılışı, nişanlı olan başka bir kadının aile anlayışının bir gecelik ilişkiyle yıkılması vs. Her ne kadar Allen’in ilişkiler üzerine söylemleri eleştirmenlere ve çoğu izleyiciye göre ilk döneminde daha önemliyse de, bu filmde de yeni şeyler bulabilirsiniz. Hele ki Allen sinemasıyla yeni tanışıyorsanız.5.    Filmin fragmanını izlediğinz zaman yıldızlarla süslü ve gayet eğlenceli bir romantik komedi izleyeceğinizi sanabilirsiniz ancak karşılaşacağınız tam olarak bu değil. Malum bir gişe filmi değil, bir Woody Allen filmi izliyorsunuz. Daha çok diyaloglara dayalı film, aslında yönetmenin de dediği gibi “görünenin aksine daha çok hüzünlü bir film”. Ancak gerçek bir sinema tadı almak için gayet ideal bir film seçimi olacaktır. “Yok, ben sadece eğlenmek, eski model şakalara gülmek istiyorum” derseniz bu sizin filminiz olmayabilir.
‘Vali’ Görücüye Çıkıyor!
08.01.2009

‘Vali’ Görücüye Çıkıyor!

Yapımcılığını Ata Türkoğlu’nun, yönetmenliğini M. Çağatay Tosun’un üstlendiği, senaryosuna Batur Emin Akyel ile M. Çağatay Tosun’un imza attığı “Vali” filminin galası 7 Ocak Çarşamba akşamı İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Galaya Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, İstanbul Valisi Muammer Güler ile filmin oyuncuları Erdal Beşikçioğlu, Şebnem Dönmez, Ayşegül Ünsal ve İsmail Hacıoğlu katıldı. Çekimleri 8 haftada Denizli, İstanbul, Ankara, Uşak ve Nazilli olmak üzere beş farklı şehirde, 38 ayrı mekanda gerçekleştirilen film, 9 Ocak Cuma günü seyirci ile buluşacak. Aksiyon sahneleri ile dikkat çekecek filmde, başrolde yer alan Erdal Beşikçioğlu’na, Şebnem Dönmez ve Uğur Polat’ın yanı sıra, İsmail Hacıoğlu, Şemsi İnkaya, Özgür Çevik, Hakan Boyav, Ayşegül Ünsal ve Hakan Gerçek gibi ünlü isimler eşlik ediyor.Filmin Konusu Vali Faruk Yazıcı’nın çocukluk arkadaşı olan MTA mühendisi Ömer Uçar (Uğur Polat) ve ekibinin, Denizli’deki zengin uranyum yatağı ile ilgili elde ettikleri bilgiler üzerine başlayan şüpheli ölümler… Olayların ardındaki gerçekler ve sisteme karşı oluşan genel güvensizlik… “Vali” filminde Erdal Beşikçioğlu yine, idealist ve vatansever Vali Faruk Yazıcı’yı canlandırıyor. Kamera Arkasından Özel Notlar •    8 haftada tamamlanan filmin çekimleri Denizli, İstanbul, Ankara, Uşak, ve Nazilli olmak üzere beş farklı şehirde, 38 ayrı mekanda gerçekleştirildi. •    Denizli’de bulunan eski Denizli Lisesi restore edilerek kullanıldı. •    Uşak Garı’nda çekilen sahne için 7 vagonlu tren kullanıldı. •    MTA arazisi olarak kullanılan 15 dönümlük çorak arazide bir ay süren hafriyat çalışması sonucunda on beşer metrelik iki dev kuyu ve beşer metrelik 8 adet küçük kuyu açıldı. •    Filmdeki aksiyon sahneleri 5 kamera ile çekildi. •    Aksiyon sahneleri için 3 adet özel modifiye edilmiş araba tamamen parçalandı. •    20 adet arabanın kullanıldığı sette nadir bulunan 1 adet Chevrolet 1952 de yer aldı. •    1300 oyuncuyla tamamlanan filmde kullanılan kostümlerin bir kısmı yönetmen M. Çağatay Tosun tarafından tasarlandı. •    Filmin soundtrack’ı için 3 müzisyen 26 parça besteledi. •    Filmin ses efektlerinin tamamı İngiltere’de Zound stüdyolarında yapıldı.
Mutant Günlükleri: Eni Sonu Bir Kitap!
05.01.2009

Mutant Günlükleri: Eni Sonu Bir Kitap!

