Uçan Süpürge'nin Kışkırtıcı Konuğu
18.03.2009

Uçan Süpürge'nin Kışkırtıcı Konuğu

Bu sene 7-14 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan, Sinemalar.com’un internet sponsorluğunu üstlendiği 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, sadece Almanya’nın değil dünyanın en önemli yönetmenlerinden biri olan Ulrike Ottinger’i konuk ediyor. Ankara Alman Kültür Merkezi’nin katkılarıyla Ankara’ya gelecek olan Ottinger’in filmlerinin yanı sıra fotoğraflarından oluşan sergisi de sinemaseverler için unutulmaz bir deneyim olacak. Feminist Korsan Filmi Çekti 1942’de dünyaya gelen Ottinger, kariyerine Paris’te ressam olarak başladı. 1973’te ilk filmi ‘Berlin Ateşi - Wolf Vostell’i çekti. 1978’de yönettiği ‘feminist korsan filmi’ ‘Madame X’le dikkatleri üzerine çekti. Film, Ottinger’in sinemasındaki çılgınlığa işaret ederken, aynı zamanda, fetiş oyuncusu Tabea Blumenschein’i demir yumruklu, deri giysili dominant kaptan rolüyle bir yer altı ikonuna dönüştürdü. Yalnızca Almanya’nın değil dünya sinemasının en önemli kadın yönetmenlerinden biri sayılan Ottinger, sonraki filmlerinde de feminizmden kopmadı ve kışkırtıcı filmler yapmayı sürdürdü. 1983’te yönettiği ‘Dorian Gray’in Magazin Basınındaki Portresi’nde, Oscar Wilde'ın ünlü karakteri Dorian Gray’i bir kadın oyuncuya (Veruschka von Lehndorff) oynatarak cinsel kimlikleri ters yüz etti. Başyapıtları arasında sayılan ‘Moğolistanlı Joan D’arc’da (1989) seyirciyi Moğol kültürüyle tanıştırırken; ‘Sürgün Şangay’la (1997) 4,5 saate yaklaşan süresine rağmen meraklısına unutulmaz bir sinema deneyimi yaşattı. 6 Filmiyle Festival’de Uçan Süpürge, Ottinger’in ‘Berlin Ateşi - Wolf Vostell’ , ‘Dorian Gray’in Magazin Basınındaki Portresi’, ‘Ucube Orlando’, ‘Moğolistanlı Joan D’arc’, ‘Sürgün Şangay’ ve ilk kez bu sene Berlin Film Festivali’nde gösterilen son filmi ‘Kore Çeyiz Sandığı’ını 7-14 Mayıs tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşturacak.
'Güneşi Gördüm' Kimin Hikayesi?
16.03.2009

'Güneşi Gördüm' Kimin Hikayesi?

“Güneşi Gördüm” kimin hikayesi? Hayatta tek arzusu çocuklarını okutmak olan Ramo’nun mu, parçalanan ailesine yeni bir hayat sunmaya çalışan Davut’un mu, erkek bedenine hapsolmuş kadın ruhuna karşı koyamayan Kadri’nin mi? Bu sorunun cevabını yönetmen Mahsun Kırmızıgül de karıştırmış olmalı. “Güneşi Gördüm”de birbiriyle bağlantılı üç farklı hikaye ile seyirci karşısına çıkan Kırmızıgül, üçünü de “ana hikaye” şeklinde kurgulayarak, filmdeki “bütünlük” duygusunu zedeliyor. Eş zamanlı “üç film birden” izliyormuş hissine kapılıyor insan. Merkezde, zorunlu göç nedeniyle doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalan Güneydoğulu bir ailenin trajik öyküsünü anlatan film;  göç sonrasında yan hikayelerini de geliştirmeye başlıyor. Bir kısmı İstanbul’a, bir kısmı Norveç’e göç eden bu insanlar; bambaşka dünyalarda buluyorlar kendilerini. Bir süre sonra, her biri kendi içinde ayrı olay örgülerine sahip, farklı sonlara ulaşan bağımsız hikayeler haline geliyor bu öyküler. Ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşen Kadri’nin yaşadıkları ise, İstanbul içinde “başka bir İstanbul” tasviri yapıyor seyircisine. Ailesindeki diğer erkeklere benzemeyen Kadri’nin, abisi Mamo’dan gördüğü şiddete dayanamayıp, fuhuş yaparak para kazanmaya zorlanan bir travestiye dönüşme hikayesi, filmin en “sert” sahnelerini içeriyor. Bu noktadan hareketle, “Güneşi Gördüm”ün esas derdinin “ötekileştirme” sorununa dikkat çekmek olduğunu söyleyebiliriz. Köylerinden göç etmeye zorlanan Kürt ailesinin kendi topraklarında, kendi devletinden gördüğü “ikinci sınıf insan” muamelesi ile abisinden sürekli dayak yiyen eşcinsel Kadri’nin maruz kaldığı şiddetin aynı nedene dayandığını anlatmaya çalışıyor Kırmızıgül; “kendisine benzemeyeni kabul etmemek (ve hatta yok etmek!)” İlk filmi “Beyaz Melek”te şehir hayatının duyarsızlaştırdığı insanların ve kimsesiz yaşlıların dramını gözler önüne seren Mahsun Kırmızıgül,  “Güneşi Gördüm”de daha “kritik” konuları ele alıyor. Güneydoğu’da yıllardır süre gelen terör sorununa değinen film, bu davanın “Kürt-Türk savaşı” olmadığının altını çiziyor. Filmin bu konuda tek kusuru, anlatmak istediklerini seyircinin yorumuna bırakmak yerine, karakterlerine söyletmesi. Seyirciye ders vermeyi amaçlayan didaktik öğretilerle dolu replikler, kendinizi Güneydoğu sorunu ile ilgili bir paneldeymiş gibi hissetmenizi sağlıyor. Ana hatlarıyla bir göç hikayesini konu alan film; hastalık, cahillik, vatan sevgisi, büyükşehir kaosu ve kaybolmuşluk gibi çeşitli temalarla destekliyor öyküsünü. Şehit ailelerinin yaşadığı üzüntü de var filmde, travesti olan oğlunun fuhuştan kazandığı paraya muhtaç kalan yaşlı bir babanın çaresizliği de... Anlayacağınız, “Beyaz Melek”te karşımıza çıkan “mesaj çeşnisi”, “Güneşi Gördüm”de de sunuluyor önümüze. Müzik kariyerinde göremediği saygınlığı, beyazperdede yakalayan Mahsun Kırmızıgül’ün sinemadaki istikrarlı tavrını takdir etmek gerek. (Atilla Dorsay bile hayran kendisine!) Sanatçının ikinci filmi “Güneşi Gördüm”; mekan seçimleri, çekim tekniği ve oyuncu performansları açısından da oldukça başarılı bir yapım. Filmin seyirci üzerindeki “duygusal etkisi” ise tartışılmaz. Canınız çok yanacak, bunu baştan söyleyelim.
'Hayat Var', 27 Mart'ta Gösterimde!
16.03.2009

