Rotary Kısa Film Festivali
02.01.2009

Rotary Kısa Film Festivali

Rotary Kısa Film Festivali, 2430. Bölge Rotary Klüpleri tarafından genç sinemacıları motive etmek ve yeni heyecanlar oluşturmak için, bu sene ilk defa gerçekleştirilecek. Yaratıcı beyinleri film ve film yapma sanatıyla biraraya getirerek, ülkeler arasındaki kardeşliği geliştirmek ve dünya barışına katkıda bulunmayı amaçlayan festival 24- 27 Şubat 2009 tarihleri arasında Ankara Alman Kültür Merkezi’nde düzenlenecek. Ücretsiz olarak izlenebilecek festivalde, 25-26 Şubat tarihlerinde “Film Nasıl Çekilir?”  konulu çalıştaylar gerçekleştirilecek. Festival kapsamında düzenlenecek kısa film yarışmasında “Dünya Barışı, Sevgi, Açlık, Temiz Su Kullanımı, Bebek Ölümleri, Çocuk ve Aile İletişimi ve Sokak Çocukları” gibi temel konularda, toplam süresi 15 dakikayı geçmeyen kurmaca ve animasyon türünde kısa filmler yer alacak. Gösterimlerde ise, konu kısıtlaması olmamak kaydıyla, kısa ve uzun filmlere yer verilecek. Kurmaca ve Animasyon olmak üzere iki ayrı kategoride düzenlenecek yarışmada, her iki kategori birincisine 1000 USD, ikinciye 500 USD, üçüncüye ise 250 USD ödül verilecek. Festival hakkında daha ayrıntılı bilgiye www.rofife.org adresinden ulaşabilir, her türlü sorunuzu rofife@gmail.com adresine yazabilirsiniz.
Taşıyıcı 3: Yeni Dünya Ekonomisi ve Kurallar!
02.01.2009

Taşıyıcı 3: Yeni Dünya Ekonomisi ve Kurallar!