Bilgisayar oyunlarının beyazperde uyarlamaları dolu dizgin devam ediyor. Bu serinin son halkası, gotik ülkeden RPG oyunu “Mutant Günlükleri”. İskandinav pasaportlu oyunun filmi de doğduğu topraklara hayli uyumlu, bolca karanlık bir gelecekte geçiyor… Yönetmen koltuğunda henüz ikinci filmini çekmiş Simon Hunter’ın oturduğu “Mutant Günlükleri”nin senaryosunda ise Paul W.S. Anderson’un bilimkurgusu “Ufuk Faciası”ndan sonra ortadan kaybolan Philip Eisner’ın imzası bulunuyor. 1997 tarihli 11 dakikalık kısa korku filmi “Wired” ile kariyerine başlayan Hunter, ilk uzun metrajını 2000 yılında senaryosunu da yazdığı “Lighthouse”a çekerken de korku türüne örnek vermiş ve korku severlerin ilgisi ve ödüllerle karşılanmıştı. Temelde beğenilen bir oyuna ek olarak bu iki isim ve iyi bir oyuncu kadrosuna sahip bir künyeyle ilk başta hayli ilgi çekici gözüküyor… “Mutant Günlükleri” kısa bir özetle, her şeyi anlatarak başlıyor. Dış dünyadan uzaya gelen bir makine buz devrinin sonunda ortaya çıkmış, tek amacı da insanoğlunu mutanta çevirmekmiş. Neachdainn adındaki bir savaşçı insanları birlik olmaya çağırmış, bu sayede makine yeraltına mühürlenmiş. Doğu Avrupa’nın uzak dağlarında Neachdainn soyundan gelen Kardeşler birliği hala makinenin hayatta olduğundan bahsediyor. Bu konudaki kitaba yani günlüğe de bir koruyucusu eşliğinde gözleri gibi bakıyorlar… Yıl 2707… Dünya 4 birlik tarafından yönetilmekte… Mishima doğuyu, Bauhaus ve Imperial Avrupa ve Afrika’yı, Capitol’de batıyı yönetiyor. Dünyada kalan son kaynaklar için savaşıyorlar. Avrupa\'nın terkedilmiş diyarında Bauhaus Birliği, Capitol hatlarına yeni bir saldırı düzenlemek için hazırlık yapıyor… Tam da bu sırada sıkı bir savaş filmi gibi başlıyor “Mutant Günlükleri”… Yağmur altında, karanlıkta, hareketli kamera açıları ile efektleri de çok iyi kullanarak iyi bir atmosferle gelen açılış, bombaların sonrasında savaşın ortasında açılan bir kapak ile tanıştırıyor bizi. Hayli etkili sahneler ardı ardına geliyor. Makinenin canlanıyor ve mutantlar insanoğlunu bir kez daha mutanta çevirmeye başlıyor… Bundan sonrası makinenin yok edilme, dünyanın da kurtarılması esasına dayanıyor. Mutantlar denince akla gelen zombie benzeri dönüşüm yaşayan yaratıklar olsa da, öyle bir dönüşüm yok. Sadece elleri bıçak oluyor ve avladıklarını makineye sürüklüyorlar o kadar. Daha en başından hikayenin yolu açılırken, klişeler bolca kullanılmaya başlanıyor. Askerlerin künyelerini biriktirme, her ortamda pervasızca sigara yakma gibi dramatik planlara, kötü repliklerde eklenince filmin tercihi de ortaya çıkıyor. Klişeleri kullanmak ve onları tersyüz etmek… Sadece durumdan faydalanma yoluna gidiliyor. Daha yarım saat dolmadan, tüm olayların tekrar kısaca özet olarak gösterilmesi hayli gereksiz ve seyirciye hakaret… Klişeler kardeşler birliğindeki Samuel’in inanç ile her şeyi kurtaralım çağrısıyla başlıyor. Kardeş Samuel, saldırı karşısında gemilerle kaçmakta olan insanoğluna sesleniyor… İnanarak bu savaşı kazanabiliriz… Kısa rolde gözüken John Malkovich’in canlandırdığı yönetici Constantine de doğal olarak soruyor. Koca bir ordunun yapamadığını nasıl yapacağız?... Emrine asker isteyen Samuel’e imkan sağlanıyor. Bu arada ilk klişe de kullanılıp atılıyor… Yönetici gemilerle kurtulmak yerine, kalmayı seçiyor… Kardeşlik binasında, koruyucusu ile saklanan kitap yerinden çıkarılıyor. Birlik toparlanıyor. Birbirlerine