'Hayat Var', 27 Mart'ta Gösterimde!

“Beş Vakit” filmiyle ulusal ve uluslararası birçok başarıya imza atan Reha Erdem’in yeni filmi Hayat Var, 27 Mart’ta sinemalarda... İstanbul’a ilk kez denizden yaklaşan ve İstanbul’u suların üzerinden görüntüleyen Reha Erdem’in son filmi “Hayat Var”, yönetmenin 20 yıllık sinema serüveninin son halkası. Filmde, 14 yaşındaki Hayat, balıkçılık yapan babası ve yatalak dedesiyle birlikte İstanbul Boğazı’nın kenarındaki derme çatma bir evde yaşar. Aşkın var olmadığı bu acımasız dünyada çocukluk ve kadınlık arasında sıkışıp kalan Hayat, etrafındaki tüm adaletsizliklere rağmen yaşama tutunmaya çalışır. 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Sinema Yazarları Jürisi özel ödülüne layık görülen “Hayat Var”, Şubat’ta gerçekleştirilen 59. Berlin Film Festivali’ne katılan iki Türk filminden biri oldu ve katılımcılar ve eleştirmenler tarafından büyük ilgi gördü. Başrolünü Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu ve Levend Yılmaz’ın paylaştığı Reha Erdem’in son filmi "Hayat Var", 27 Mart’ta sinemaseverlerle buluşuyor...
Güneşi Gördüm: Eksik Mesaj, Fazla Alıcı
16.03.2009

Güneşi Gördüm: Eksik Mesaj, Fazla Alıcı

Kürt-Türk sorununu güzel şekilde ele alan bir film : "Güneşi Gördüm". İnsanlığın herşeyin üstünde hissedilmesi gerektiğini vurguluyor. Oynayan aktör ve aktrislerin birçoğu usta ve yıldız.Gençler de hayli başarılı. Cehalet, göç, darbede yapılan işkenceler, çekilen acılar, aynı evden hem terörist hem de asker çıkması... Çarpıcı sorunlar ele alınıyor filmde. Duygusal bir anlatım sözkonusu.   Ama... Nedense filmden çıktığım anda kendimi hiç de tatmin olmuş bulmuyorum. Anlatılmak istenen çok şey mevcut ve fakat nihai sona vardırılan olay sayısı az. Sanattan ve sinemadan bahsediyorsak "teknik"ten de konuşmak durumundayız!   Kırkı aşkın ekran karartma yöntemini kullanan Mahsun Kırmızıgül, seyirciye illallah dedirtiyor. Kamera titretiliyor, yanlış yere konuyor. Birçok sahne de esinlenme. Esinlenme... "Yeteneksizler esinlenir, yetenekliler çalar".   Şimdi diyeceksiniz belki içinizden :"Bu ezme psikolojisini bırak ey yazar! Mesaja bak!". Ezme psikolojisi falan değil bu, açıkça belirteyim. Kürt olan ve bununla gurur duyan Yılmaz Güney, takdir edip hürmet duyduğum bir sanatçı, görevini layıkıyla başarmış bir insan. Yavuz Bingöl de aynı şekilde Nuri Bilge Ceylan filmlerinde gözükecek kadar kendi rüşdünü ispatlamış bir türkücü. Sorun Kırmızıgül’de mi? Bilmiyorum.   Bayan oyuncuların yapay şiveleri ve hikâyenin içinde gayet absürt duran "eşcinsel" parafı hiç ama hiç cezbetmiyor beni. Atilla Dorsay dahil galadan çıkan herkesin yere göğe sığdıramadığı "Güneşi Gördüm"; mana açısından bir taşla iki kuş vurmayı hedefleyen ve bu taşla yalnızca kendi bedeninde yaralar açan bir film.   Cemal Süreya , "bir şiirin benim açımdan okunulabilir sayılması için sadece bir dizesinin güzel olması yeterlidir" der. Bu seferde Süreya'nın bu engin hoşgörü anlayışını sinemaya uyarlayıp , birkaç doğru mesajdan istifade etmeniz için size bu filmi tavsiye ediyorum.   Ama dürüst olmalıyız ki; teknik kısmını ele alacak olursak Mahsun Kırmızıgül hâlâ "Sarı Sarı" şarkısını söyleyen adamdır, hiçbir ilerleme yoktur, böyle gelmiştir ve şimdilik de böyle gitmektedir. Bunu böyle bilelim ve ortalığı birbirine katan bu abartma tufanından biraz sıyrılalım.   Akıllı ve sanatsal seyirler...   Vesselam..  
Beyaz Gece'de Sabaha Kadar Sinema...
13.03.2009