Yönetmenlik kariyerinin yedinci filmi olan 1997 tarihli “The Fifth Element” ile hayal ettiği filmi çektiğini söyleyerek, kendini Fransa sinemasının popcorn film piyasasına adayan Luc Besson, taşıyıcı serisine kaldığı yerden devam ediyor. Yaygın Fransız filmleri sıkıcıdır yargısını kırmak üzere, 1998’de “Taxi” serisi ile başlayan, farklı türlerde devam eden yeni Fransız popcornları artık seri haline geldi ve başarısını kanıtlamış durumda. Hollywood popcornlarına karşı yapılan mücadelenin bir diğer başarısı da “Taxi” filminin bizzat Hollywood’a transferi. Besson temelde son derece basit fikirlerden çıkan her filmi halen ilgi görmeye devam ediyor. İlk dönemde yaratılan hikayeler varlıklarını halen sürdürmekte. Jet li başrollü karate filmleri, arabaların ön planda olduğu süratli öyküler, gençlerin banliyölerdeki zıplama öyküleri ile geniş alana yayılan bu yeni popcorn sineması, her yıl örneklerini çoğaltacak gibi. Arabasıyla özel kargo taşımacılığı yapan katı kuralları olan bir adamın maceralarıyla tanışmamız 2002 yılına dayanıyor. Temelde çok basit olan bu öykü, fazla ayrıntılara boğulmadan kolayca seyirciyi yakalamayı başarmıştı. 80’li yılların başarılı seri filmi “Karate Kid”in yaratıcısı olarak tanınan Robert Mark Kamen’in yarattığı Frank Martin, donuk bakışlı, neredeyse tek ifade veren yüze sahip Jason Statham’ın oyunculuğu ile sevilip, özdeşleşmiş, oyuncunun da aksiyon yıldızları ligine çıkmasını sağlamıştı. B türü karate filmlerinin yönetmeni Corey Yuen’in yönetmenliğinde atılan sağlam başlangıç, 3 sene sonra tüm ekibi tekrar arabanın başına toplamıştı. İlkine göre daha vasat olan “Taşıyıcı 2”, her aksiyon devam filmi gibi, işe biraz ara verip sakinlik dönemine denk gelen günlerle açılıp, klasik şekilde sen busun kurtulamazsın kuralına yenik düşmüştü. Hayli abartılı sahnelerle bezeli filmin ilkine göre daha iyi oyuncu kadrosuna sahip olmasına rağmen beklenen heyecanı vermemesinde filmdeki “hadi canım” naraları attıran inanmaması zor abartılı sahnelerin payı büyüktü. “Taşıyıcı 3”, seriyi ileriye taşımak için geliyor bir anlamda. Temelde bazı değişiklikler yaratmak isteyerek üstelik. En basiti ilk iki filmde Martin’in en büyük prensibi olan üç kural filmde sık sık tartışılır hale geliyor… Kural 1: Anlaşmayı asla değiştirme. Kural 2: İsim yok – Frank kimin için çalıştığını ya da ne taşıdığını asla bilmek istemez. Kural 3: Asla paketin içine bakma. Kendi ağzından “kim takar kuralları” cümlesi geldi gelecek derken, bolca sorgulama yaşanıyor… Ki bu sorgulamaya onu tanıyan herkes de katılınca, Martin aşka hazır hale gelmiş oluyor bir bakıma… Bu kez çevre sorununu, yeni dünya ekonomisinin yarattığı yeni dünya’ya değinerek açılıyor Taşıyıcı. Hayli eğlenceli balık tutma sahnesiyle, filmin temeldeki diğer başrol oyuncusu Tarconi ile aralarındaki bağı göstererek açılıyor film. Daha sonra ne anlama geldiğini anlayacağımız gemilerle aynı sularda yüzen ikili, doğacak sorunu karada çözüyor elbette. Ukrayna Çevre Koruma Ajansı Başkanı Leonid’in kaçırılan kızı Valentina’yı taşımakla zoraki görevlendirilen Martin, aslında evinde tv izleyip keyif yapıyor ilk başta. Kendisine önerilen işi kabul etmek yerine, arkadaşını önermiş. O da görevde başarısız olunca soluğu duvarları yıkarak Martin’in salonunda alıyor. Arabadan ayrıldığında gerilimin tek dayanak noktası da ortaya çıkıyor: Bileklik. 3 kademeli olarak, arabadan uzaklaşanı patlatacak bomba olarak kurulan düzenek, Valentina’nın hapisanesinin araba olduğunu gösteriyor. Oysa Martin için sorun yok… Kötü adam rolünde Prison Break dizisinden tanıdığımız psikopat T-Bag’in olması da gayet güzel bir sürpriz. Johnson bileklerine geçirdiği bomba ile Martin’i arka bagaja koyduğu paketi götürmeye zorluyor. Valentina ise yanında yol arkadaşı olarak tanıtılıyor. Beklenen her şey bolca oluyor, Martin sürüyor, birileri kovalıyor… Başına buyruk yeni kararlar alıyor, bolca adam dövüyor. Beklenmeyen şey ise Frank Martin’in aşık olması. Tamamen duygusuz görünen bu sert bakışlı adamın aşık olduğuna inanmak zor. Hele söz konusu yakınlaşmanın yaşandığı sahnelerse son derece sıradan… Zaten ilk anda Valentina’nın “yoksa sen eşcinsel misin?” her şeyi özetliyor. Apar topar cinsiyetini belli eden Martin aşık da oluveriyor. Ama Stathman’ın de etkisi ile inandırıcılıktan uzak aşk sahneleri çıkıyor ortaya. Valentina’yı oynayan Natalya Rudakova, Luc Besson’un oyuncu keşfetme fantezisinin bir ürünü olarak ilk filminde oyuncu etiketine bürünmüş. Her şey tamamda bu kadar çilli bir yüze sahip kızın beyazperde de güzel görüneceğini nerden çıkarmış Besson bunun cevabını bulmak hayli zor. İlk filmin yönetmeni Corey Yuen, dövüş sahnelerinin koreografilerini yönetiyor üçüncü kez.  Yönetmen koltuğunda ise Olivier Megaton oturuyor. Megaton, filmdeki aksiyonu ve adrenalini yükseltme adına kendince serinin sorgulamasını yaparak eksikleri giderme yöntemini benimsemiş. “Anlatım yapılandırması açısından John McTiernan’ın yapıtına eğilim gösteriyor olsa da, bu serinin “James Bond” ile “Die Hard” arasında bir yerlerde olduğunu düşünüyorum. Yakışıklı baş karakterin mizah ile ciddiyet arasındaki ince çizgide yürüdüğünü; düzenli olarak kendisini zora sokacak durumların içine çekildiğini görürüz. Ayrıca elimizdeki verilere göre, bir Fransız şirketinin, izleyicinin giderek daha çok bağlandığı bir karaktere dayalı seri yapacak konuma geldiğini göstermeyi başardık” diyerek durumu özetleyen Megaton, filmi çekerken Tony Scott’un Man on Fire’a yaklaşmayı denemiş. Öyle ki bazı sahnelerde ne gösterilmek isteniyor, neyi izliyoruz belli olmuyor. Sürekli kısa kesiklerle adeta slayt gösterisi şeklinde ilerleyen filmin en büyük handikapı da dövüş sahnelerinde ortaya çıkıyor daha çok. Hangi yumruğun kime atıldığını, kimin kime vurduğunu göremeyince hızlı bir şeyler olduğunu görmek dışında tat vermeyen görüntüler geçidine dönüyor sahneler. Frank Martin’in garajdaki dövüş sahnesi ise hayli yaratıcı. Üzerindeki kıyafetleri çıkararak dövüşte kullanması, filmin akılda kalıcı anlarından… Son gelen iri adamla arasındaki diyaloglarda sahneyi tamamlıyor. Hızlı araba sürüşü konusunda, bekleneni fazlasıyla yerine getiren taşıyıcı 3, birde eski karate filmlerinin havasını bonus olarak sunuyor izleyicisine. Sık sık bire karşı çok dövüşen Martin, çevre sorunlarını da çözüp, dünyayı kurtarıyor nihayetinde. Neredeyse kadınsız geçen taşıma işleri sonunda ödülü ise çilli bir Ukraynalıyla aşkı tatmak oluyor…
‘Yağmurdan Sonra’ Özel Röportajı
30.12.2008