karşı savaşanlar, artık aynı cephede yer alıyor böylece. “Mutant Günlükleri” elde Samuel, inancın zaferini anlatıyor ama, ekipte inanmayan biri var… Tüm klişelerin doruk noktası ise “Matrix”teki Neo beklentisi, bir kehanette yer alan beklenen kurtarıcı rolü beklentisi olarak görünüyor. Samuel bu kurtarıcının kendisi olduğuna inanıyor o ayrı… Herkesi birleştirecek kurtarıcı inancı derken, kitap da sorgulanmaya başlıyor nihayetinde… Samuel de eninde sonunda bunun bir kitap olduğu gerçeği ile yüzleşiyor. Kitabın koruyucusu Severian’ın erkek çoğunluklu birliğe saçlarını kestirerek katılması ile saçmalıklar silsilesi ise senaryonun eksiklerine start veriyor… Birliğin makineye ulaşmak için, kitaptaki harita yardımıyla başladığı yolculuk ise, aksiyonu ne kadar bol olsa da tamamen saçmalıklar ve hatalar zincirinden ibaret. Yerin altına inilmesi gerekiyor ama öyle tuhaf bir mekan kullanımı ve ona eşlik eden kamera açılarıyla yaratılmış (ya da yaratılamamış) kurgu var ki evlere şenlik. İnandırıcılıktan uzak mekan geçişleri ile başlayan yolculuğun en olumlu ya da göze hoş gelen tarafı, dünyayı terk edip uzaya kaçan insanoğlunun hala buhar gücünden faydalanması… Jules Verne romanlarından çıkmış gibi duran gemilerin kullanılması ayrı bir hoşluk olmuş. Ortaya çıkan gelecek tasviri ateşli silahların kullanıldığı, beklenenin tersine ileri teknolojinin kullanılmaması da ayrıca dikkat çekici. Yolculuk sırasında Hunter’ın beklenen kişi olmasını kuvvetlendirecek müdahaleleri sonrası, yaralı arkadaşının el bombası isteğinin hemen ardından sigara yakacak rahatlıkta olması da ana karakterin klişe dışı hareketlerinden. Madem insanoğlu yok edebilecekti makineyi, neden yok etmeyip kilitledi… Üstelik yok etmeyi sağlayacak düzeneği ve kitabı muhafaza edip korurken… Diğer bir nokta da madem Mutantlar silahla ölmüyorlar, kılıçla ölüyorlar o zaman neden herkes silahına davranıyor sürekli… Bu ve bunun gibi birçok soruya yanıtın bulunamadığı mantık hatalarıyla dolu film, sonunda erkek egemen birliğin kadın çoğunluğuyla makineye ulaşması, inananın ilk başta kaybeden olduğu finalle noktalanıyor… Sıkıcı bir tempoya sahip olmayan “Mutant Günlükleri”, sıkı bir savaş sahnesiyle açıldıktan sonra, gerek mantık hataları, gerek mekan ve kurgu hatalarıyla sürekli yolculukta olduğu gibi dibe inerek, tüm beklentilerin altında kalıyor…
Yolcular: Farkındalık ve Seçimler…
05.01.2009

Yolcular: Farkındalık ve Seçimler…

Baba olmanın eşiğindeki Ronnie Christensen’in, “ya ölürsem” korkusuyla neleri kaçırdığını düşünerek yazmaya başladığı senaryo sonunda pelikülde. Duyulmaya başladığından itibaren “Lost” ve “Fearless” karışımı olarak beklenti yaratan, oyuncu kadrosu ile de seçim sebebi olan “Yolcular”ın yönetmen koltuğunda ise ısrarla ilk tercih olarak düşünülen Rodrigo García oturuyor. Aynı gün okudukları senaryoyu beğenen üç yapımcının “finaline aşık olduk” diye tanımlayarak giriştikleri “Yolcular”, yapım ekibinin sık tekrarladığı bir “aşk” filmi temelde. Hem de “her şey biter aşk baki kalır” türünden. İlk bakışta gerilim filmi hissi uyandıran film, sadece bu yönü ile değil, bir de finali ile sürpriz yapıyor izleyicisine. Yönetmen Rodrigo García’nın “Boomtown”, “Sopranos” ve “Carnivale” gibi iyi dizilerde yönetmenlik yapmışlığı var. “Yolcular”la dördüncü filmini çekmiş olan García, kendini 2000 yapımı bol ödüllü “Nine Lives” ile kanıtlamıştı. Görüldüğü üzere işine ve senaryoya aşık bir yapım ekibi ile tam bir bütün halinde yola çıkılmış.   “Yolcular”, direk açılışı ile “Lost”u andırarak başlıyor. Daha sonra genç terapist Claire’i tanımaya başlıyoruz. Özel hayatında kimseyle iletişim kurmayan, her daim ihtiyatlı olan Claire kazadan kurtulanlara grup seansı yapmak üzere görevlendiriliyor. Claire’in tam zıttı olarak kafasına estiği gibi yaşayan Eric, bu grup seansı teklifine karşı çıkıyor, böylece aşk konusunda ilk düğüm de atılmış oluyor. Claire’in, Eric’in evinde terapi yapmak üzere anlaşması da her şeyin ilk adımı… Eric’le yakınlaşma, beğenip beğenmeme kararsızlığı arasında, hastalarıyla bile sağlıklı iletişim kuramayan Claire’e uzak durduğu komşusu bile öğütler veriyor. Kaçan fırsatlarını düşünüp üzüldüğünü anlattıktan sonra verdiği öğüt de filmin ana mesajı aslında. “Kanatlarını aç…” Zaten film temelde romantik gerilim gibi gözükse de, sürekli herşeyin farkında olmak ve fırsatları yakalamak üzerine vurgu yapıyor… Eric’in evindeki teknolojik cihazlardan sonra, yalnızlaştığını hissetmesi, bundan sonrası için sadece yapmak istediklerini özgürce yapabileceği adımlar atması örneğin resim yapmaya başlaması psikolojik yapıyı hazır ediyor. Seansa katılan, fark edilir korkaklığının yarattığı utançla yıkılan, otuzlu yaşlarındaki Dean; güzel ve gençliğin verdiği cüretkârlıkla dolu, yirmili yaşlardaki Shannon; ellili yaşlarını süren, yaygaracı ve sinirli Norman ve Norman’dan on yaş genç, konuşmakta da kat kat çekingen davranan Janice ile işler iyice derinleşiyor. Bir de grup seansını dışarıdan birinin fark edilmesi, Claire’in havayolları şirketinden Arkin ile görüşmesinden çıkarılacak gerçeği saklıyorlar yargısı ile film tam bir komplo filmine dönüyor. Komplo bağı hazır kurulmuşken, Eric Claire aşkının başlamasıyla birden film kurduğu yapıyı tamamen unutarak, doğaüstü olaylara girişmeye çalışıyor.  Ve ordan itibaren de hızla irtifa kaybediyor. “Birdy”nin final sahnesinin kopyası ile başlayan, Claire’le Eric’in doğaüstü olaylarla karşılaşma ihtimalleri gibi sorularla tamamen yön değiştiren film haddini aşarak “Lost”, “Diğerleri” (The Others) ve “6.His” ile aynı kulvarda yüzmeye çalışıyor. Bu çabada senaryodaki gedikleri, hataları beraberinde getiriyor. Üstelik bazıları çok belirgin hatalar oluyor. Eric kısaca tanıtılıp, aşka ağırlık verilince hikayeyi ve özellikle de finali daha da kuvvetlendirecek bağlar da kurulamıyor. Claire’in kız kardeşi ile aralarının kötü olması ilk sahneden itibaren işleniyor ama ayrıntıya girilmiyor, kapanış sahnesindeki duygusuzluğu uyandırıyor. Tek başına işlenip, komplo ve benzeri yanlış yönlere dağılmasa daha etkili olabilecek final bu sayede bir parça güme gidiyor ve tatmin etmiyor. “Dev bir yumruk yemiş gibi oluyorsunuz,” diyor yapımcı Matthew Rhodes, “ve aniden bunun hayal ettiğinizden çok daha büyük bir aşk öyküsü olduğunu anlıyorsunuz. Başlangıçta sizi koltuğunuza mıhlayacak bir gerilim filmi izliyor ve tahminler yürütüyorsunuz ve sonunda geriye dönüp baktığınızda ‘çok güzel bir aşk hikâyesi izledim’ diyorsunuz. Bu filme aşık olmamızın ve onu çekmemizin nedeni de bu.” dese de bu sözler seyirciye geçmiyor, geçemiyor… “Yolcular”, beklentileri karşılamasa da, tempolu ilerleyip sıkmaması sayesinde sürpriz finaliyle yumruk atacak seyircisini bekliyor.  
Davetsiz Gelen 2: Herşey Son 10 Dakika İçin!
05.01.2009

Davetsiz Gelen 2: Herşey Son 10 Dakika İçin!