Beyaz Gece'de Sabaha Kadar Sinema...

Sinemalar.com’un internet sponsorluğunu üstlendiği 20. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde 14 Mart Cumartesi gecesi saat 23:59’da birbirinden önemli, üç uzun film seyirci karşısında olacak. Ünlü İngiliz yönetmen Mike Leigh’ın Oscar’a aday olan son filmi “Daima Mutlu / Happy-Go-Lucky”, festival çevrelerinde 2008’in en iyi filmi olarak gösterilen İsveç yapımı “Gir Kanıma / Let the Right One In” ve çağdaş dünya sinemasının üç benzersiz yönetmeni Michel Gondry, Leos Carax ve Bong Joon-Ho’nun yönettiği “Tokyo!”, beyaz gecede seyircilerle buluşacak. Sabahın ilk ışıklarına kadar devam edecek gösterimle, festivalin sabaha kadar film izleme geleneği bu yıl da devam edecek. “Beyaz Gece” adı verilen etkinlik, Kızılay Büyülü Fener Sinemaları’nda yapılacak. Krzysztof Zanussi ile Söyleşi Pedro Almodóvar ve Krzysztof Kieslowski gibi yönetmenlerin öğretmeni olan ve Polonya sinemasının yaşayan en önemli yönetmenlerinden biri kabul edilen Krzysztof Zanussi, 20. Ankara Uluslararası Film Festivali'nin özel konuğu olarak Ankara'ya gelecek. Son filmi Kalp Hırsızı'nın (Serce na dloni) Türkiye prömiyerini gerçekleştirmek üzere Ankara'da bulunacak olan ünlü yönetmen film sonrası izleyicilerle söyleşecek. Krzysztof Zanussi’nin “Kalp Hırsızı” isimli filmi 14 Mart Cumartesi saat 19:15’te Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda seyirci ile buluşacak. Festival Partisi Ankara Uluslararası Film Festivali, 20. yılını özel bir parti ile kutluyor. “20.Yıl Özel Partisi”, 14 Mart Cumartesi akşamı saat 20:30’da Dib Sahne’de gerçekleşecek. Festival hakkında detaylı bilgi için: www.filmfestankara.org.tr
Ankara’da Festival Başladı!
13.03.2009

Ankara’da Festival Başladı!

Sinemalar.com’un internet sponsorluğunu üstlendiği 20. Ankara Uluslararası Film Festivali, “Ankara’da yapacak birşey yok” diye üzülenlerin imdadına yetişti. 12-22 Mart tarihleri arasında izleyebileceğiniz 213 film, 45 video ve tanışabileceğiniz 200’ü aşkın konuk sizi bekliyor. Dib Sahne’de düzenlenecek festival partileri de cabası. Yeterli mi acaba? Ulusal Uzun Film Yarışması Festivalin en dikkat çeken bölümlerinden biri “Ulusal Uzun Film Yarışması”. Son dönemde çekilen önemli Türk filmlerinin yarışacağı bu bölümde, birçoğu yeni vizyona girmiş başarılı yapımlar yer alıyor. Hüseyin Karabey’in savaşa yenik düşen bir aşk yolculuğunu anlatan filmi “Gitmek” (başrol oyuncusu Ayça Damgacı’ya dikkat!), Selim Evci’nin ilk uzun metraj çalışması “İki Çizgi” ve Özcan Alper’in ödüle doymayan sarsıcı filmi “Sonbahar” mutlaka izlenmeli! Sinemalar.com’un Tavsiyesi Festivalin vazgeçilmezi olan “Dünyanın Her Köşesinden” bölümünde gösterilecek filmler arasında seçim yapmakta zorlanabilirsiniz. Meksika’dan Hırvatistan’a, İran’dan Kanada’ya uzanan bu seçki içerisinde bizim tavsiyemiz, İngiliz yönetmen Mike Leigh’in yönetmenliğini üstlendiği “Daima Mutlu” (Happy Go Lucky). Karşılaştığı tüm zorluklara rağmen iyimserlikten asla vazgeçmeyen özgür ruhlu öğretmen Poppy’nin hikayesini anlatan bu eğlenceli komediyi, bugün 14:30’da ve 21 Mart Cumartesi 21:30’da Kızılay Büyülü Fener sinemasında izleyebilirsiniz. Festivalde 13 Mart Cuma Festival ilk gününde, tüm gün devam edecek film gösterimleri ve Dib Sahne’de düzenlenecek festival partisi ile Ankaralı sinemaseverlere hareketli bir gün yaşatacak. Kızılay Büyülü Fener Sineması Film Programı 12:00 Mutlu Çingeneler de Tanıdım            Babalar ve Çocukları Üzerine 14:30 Daima Mutlu            İçimdeki Çöl 17:00 Mao Zedung            Kino Lika 19:15 Delta            Araf  21:30 Ahmaklar ve Melekler             Vahşi Kan Parti Zamanı! Bu akşam saat 22:00’de Dib Sahne’de gerçekleşecek Suzan Kardeş konserinde festival konukları ile tanışabilir, eğlenceli bir gece yaşayabilirsiniz. Dib Sahne, Tunalı Hilmi Caddesi No:48-A Çankaya / Ankara adresinde.
Uçan Süpürge Mektuplarınızı Bekliyor
12.03.2009