‘Yağmurdan Sonra’ Özel Röportajı

Yönetmenliğini Görkem Turgut’un üstlendiği, politik dram türünde 2008’in en iddialı yapımları arasında gösterilen “Yağmurdan Sonra”, 26 Aralık’ta gösterime girdi. Osman Şahin’in “Üzüm Bağları” adlı öyküsünden esinlenilerek yazılan ve çekimleri Gökçeada’da gerçekleştirilen film; 12 Eylül 1980 darbesinin toplum ve bireyler üzerindeki etkilerini, yasak bir aşkın hüznü eşliğinde anlatıyor. Oyuncu kadrosunda Turan Özdemir, Nilgün Belgün ve Demir Karahan gibi başarılı isimlerin de yer aldığı “Yağmurdan Sonra”nın başrol oyuncuları Pelin Batu ve Serhan Yavaş ile biraraya geldik. Kişisel konulardan başladık konuşmaya; “Yağmurdan Sonra” ve Türk sinemasına kadar uzandı sohbetimiz... PELİN BATU RÖPORTAJI
Pandora’nın Kutusu Ocak'ta Vizyonda!
29.12.2008

Pandora’nın Kutusu Ocak'ta Vizyonda!

Yönetmenliğini Yeşim Ustaoğlu’nun yaptığı; başrollerini Tsilla Chelton, Derya Alabora, Övül Avkıran, Onur Ünsal ve Osman Sonant’ın paylaştığı “Pandora’nın Kutusu”, 23 Ocak 2009’da Türkiye’de gösterime giriyor. San Sebastian Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu (Tsilla Chelton), Antalya Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Övül Avkıran) ve Amiens Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu (Tsilla Chelton) ödüllerini alan “Pandora’nın Kutusu” ilk gösterimini Eylül ayında Toronto Film Festivali’nde yaptı. Yeşim Ustaoğlu’nun dördüncü uzun metrajlı filmi olan “Pandora’nın Kutusu”, bir gün kaybolduğunu öğrendikleri yaşlı annelerinin yaşadığı küçük bir Batı Karadeniz kasabasına doğru yola çıkan üç kardeşin öyküsünü anlatıyor. Yolculukla beraber kendi sorunları ve aralarındaki gerginlik de ortaya çıkan üç kardeş, Alzheimer olduğunu öğrendikleri annelerinin yanlarındaki varlığıyla kendi hayatlarını sorgulamaya başlıyorlar. Pandora’nın Kutusu yavaş yavaş açılırken anneanne ve torunu arasında filizlenen yakınlık filmin sürprizli finalini hazırlıyor. Filmin senaryosunu, “Sandık Lekesi” ve “Doyma Noktası” ve ‘Yere Düşen Dualar’ isimli kitaplarıyla tanıdığımız Türkiye’nin genç ve başarılı öykücülerinden Sema Kaygusuz’la beraber kaleme alan Ustaoğlu, “Pandora’nın Kutusu”nu “İnsanlık hallerinin kimi ironik kimi hüzünlü bir dille anlatıldığı, orta sınıf ahlakı üstüne kurulu dokunaklı bir hikâye” olarak tanımlıyor. Yönetmenin, 2005 yılından beri üzerinde çalıştığı bir proje olan “Pandora’nın Kutusu”, henüz senaryo aşamasındayken Pusan Promotion Fund’a katıldı ve 2006 Selanik Film Festivali Crossroads Co-production Forum’dan da en iyi proje ödülüyle döndü. Tatie Danielle filminin unutulmaz yıldızı 90 yaşındaki Tsilla Chelton’ı perdeye taşıyan “Pandora’nın Kutusu”, Chelton’ın nüanslara dayalı oyunculuğuyla uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek. Görüntü yönetmenliğini Jacques Besse’nin üstlendiği, çekimlerine 2007’in Ekim ayında başlanan; sisli, puslu bir atmosferde görüntülenen, “Pandora’nın Kutusu” İstanbul’un birbirinden farklı kentsel dokularını barındıran köşelerini, Karadeniz’in Küre Dağları’nın dinginliğiyle yan yana getiriyor.
5 Maddede ‘Bolt’
29.12.2008