1994 - 1998 arasına 8 film sığdırsa da, çektiği düşük bütçeli filmler ile istediği çıkışı yakalayamayan Dave Payne, 2001’deki tuhaf dans revü filmi “Just Can\'t Get Enough” ile şaşırtmış, arkasından 4 yıllık bir dinlenme dönemine girmişti. 2005’te “Reeker” ile çıkageldi. Sürpriz finali, ölmeden önceki film şeridi flashback’i ile fark yaratan, birçok korku filmi hayranının geç keşfettiği film, öyküsünü kullanma becerisi ve zeki senaryosu ile türünün farklı örnekleri arasına yerleşti. Düşük bütçeli korku filmleri arasında da kendine hatırı sayılır bir yer edindi. Uzak ve ıssız bir otoyol açıklanamaz bir şekilde kapandığında, beş öğrencinin kendilerini çölün ortasında buluvermesi ile başlayan ilk film, otelde geçiyordu. Hem otel atmosferini hem de teen slasher formüllerini kullanan film hayli sıkıcı olsa da, bir hayli etkili bir finale sahipti. Tasvir edilen katil tarafından sıkıştırılan ve avlanan gençlere aslında ne olduğunu görmekse hayli şaşırtıcı bir süprizdi. Payne bu kez 3 sene ara verdikten sonra, ikinci filmle dönüyor. Yine kendi senaryosu ile… “Davetsiz Gelen 2”, ilk filmde olduğu gibi yine çölün ortasında açılıyor. Ama bu kez 1978’e gidiyoruz… Ölüm Vadisi’nde cinayetler işleyen bir seri katilden haberdar olduktan birkaç dakika sonra kim olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bu sırada Payne, yarattığı karaktere tıpkı Elm Sokağı başta olmak üzere seri korku filmlerinin devamlarında olduğu gibi bir geçmiş yaratıyor. Sesler duyan bir adamın, şerif yardımcısından kurtulduktan hemen sonra teslim olması ve “burada işimin bittiğini söylediler” açıklaması sonrası gelen idam sahnesi ile şerifliğe yükselen McAllister ile de tanışmış oluyoruz. Günümüze geçişte, yine aynı mekanda gerçekleşiyor. İlk filmden birçok hatırlatmanın kullanılacağını anladıktan hemen sonra, üç soyguncu firari ile tesadüfi karşılaşma sonucu şerif ve yardımcısının çatışmaları, olayların benzinlikte geçmesi sonucu gelen patlama ile film bildik sulara akmış oluyor. Bu kez daha klişe bir topluluk var… Araları açık ve aynı meslekten bir baba – oğul, üç soyguncu, bir doktor, bir de eski sevgili… Aralarındaki tüm klişe olay örgüsü, aynen beklendiği gibi gelişiyor. Patlama sonrasında herkes kayboluyor ve sadece 7 kişi olduklarını anlıyorlar. Tıpkı ilk filmdeki çıkış yolları aramaya soyunuyorlar. İşte tam bu sırada tuhaflıklar devreye giriyor. Nerden ve nasıl olduğu belli olmayan bir görünmez duvar beliriveriyor… Hayatta kalanların seçilmiş kombinasyonu, artık aynı safta yer alıyor ve geceyi sağsalim geçirmek üzere her şeylerini ortaya koyuyor. Sonrasında da ilk filmden hatırlanacağı gibi ruh koleksiyoncusu pis kokusu ile avlanmaya geliyor… İlk filmde dikkat çeken flashback sahneleri yine var ama, bu kez daha az kullanılarak etkisiz hale geliyor. Birde üstüne fazla zekice olmayan, aynı çerçevede dönen mekan kullanımı, tuhaf şekilde oluşturulan ve anlamsız görünen görünmez duvar filmin en önemli sorunu olan temposuzluk ile birleşince iyice sıkıcı ve sıradan hale geliyor… En basiti bu film beyazperdeden çok, beyazcamı hak ediyor… Elbette ilk filmdeki gibi sürpriz finalini yapıyor ama bu kez daha fazla belli ediyor. Aynı şeyi ikinci kez izlemiş olmanın verdiği tatminsizlik, aynı formülün uygulanması sonucu iyice artıyor. Aynı formülü kullanan Payne, sadece finali için ürettiği formüle giden denklemle uğraşıyor. Araları doldurmayınca, haliyle tadı tuzu kalmıyor. Birde üstüne devam filmi için bırakılan açık kapı niteliğindeki ekstra final ekleniyor. İlk filme göre daha ağır tempolu, olay örgüsü gereğinden fazla görünen “Davetsiz Gelen 2”, ilk filmi izlemiş olanların sabrını zorlarken, izlememiş olanların ise ortasında sıkılıp bırakacağı türden….