Uçan Süpürge Mektuplarınızı Bekliyor

7-14 Mayıs 2009 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirilecek, Sinemalar.com’un internet basın sponsorluğunu üstlendiği 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin bu yıla özgü bir etkinliği olan “12 Eylül’de…” başlıklı mektup sergisine başvurular 1 Nisan’da sona eriyor. Festival bu sergiyle, gerçek veya kurgusal anlatılar üzerinden bir döneme ayna tutmayı, farklı hikâyeleri bir araya getirerek 12 Eylül’ü hatırlamayı ve hatırlatmayı amaçlıyor. Yalnızca kadınların katılımına açık olan sergiye gönderilecek mektuplar; el yazısıyla herhangi bir kağıda yazılarak, bilgisayarda yazılıp herhangi bir kağıda çıktı alınarak, video, ses kaydı, resim, fotoğraf, grafik ya da istenen başka bir formatta hazırlanabilecek. Çağrı, bilinen mektup formunun yanı sıra, katılımcıların yaratıcılıklarını kullanarak farklı mektup formları yaratmalarını da teşvik ediyor.   1 Nisan 2009 tarihine kadar gönderilecek mektuplar Ayşegül Devecioğlu, Gülden Treske, Halime Güner, Latife Tekin ve Umut Tümay Arslan’dan oluşan jüri tarafından değerlendirilecek. Jürinin bu eserler içinden oluşturacağı seçki, 7-14 Mayıs 2009 tarihleri arasında yapılacak 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında Ankara’da sergilenecek. Başvuru koşulları ve katılım formu için: festival.ucansupurge.org
Milk, 8 Mayıs’ta Gösterime Giriyor
12.03.2009

Milk, 8 Mayıs’ta Gösterime Giriyor

‘En İyi Erkek Oyuncu’ ve ‘En İyi Özgün Senaryo’ dalında iki Oscar kazanan “Milk”, 8 Mayıs 2009’da seyirci ile buluşuyor. Başrol oyuncusu Sean Penn’e ikinci bir Oscar kazandıran film, Amerika’nın eşcinselliğini gizlemeyen ilk politikacısı olan Harvey Milk’in gerçek yaşam öyküsünü konu alıyor. Milk, 1978’de kendisinden görevi devraldığı politikacı Dan White tarafından öldürülmüştü. Amerika’ da vizyona girdiği hafta müthiş bir gişe hasılatı elde eden filmin yönetmenliğini Altın Palmiye ödüllü Gus Van SANT üstleniyor. Oynadığı filmlerde en zor rollerin altından başarıyla kalkmayı bilen usta aktör Sean Penn, bu filmde de rolü gereği bir erkekle öpüşmekten çekinmedi. Filmde Penn’e Emile Hirsch, James Franco ve Josh Brolin gibi yetenekli oyuncular eşlik ediyor. “Milk”, geçtiğimiz ay Time dergisi tarafından “Yılın En iyi 10 Filmi”nden biri seçilmişti.
Tren Kalkıyor, Festival Başlıyor...
11.03.2009

Tren Kalkıyor, Festival Başlıyor...