5 Maddede ‘Bolt’

1.    Animasyonların artık sadece çocuklar için olmadığı bir gerçek. Son dönemde izlediğimiz “Nemo”, “Ratatouille” ve “Wall-e” gibi örnekler bunu fazlasıyla destekliyordu. Yetişkinleri de eğlendirecek filmlerden biri olan “Bolt” da sonunda gösterime girdi. Hem de bazı sinemalarda 3D (üç boyutlu) olarak. Eğer şansınız varsa 3D olarak izlenmeli bu film. Gerçi “Beowulf” ve “Dünyanın Merkezine Yolculuk” kadar hareketli, gözünüze giren sizi hoplatacak görüntüler bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Ancak yine de daha derin bir “Bolt” izlemek eğlenceli olabilir. Bu arada film Walt Disney’in kendi stüdyolarında ürettiği ilk üç boyutlu film olma özelliğini taşıyor. 2.    “Bolt” aslında dizi film yıldızı olan bir köpek. Ancak bundan haberi yok ve dizide başına gelen her şeyin gerçek olduğunu sanıyor. Ta ki gerçek dünyayla tanışana ve aslında süper güçlerinin olmadığını anlayana kadar. Bu anlamda film Jim Carrey’li “Truman Show”a benziyor. Kameralarla takip edilen ama baş kahramanının her şeyden habersiz olduğu bir gerçek yaşam… İkisinde de ilk kamera ortaya çıkana kadar gerçek olduğunu sanıyorsunuz. Elbette “Bolt” daha çok eğlence üzerine kurulmuş bir film. 3.    Filmde Bolt’u destekleyen ve daha eğlenceli hale getiren şüphesiz yan karakterler. İlişkileri düşmanlıkla başlayıp dostluğa dönen kedi Mittain çok zeki cevaplar veren, akıllı, bir o kadar da üçkağıtçı bir karakter. Ama asıl ilgiyi çeken şüphesiz hamster Rhino. Bolt’u televizyondan takip eden ve bir numaralı hayranı olan Rhino, sürekli komik hallerde çıkıyor karşımıza. Küresinin içindeki hiperaktif ve macera peşinde koşan haliyle film boyunca ilgi odağı olmayı başarıyor. Birçok sahnede gülme sebebiniz de bu karakter zaten. Bu arada Rhino’nun hareketleri animasyon tekniğine aktarılırken gerçek bir hamsterın hareketleri gözlemlenmiş ve aynıları Rhino’ya uygulanmış. 4.    İzlediğimiz her animasyonla beraber bu hayal dünyasının ne kadar geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Her şey gerçeğiyle bire bir neredeyse. Bunu “Bolt”ta özelikle güvercin karakterlerinde hissetim. Ara ara karşımıza çıkan ama aklınızda yer eden güvercinlerin hareketleri gerçek bir güvercinle bire bir, tüylerinin hareketi ve güneşe göre parlaması dahil. Hele kesik kesik hareket etmeleri ekstra bir eğlence unsuru. 5.    Filmden önce izlediğim fragmanlarsa animasyon hayranlarını önümüzdeki günlerde yine ilgi çekici filmlerin geleceğini müjdeliyor. Yine üç boyutlu olarak izleyeceğimiz filmler arasında “Up, Monsters vs. Aliens” ve Tim Burton animelerinin tadını alabileceğiniz “Caroline” (ki Noel Gecesi Kabusu’nun yönetmeni Henry Selick var işin ucunda) var. Bunlar da heyecanımıza heyecan katan güzel filmler.
Sibirya Ekspresi: Yalanlarla Gidersen, Asla Geri Dönemezsin!
29.12.2008