Sinemalar.com’un internet sponsorluğunu üstlendiği 20. Ankara Uluslararası Film Festivali, 12 Mart Perşembe akşamı düzenlenecek açılış töreni ile başlıyor. 30 ülkeden 200’ü aşkın konuk, 213 film ve 45 video bu festivalde buluşuyor. 12 Mart sabahı festival konuklarını İstanbul’dan Ankara’ya taşıyacak Festival treni Haydarpaşa Garı’ndan Ankara’ya hareket edecek. Festival treni saat 10:00’da kalkacak, 16:30’da Ankara garına varacak. Festival konukları akşam 19:30’dan itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu’nda gerçekleştirilecek Açılış Töreni’ne katılacak. Açılış Töreni Festival Açılış Töreni; 12 Mart Perşembe günü, saat 19.30’da A.Ü. Dil ve Tarih ve Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu’nda gerçekleştirilecek. Janset ile Ruhi Sarı’nın sunacağı tören, açılış konuşmaları ve festival programının tanıtımının ardından Vakıf Onur Ödülleri’nin sunumuyla devam edecek. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından her yıl geleneksel olarak verilen Kitle İletişim Ödülü, ODTÜ GİSAM’a;  “Sanat Çınarı” ödülü Muammer Sun’a ; Festival’in kurucularından Aziz Nesin’in adını taşıyan Emek Ödülü ise, Macit Koper’e sunulacak.
Deli Deli Olma, 17 Nisan’da Vizyonda!
11.03.2009

Deli Deli Olma, 17 Nisan’da Vizyonda!

Sinemamızın usta ve emektar oyuncuları arasında başı çeken, canlandırdığı onlarca unutulmaz karakterle hafızalara kazınan Tarık Akan, birkaç yıllık aradan sonra sinemaseverlerle “Deli Deli Olma” filmiyle buluşmaya hazırlanıyor. Senaryosu Hazel Sevim Ünsal tarafından kaleme alınan ve Kars’ın bir köyünde geçen sıcak bir hikayeyi beyazperdeye taşıyan “Deli Deli Olma”’, 17 Nisan’da gösterime giriyor. Son yıllarda canlandırdığı başarılı karakterlerle adından sıkça söz ettiren değerli oyuncu Şerif Sezer, bir kez daha Tarık Akan’la aynı filmde rol aldı. Filmin sinemaseverlere bir de sürprizi var. “YOL” filminden seneler sonra tekrar birlikte kamera karşısına geçen Tarık Akan ve Şerif Sezer’in filmdeki gençlik sahnelerini kendi çocukları Barış Üregül ve Deniz Arna canlandırdı. Murat Saraçoğlu’nun Üçüncü Filmi “Deli Deli Olma”, son dönemin ses getiren yapımları arasında yer alan “120” ve “O… Çocukları” filmlerini yöneten Murat Saraçoğlu’nun üçüncü uzun metrajlı filmi olacak. “Deli Deli Olma” filminin, çarpıcı senaryosu ve oyuncu kadrosu ile bu senenin ses getirecek filmlerinden birisi olması bekleniyor. * Filmin fotoğraf galerisi için tıklayın.
Festival Akılları Karıştırdı
09.03.2009

Festival Akılları Karıştırdı

Günlerdir yazılı ve görsel basında İstanbul Film Festivali'nin ulusal yarışma ayağında reddedilen filmlerle ilgili tartışmalar sürüp gidiyor. Uzunca bir süre konu hakkında açıklama yapmayan festivalin jüri üyeleri, reddedilen filmlerden biri olan “Güz Sancısı” ekibinin, filmin yarışma dışı bırakılmasına tepki göstererek festivalden ayrılması üzerine açıklama yapma ihtiyacı hissetti.Ama bu açıklama kafalarda daha büyük soru işaretlerine yol açtı. Reddedilen “Issız Adam” ve “Güz Sancısı” ekibi doğal olarak karara tepki gösterirken, sinema yazarları ikiye bölündü. Jüri red kararını açıklarken, “bu filmler sinemasal anlatım açısından diğer filmlerden farklı noktadaydı” dedi. Ek olarak, “bu filmlerin gişesi çok iyiydi, ödül almaya ihtiyaç duyacaklarını sanmıyoruz” açıklaması bunu takip etti. Şimdi kafalardaki soru işareti şu; “gişe ve sanat ilişkisi nerede başlar, nerede biter; jüri ‘bu filmlerin reklama ihtiyacı yok’ derken neyi hedefliyordu?”   Açıkcası Türk Sineması son yıllarda gerek sanatsal gerekse gişe filmleri açısından altın cağını yaşıyor denilebilir. Tüm bunların ışığı altında, böylesine kör bir entellektüel kibrin gerilerde kaldığını düşünüyordu coğu sinemasever. Maalesef son yaşanan bu sıkıntılı seçme süreci düşünülürse, Türk entellektüellerinin hala çok bağnaz bir noktada olduğu görülüyor. Yurtdışındaki hangi önemli festivalde bir film fazla gise yaptı ya da çok pahalı ve önemli oyuncular bünyesinde yer aldı diye yarışma dışına itildi? Açıkçası bir filmin değeri, gişesi ya da içindeki pırıltılı oyuncularıyla degil, anlatım biçimiyle ilgilidir. Mesela Cannes ya da Berlin gibi önemli festivallerde büyük bütçeli bir filmle minimum bütçeli bir sanat filminin aynı anda yarıştığını görebiliyoruz. Peki Türkiye’de bu algı neden yerleşemiyor? Ucuz bir şekilde sanat filmlerini küçümsemek değil derdimiz ama bu tarz bir entellektüel mahalle baskısının Türk Sineması’nı nereye götüreceğini düşünmek istiyoruz ve bu hepimizin hakkı. Yazı: Ahmet Önispir
5 Maddede ‘Watchmen’
06.03.2009