Sibirya Ekspresi: Yalanlarla Gidersen, Asla Geri Dönemezsin!

90’ların sonunda komedi ağırlıklı filmleriyle sinemaya giriş yapan Brad Anderson, kazandığı görece popcorn başarı sonrasında 2000 yılında “Session 9”la sinemasında keskin bir dönüşe imza attı. Korku ağrılıklı olsa da birçok türün kırması olan filmle birlikte şimdiki sinema anlayışını da oturtmaya başlamış oldu. Özellikle 2004 yılı filmi “Makinist” ile büyük çıkış yapan, adını saygın yönetmenler hanesine yazdırmayı da başaran Anderson, gerilim filmlerine adım atmaya da başlamış oldu. “Masters of Horror” dizisinin bir bölümüne imza atarak da bunu pekiştirmiş oldu. Anderson’un makinist’te yarattığı ilüzyon hala canlılığını korumakta. Kurduğu yapıyla, yarattığı gerilimli atmosferle takip edilesi yönetmen oldu… "Makinist"ten 4 yıl sonra gelen “Sibirya Ekspresi”, temelde Bowdoin Üniversitesi’nde antropoloji ve Rus dili eğitimi alan yönetmenin bu eğitim sonrasında Rusya’da yaptığı tren yolculuğuna, o yolculuktaki gözlemlerine dayanıyor. Elbette söz konusu tren yolculuğu olduğunda Alfred Hitchcock hayranlığının da etkisi var. Özellikle “Strangers on a train” ve “The Lady Vanishes” gibi trende geçen Hitchcock klasiklerinin senaryoda etkisi büyük. Karlarla kaplı bir ortamda, rayların üzerinde geçen bir klostrofobik bir ortam yaratılıp, birde yabancı yerde olmak söz konusu olunca gerilim otomatik olarak yaratılmış oluyor. “Her zaman trende geçen film çekmek istedim” diyen Anderson’un bir diğer etkisinde olduğu isim de Dostoyevski… Ana karakterlerden Grinko, “Suç ve Ceza”daki polis karakterinden izler taşımakta… Anderson bu şekilde bildiği kültürde, bildiği ve hayran olduğu esin kaynaklarıyla oluşturmuş senaryoyu… Yaratılan doğu Avrupa atmosferi, kırıcı kışın soğuğundaki tren yolculuğu da istediği atmosferi kurmasına yardımcı olmak bir yana, bir karakter de eklemiş oluyor. Filmin başında tanıdığımız Amerikalı çift ise bu tip filmler için biraz klişe olarak adlandırılabilir. Her yolculuk temalı filmdeki çiftler gibi, aralarında soğukluk olan, çatırdamakta olan evliliğin içindeki yalnız iki ruh Roy ve Jessie üzerine girişilen derinlikte görünenlerde bir parça kusurlu… Roy biraz karikatürize bir Amerikan erkeği olarak resmedilmiş. Tipik bir Amerikan ailesi tablosu uğraşında çocuk isteyen, ama hala çocuk kalanlardan… Jessie ise biraz daha güçlü, ayaklarının üzerinde duran kadınlardan. Zaman geçtikçe, tanıdıkça Jessie’yi evliliğin değiştirdiğine de şahit oluyoruz. Arsız kızdan, evlilik yardımıyla uslu kıza dönüşmüş, belli ki çocuk isteğine bu değişimin tamamlanmaması adına karşı çıkıyor. Tam da bu sırada çifte eklenen yeni arkadaşlar başlatıyor hikayeyi… İlk yolculuklarına çıkan Jessie-Roy çiftinin aksine, hayatları yolculuklarda geçen çift Abby ve Carlos kompartıman arkadaşları oluyor. O andan itibaren derinleşen senaryoda yeni çifti tanımak da, yabancıları tanımak gibi bir güvensizlik ortamını yaratmış oluyor. Abby pek konuşkan değil ama, Carlos’u tutabilene aşk olsun… Jessie ve Carlos arasındaki diyaloglarla kurulmaya başlayan gerilim de yavaş yavaş filmin dinamiklerinden biri oluveriyor. Carlos üzerindeki sis bulutu da kamera açılarıyla ustaca kuruluyor. Diğer karakterlerde güven veren sakin kamera açıları varken, Carlos söz konusu olduğunda kullanılan açılarla bu adamda bir şey var hissi de yaratılmış oluyor. Votkaların ve eğlencenin eksik olmadığı yemek bölümlerinde de ne kadar eğlence olsa da, Anderson Rusya üzerindeki gözlemlerini de iletiyor… “Amerika’yı tanımak istersen bir kitap al, Rusya’yı tanımak istersen bir kürek al” sözüyle başlayan bu gözlemler her şeyin ortasındaki Amerikalı çiftin yabancılaşmasını da arttırmış oluyor. Bir durakta yollar ayrılıyor. Roy treni kaçırıyor ve bir sonraki adım geliyor hikayede… Tamamen yapayalnız kalan Jessie, Carlos ve Abby’den destek de görüyor… Anderson yine kamerası yardımıyla gerilimi arttırıyor... Carlos ve Jessie arasında geçen tüm sahnelerde bir tekinsizlik hakim ama taraf tutulmaksızın yaratılan bir gerilim bu. Kim ak kim kara belli değil. Kimseyle bir yakınlık kurmaya izin vermeyen bu yapı üzerine yaşanılanlarda tüm planın parçası zaten… Roy’un en son Carlos’la görüldüğü sahneden sonra kayboluşu, Carlos’un tuhaflıkları ile iyice belirginleşen gerilim, karlar üzerindeki kilit sahneyle birlikte daha da artıyor… Ama filmin başarısı da burada zaten, Carlos’un Jessie’ye öve öve gösterdiği matruşka’lar gibi gitgide derinleşen bir yapı söz konusu filmde. Hikaye derinleştikçe, filmin başında görünüp kaybolan Grinko’nun eklenmesiyle Jessie Grinko’nun filmine dönüşen “Sibirya Ekspresi”, yarattığı tren geriliminden birkaç sahne haricinde uzaklaşmıyor… Anderson’un filmin çevrilme sebebine ışık tutan diyalogları da Roy ve Grinko arasındaki diyalogda saklı…
Uçan Süpürge’den ‘12 Eylül’ Sergisi
26.12.2008