5 Maddede ‘Watchmen’

1)    Ve bir çizgi roman daha sayfalardan çıkıp beyazperdede yerini aldı: “Watchmen”. 80’li yılların ikinci yarısında yayınlanan ve filme çekilmesi imkansız olarak görülen bu çizgi roman, yapımcılarının 10 yıllık sabrı sonunda film haline gelebildi. Yönetmen koltuğunda ise “300 (Spartalı)” filmi ile bir anda gözleri üzerine çeviren Zack Snyder var. Türkiye’de bile 800 binin üzerinde izleyiciyi salonlara çekmeyi başaran bu filmin yönetmeninden bu kez de elbette büyük bir iş beklendi haliyle. 120 milyon dolarlık bütçesi de bu beklentiyi boş çıkarmamak için çalışıldığının ipucunu veriyor zaten. Ayrıca film için yaklaşık 200 farklı set kuruldu. Son dönemin en heyecanla beklenen filmlerden biri oldu, yayınlanan her haberi ve görüntüsü beklentiyi artırdı. 2)    “Watchmen” bir süper kahraman filmi gibi görünse de aslında değil. Film 1985 senesinde geçiyor. Bir dönem soyguncuların tanınmamak için süper kahraman kılığına girmesi üzerine bazı polisler de aynı yolu izleyerek suçluların arasına karışıp onları kolayca yakalamayı başarır. İşte “Watchmen” de, bu işi üstlenen süper kahraman görünümlü insanlar aslında. Bir zaman sonra kahramanların bu şekilde çalışması hükümetçe engellenir ve kimliklerini gizleyerek yaşamaya başlarlar. Hatta bir kısmı devlet için, normal görevlerde çalışır. İçlerinden  “Komedyen”in bir gece öldürülmesiyle beraber bu gruba bir komplo girişimi olduğu diğer üyeler tarafından anlaşılır ve eski arkadaşlar bir araya gelmeye başlar. İşin arkasında kimin olduğunu araştırmaya başlarlar. 3)    Fragmanlarına bakılırsa aksiyon sahneleri ve efektleri bol bir film vaat ediyor izleyiciye. Kısmen öyle olsa da, daha ağır ilerleyen bir film var ortada. Alt metinleri ve hatta normal diyaloglarında, görünenin ötesinde başka şeylerden; dünya düzeninden ve insanların korkularından bahsediliyor. Amerikan rüyasına eleştirel gözle bakarken, bir yandan da insanların aslında mevcut düzen olmasa ne kadar saldırgan hale geleceğinin de altını çiziyor. Özellikle ilk yarısında hareket yüzdesi oldukça düşük. İkinci yarıdaki hareketlenmeyle beraber bu kez ilk yarıdan uzaklaşma ihtimaliniz de var. Yani çizgi romana sadık kalalım derken, her şeyi anlatıp atlamama derdiyle bir dağılma yaşanıyor. Ne çok derin bir film izliyorsunuz ne de aksiyon sahneleriyle dolu bir macera filmi. Süper kahraman olarak gösterilen insanların biri hariç hiç birinin süper gücü yok mesela. Sadece kostümleri var. Bu da zaten alışkın olunan “süper kahraman” filmlerinden birini izlemediğinizi hatırlatıyor. 4)    Filmin oyuncu kadrosuna bakıldığında star olan kimseyi göremiyoruz. Böylesi büyük bütçeli bir filmin handikabı bu olabilir mesela. Bir kısmı tanıdık yüzler olsa da, beklenen ışığı alamıyorsunuz. Oyuncuların da sıradan görünmesine çalışılarak belki de “süper kahraman değiller, aslında insanlar” cümlesinin altı çizilmeye çalışılmış. Bu durumda da inandırıcılık sorunu çıkıyor ortaya. Aralarında “Komedyen” tiplemesini başarılı buldum. Radyoaktif bir ortamda kalınca tamamen değişen Dr. Manhattan’ı da ayrı bir yere koyabiliriz. Mavi ışık saçan hali ve üstün özellikleriyle diğerlerinden ayrılmayı başarıyor. Ancak aynı şeyi diğerleri için de söylemek pek mümkün değil. 5)    Görsel olarak çok iyi sahneler de barındıran “Watchmen”, bazı şiddet görüntüleri nedeniyle 18 yaş sınırıyla vizyona giriyor. Neredeyse 3 saati bulan süresi ise biraz sıkılmanıza neden olabilir. Ne bir “300”, ne “Matrix” ne de “Superman” izliyorsunuz. Yani ileriki yıllarda “bak bu da Watchmen’deki sahnelerden biri” denilebilecek, akılda kalıcı bir şey yok. Filmde çok tanıdık şarkılar ve şarkıcılar da size eşlik ediyor ki en keyifli taraflarından biri de bu. (“Nat King Cole – Unforgettable” gibi) Uzun süredir sabırsızlıkla beklediyseniz ve çok şey bekliyorsanız, biraz hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Ancak “her türlü çizgi roman uyarlamasını severim” diyenlerdenseniz güzel bir görsel şölen sizi bekliyor.
Gran Torino: Çek Silahını Kovboy
06.03.2009

Gran Torino: Çek Silahını Kovboy

Amerika'da yaşayan en büyük yönetmenlerden biri kabul edilen Clint Eastwood, yeni filmi “Gran Torino”da hem yönetmen hem de oyuncu olarak seyirciye selam veriyor. Belki de yaşlandıkça verimi daha da artan bu ihtiyar adamın yıllar içinde ABD üzerine söylediği sözlerin tonu da giderek sertleşiyor. “Milyonluk Bebek”te yıkılan Amerikan rüyasından dem vururken, “Sahtekar”da çürümüş Amerikan sistemini yerden yere vuruyordu Eastwood. “Gran Torino” ise bütün bu filmler arasında sistemi en çok yerden yere vuran ve artık bu işin içinden çıkılmaz bir hale geldiğinin altını çizen önemli bir film.   Bir cenaze sahnesiyle sakin bir sekilde açılan film, bizi Walt Kwalski'nin (Clint Eastwood) ailesi ve özel dünyasıyla tanıştırıyor. Huysuz ve gerikafalı bir ihtiyar olarak resmedilen Walt, eski mahallesinde eski anılarıyla yaşayan Amerikan milliyetçisi bir adamdan daha fazlası değil aslında.Tek farkı ise mahalleye yeni taşınan Latin, Asyalı ve zenci göçmen grupların ardından yaşadığı evi terketmemesi. Açıkça koyu bir ırkçı olan Walt, gözü gibi baktığı eski model Gran Torino'su Asyalı yan komşularının oğlu Thao tarafından çalınmaya çalışılınca silahına davranıyor ve çetenin karşısına çıkıyor. Eski bir Kore gazisi olan Walt, arabayı çalmaya zorlanan çocuğu yakalayıp çetenin yoluna taş koyunca bir anda mahalledeki Asyalı gruplar arasında bir kahraman statüsüne erişiyor. Ani bir şekilde meydana gelen bu olaylar bir süre sonra Walt ile küçük çocuk arasında bir dostluğun temelini atıyor. Walt çetelerin elinde hayatı kararmak üzere olan bu çocuğun elinden tutuyor ve belki de kendi oğluyla kuramadığı baba-oğul ilişkisini Thao üzerinden kurmaya çalışıyor.   Eastwood yıllar sonra ilk kez kendi filminde Walt gibi bir karakteri oynayarak ilginç bir saptama yapmaya çalısmış. Filmde de gösterildiği gibi bugünün Amerika'sında kovboylara yer yok. Walt, Thao'ya erkek olmayı ve hayatını kurmayı öğretmeye çalısırken öyle bir noktaya geliyor ki, suç ve çete batağına savrulup gitmiş olan şehirlerinde bunu yapmanın pek de mümkün olmadığını kendi gözleriyle görüyor ve dehşete kapılıyor. Amerikan ideallerinin son temsilcisi olarak filmde resmedilen Walt, hiç düşünmeden kendisine çevrilmiş namluların üzerine yürüyor. Artık çok yaşlı, hasta ve hatta zamanın şartlarını kavrayamayan bu adam için belki de tek seçenek ölümden daha fazlası değil. Kendi ailesiyle hastalığını dahi paylaşmaya çekinen yaşlı adamın son dostları ise nefret ettiği Asyalı komşuları oluyor. Filmdeki kimi sahnelerde eski Western filmlerinde oynadığı karakterlere gönderme yaparak aslında finalde onları da öldüren Eastwood, bize bir devrin kapanmış olduğunu ve artık çözümün çok zor olduğunu bizzat kendisini öldürerek söylemeye çalışıyor. Bir ölümle açılan ve yine bir ölümle final yapan filmi herşeye rağmen “mutlu son” diye anlayan Amerikalı elestirmenlere katılmaksa mümkün değil. Belki Thao kurtuluyor ama “ya diğerleri” diye  düşünmekten alamıyor insan kendini. Onların böyle bir kovboy babaları olmadığına göre, sadece “umutsuzluk” var aslında finalde.   Neredeyse son günlerini yaşayan dünyaca ünlü bir yönetmenin Amerika için yaktığı bir ağıt gibi de algılanabilecek “Gran Torino”, hiç kuşkusuz tüm sinemaseverlerin ilgisini hakediyor. Herkese keyifli seyirler.  
Yeşilçam Ödülleri Sahiplerini Buldu
04.03.2009

Yeşilçam Ödülleri Sahiplerini Buldu

04 Mart Salı akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen görkemli bir törenle sahiplerini bulan "Yeşilçam Ödülleri" gecesinin yıldızı, “en iyi film” ve “en iyi yönetmen” dahil olmak üzere 6 dalda ödül kazanan “Üç Maymun” oldu. 2008’in en çok ses getiren filmlerinden “Sonbahar”ın “Turkcell İlk Film Ödülü”ne layık görüldüğü gecede, filmdeki rolüyle A. Onur Saylak “en iyi erkek oyuncu” ödülünü aldı. İşte 2009 Yeşilçam Ödülleri’nin Sahipleri En İyi Film: Üç Maymun Turkcell İlk Film: Sonbahar En İyi Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun) En İyi Senaryo: Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan, Ercan Kesal (Üç Maymun) En İyi Kadın Oyuncu: Hatice Aslan (Üç Maymun) En İyi Erkek Oyuncu: A. Onur Saylak (Sonbahar) En İyi Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki (Üç Maymun) En İyi Müzik: Issız Adam En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Yıldız Kültür (Issız Adam) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Altan Erkekli (O… Çocukları) Digitürk Genç Yetenek: Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun)
Slumdog Millionaire, Oscar’ın Formülünü Bulmuş!
03.03.2009

Slumdog Millionaire, Oscar’ın Formülünü Bulmuş!