Uçan Süpürge’den ‘12 Eylül’ Sergisi

7-14 Mayıs 2009 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirilecek olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, 12. Festivale özgü bir çalışmayla seyircisinin karşısına çıkıyor ve bir "Mektup Sergisi" hazırlıyor. Gerçek veya kurgusal anlatılar üzerinden bir döneme ayna tutmayı, farklı hikâyeleri bir araya getirerek 12 Eylül’ü hatırlamayı ve hatırlatmayı amaçlayan festival, her yaştan kadınlara “Mektup Çağrısı” yapıyor. Yalnızca kadınların katılımına açık olan sergiye gönderilecek mektuplar; el yazısıyla herhangi bir kağıda yazılarak, bilgisayarda yazılıp herhangi bir kağıda çıktı alınarak, video, ses kaydı, resim, fotoğraf, grafik ya da istenen başka bir formatta hazırlanabilecek. Çağrı, bilinen mektup formunun yanı sıra, katılımcıların yaratıcılıklarını kullanarak farklı mektup formları yaratmalarını da teşvik ediyor.   Gönderilecek mektuplar Ayşegül Devecioğlu, Gülden Treske, Halime Güner, Latife Tekin ve Umut Tümay Arslan’dan oluşan jüri tarafından değerlendirilecek. Jürinin bu eserler içinden oluşturacağı seçki, 7-14 Mayıs 2009 tarihleri arasında yapılacak 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında sergilenecek. Başvuru koşulları için: www.ucansupurge.org
5 Maddede 'Avustralya'
26.12.2008

5 Maddede 'Avustralya'

1) “Avustralya” bir kere yönetmeniyle dikkat çekiyor: Baz Luhrmann… “Romeo Ve Juliet” ve çok daha fazla ses getiren “Moulin Rouge” filmlerinin ardındaki isimdi. Uzun süredir de yeni filmi bekleniyordu. Özellikle görsellikleriyle dikkat çeken bu iki filmden sonra Nicole Kidman ve Hugh Jackman’li “Avustralya” fimi dört gözle bekleyenleri çok üzmeyecek gibi. Özellikle filmin açılışı gayet başarılı olmuş. 2) Filmde asil bir İngiliz’i, Lady Sarah Ashley’i canlandıran Nicole Kidman iyi bir oyuncu olduğunu daha önceki filmlerinde kanıtlamıştı zaten. Bu kez de bunu destekleyen bir iş çıkarmış. Bir insan güzel ya da yakışıklı olunca, sanki iyi bir oyuncu olduğunu kabul etmek güçleşir ya... Sanırım bu durum Kidman için çoktan geride kaldı. Bir asilzadeden, kırsal alanda yaşayan bir köylüye geçişinde başarılı bir iş çıkarıyor. Başroldeki aktör Hugh Jackman da “X Men” ile başlayan kariyerine iyi bir iş daha eklemiş. Rolün içine girip izleyiciyi (en azından beni) inandırmayı başarıyor. (Bu arada Pierce Brosnan’dan sonra Bond adayları arasında ismi geçen Jackman, sanki Daniel Craig’ten daha fazla yakışırdı Bond olmaya) Kidman ile kimyalarının %100 uyumlu olduğu söylenemese de fena bir çift olmamışlar. 3) Filmin en dikkat çeken oyuncularından biri ise 12 yaşındaki  Brandon Walters ya da filmdeki adıyla Nullah... Bu rol için Avustralya’da uzun bir oyuncu arayışına girilmiş ve Walters’ın ailesiyle de uzun bir zaman geçirilmiş. Sonunda aile de yönetmen de onaylamış ve Walters’in ilk filmi olmuş “Avustralya”. Film boyunca gayet iyi bir iş çıkaran küçük oyuncunun özellikle kapkara gözleriyle bakışları sizi kolayca etki altına  almaya yetiyor. Filmde melez olan Nullah, ne beyazlara ne de siyahlara ait olmayan bir dünyada, arada kalmanın sıkıntısını yaşıyor. Bu arada kalmışlık, aslında o dönem ülke olarak Avustralya için de geçerli. 4) Baştan sona izleyicinin ilgisini perdede tutan filmin en önemli handikaplarından birisi 166 dakikalık uzun süresi. Hele ki sinemadaki reklam ve ara süreleri eklenince, sinemada geçireceğiniz süre 3,5 saati buluyor. Bu yüzden filmi izlerken üç bölümlük bir dizi izliyormuş hissine kapıldım. Biraz daha kısa olabilirmiş. 5) Aydınlıktan karanlığa doğru giden film, hem romantik film sevenleri hem de maceracıları mutlu edecek gibi. Bu romantik macerayla beraber Avustralya topraklarının da başka bir hikâyesine tanık oluyoruz; başka topraklara ve yaşamlara… Savaş sahnelerinde duygusallığın doruğa çıkıp, gözyaşına neden olabileceği filmden çıkarken, birilerini şarkınızı söyleyerek kendinize getirebileceğinize inanabilirsiniz. Tabi söylediğiniz kişi bunu duyarsa…
Teoman ile Sinema Sohbeti
24.12.2008