Sizi dünya sinemasının yeni kahramanı ile tanıştırmak istiyorum bayanlar baylar: Karşınızda Jamal K. Malik... Amerikan sinema endüstrisinin yarattığı, doğa üstü güçlere sahip yapay kahramanlara hiç benzemiyor Jamal. Çizgi filmlerde değil, Hindistan’ın gecekondu mahallelerinde yaşıyor. Sefalet içinde bir çocukluk geçirmesine rağmen, yüzü hep gülüyor Jamal’in. Bu hali bana, caddelerde onlarcasına rastladığımız sokak çocuklarını hatırlatıyor. Buz gibi bir havada, titreyerek sizden para isterken bile gözlerinin içi gülen çocukları... Duygu sömürüsü yapmak değil amacım, hep merak etmişimdir bunu nasıl başardıklarını. Jamal da onlardan biri gibi. Etrafındaki kötülüklere kayıtsız kalabilen, gördüğü onca pisliğe rağmen hiç kirlenmeyen bir sokak çocuğu. Onun tek bir dileği var hayatta: Yağmurlu bir gecede tanıştığı Latika’sından hiç ayrılmamak...   Dinlediğiniz bu hikaye ne kadar tanıdık değil mi? Hint diplomat Vikas Swarup’un romanından uyarlanan “Slumdog Millionaire”, baştan sona “doğulu” bir öyküyü taşıyor beyazperdeye. İlk bakışta şanssız bir çocuk gibi görünse de, edindiği iyi-kötü her tecrübe ile kendisini bekleyen “büyük mucize”ye hazırlanan Jamal’in, çöplüklerden milyonerliğe uzanan hikayesi, “kader”in nelere “kadir” olduğunu eşsiz örneklerle ortaya koyuyor. Yaşadığımız herşeyin bir nedeni olduğunu ve bazen en ufak ayrıntıların bile hayatımızı değiştirecek kadar önemli olabileceğini anlatan film, ancak doğulu bir toplumda bu derece baskın olabilecek “kaderci” yaklaşımıyla dikkat çekiyor. (“Batılılar kadere inanmaz” şeklinde okumayınız lütfen!) Gözü çocukluk aşkı Latika’dan başkasını görmeyen Jamal’in tükenmeyen sevgisi ve sadakati ise, sadece sinemada değil, tüm sanat eserlerinde hafife alınmaya başlanan “aşk” kavramı üzerine düşündürüyor seyircisini. (Jamal’in henüz 18 yaşında olduğunu göz ardı etmeyelim bu arada. Daha ne Latika’lar çıkacaktır karşısına!) Amerika’nın tüm dünyaya empoze etmeye çalıştığı (en azından Obama’ya kadar!) materyalist değerlere ters düşen bir öze sahip olmasına rağmen, Akademi jürisinden 8 Oscar almayı başaran “Slumdog Millionaire”ın sırrı nerede peki? Üstelik kadrosunda hiçbir yıldız oyuncu bulunmuyorken... (Bırakın yıldızı, filmde tüm kadro Hintli çocuk oyunculardan oluşuyor neredeyse!) Bu noktada filmin olağanüstü kurgusundan ve sürükleyici anlatımından bahsetmek gerek. “Slumdog Millionaire” olay örgüsünü, Hindistan’ın en popüler yarışma programı “Kim Milyoner Olmak İster?”e katılan ve büyük ödüle bir adım kala, yarışmaya hile karıştırdığı şüphesiyle tutuklanan Jamal’in hikayesi üzerine kuruyor. Zaman atlamalı bir kurgu eşliğinde, Jamal’e yöneltilen her soru sonrasında geçmişe dönüyor ve farklı bir yaşanmışlığa tanık oluyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi, sorular ve anılar birbiri ile bağlantılı. “Trainspotting” (1996) ve “28 Gün Sonra” (2002) gibi “rahatsız edici” filmler ile ismini duyuran İngiliz yönetmen Danny Boyle, peşinden biri kovalıyormuşcasına hızlı hareket eden kamerasını, “Slumdog Millionaire”de de kullanıyor. Karanlık filmlerde görmeye alışkın olduğumuz bu anlatım tekniği, pek bir yakışıyor filmin sürükleyici hikayesine. Kalbinizde heyecan, içinizde kıpırtılar eşliğinde ayrılıyorsunuz salondan. “Slumdog Millionaire”e “en iyi film” ve “en iyi yönetmen” dahil olmak üzere 8 dalda Oscar kazandıran bu formülün, acilen Türk sinemasında da denenmesi gerektiği kanaatindeyim.  Çözüm ortada: “Doğulu”, sıcak bir hikaye; “batılı”, modern bir anlatım.