Teoman ile Sinema Sohbeti

1996 yılında piyasaya çıkardığı, kendi ismini taşıyan ilk albümünden itibaren yaptığı çalışmalarla, bugünlerde adına “Türk rock müziği” dediğimiz bir türün oluşumuna büyük katkılarda bulunan Teoman, sinemaya da oldukça ilgili bir sanatçı. 2005 yılında gösterime giren “Balans ve Manevra”nın senaryosunu yazıp, müziklerine imza atan Teoman;  aynı zamanda filmin yönetmenliğini ve yapımcılığını da üstlenmişti. “Balans ve Manevra”nın yanı sıra, "Mumya Firarda", "Banka" ve "Romantik" filmlerinde de rol alan sanatçının aklında yepyeni bir film projesi var. Bugünlerde yeni albüm çalışmaları ile ilgilendiği için, senaryosu iki yıldır hazır olan yeni film projesini erteleyen Teoman ile sadece sinema üzerine kısa ve keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sinemalar.com: Yönetmenlik ve oyunculukta da deneyim edinmiş bir sanatçı olarak Türk sinemasında yaşanan hareketliliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Neredeyse her hafta bir Türk filmi vizyona giriyor... Teoman: Hakikaten öyle. Bir arkadaşım anlattı. Geçen hafta sinemaya gitmiş, oynayan 8 filmden 6’sı Türk filmiymiş. On yıl önce de “Türk sineması patladı” deniliyordu. Şu anda Türk sineması çok daha iyi bir yerde. Ayrıca filmlerin kalitesi yükseliyor. Geçmiş yıllara nazaran oyunculukları daha çok beğenmeye başladım. Bunda dizilerin bile etkisi olabilir. Sektör kendini geliştirmeye başladı. Finansal koşullar çok daha iyi. Dolayısıyla sinemanın gelişimi açısından çok daha rahat bir ortam söz konusu. Sinemaya ilginizi de biliyoruz. Sektördeki bu canlılık sizi nasıl etkiledi? Yeni bir filme başlamayı düşünüyor musunuz? İki senedir hazır olan bir senaryom var fakat yatıyor ne yazık ki. Ara ara onu çekmek için hevesleniyorum ancak sonra geri adım atıyorum. Açıkçası çok zor bir iş sinema ve ben şu anda o güçte değilim. Yeni bir albüm hazırlıyorum. Albümü bitirip, biraz dinlenmeye, rahatlamaya ihtiyacım var. Daha sonra filme başlamak istiyorum.
Recep İvedik 2’nin Fragmanı Yayında!
22.12.2008

Recep İvedik 2’nin Fragmanı Yayında!

Tüm zamanların en çok izlenen filmi olarak seyirci ve hasılat rekorunu elinde bulunduran komedi filmi “Recep İvedik”in ikinci filmi ‘Recep İvedik 2’nin fragmanı yayınlandı. Yapımcılığını Faruk Aksoy’un üstlendiği  bu müthiş komedi filminde Şahan Gökbakar, yine izleyicisini kahkahaya boğacak. İlk olarak televizyon şovlarında yarattığı Recep İvedik karakterini beyazperdeye taşıyarak bir fenomen haline gelen Gökbakar, 13 Şubat 2009’da izleyicileriyle yeniden buluşacak. Togan Gökbakar’ın yine yönetmen koltuğunda oturduğu çekimlerin tamamı İstanbul’da gerçekleştirildi. Recep İvedik’in birbirinden komik durumlar yarattığı şehir hayatının anlatıldığı filmde, Şahan Gökbakar’in babaannesi rolündeki Gülsen Özbakan’ın izleyiciden büyük ilgi görmesi bekleniyor. Filmin merakla beklenen fragmanını izlemek için aşağıdaki videoya tıklayın!
Issız Adam: Gidemem , Bilirsin Beni...
18.12.2008

Issız Adam: Gidemem , Bilirsin Beni...

Çağan Irmak’ın altıncı filmi “Issız Adam”; psikolojik, sosyolojik ve metaforik açılımlarıyla vizyona girdiği andan itibaren gündemde. Çağan Irmak’ın “Issız Adam” dan önce çekmiş olduğu filmlere bakarsak, bu gündemi meşgul etme olayının pek de sürpriz olmadığını anlayacağız. Filmin teknik kısmıyla fazla ilgilenmek istemiyorum bu yazıda. Zira; Çağan Irmak da tekniği bir köşeye itip, filmde manaya ehemmiyet vermiş. Ama yine de tekniğe kısaca değineceğim. Çağan Irmak yönetmen olarak kamerayı nereye koyacağını, görüntüyü nereden alacağını bilen birisi. Bu konudaki ustalığına yorum yapmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Oyuncular gerçek manada duyguları seyirciye hissettiriyor. Başrolleri paylaşan Cemal Hünal ve Melis Birkan, görevlerini hakkıyla yerine getirmişler. Filmin her müziği şaheser değerinde, her birine ayrı bir yazı lutfedilebilir. İçimde Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’un karışımı olarak nitelendirdiğim Çağan Irmak’ın, bu filmde Demirkubuz tarafı ağır basmış ve ortaya çekim tekniği üst bir film değil de, mana bakımından üstlüğü yakalamaya çalışan! bir film çıkmış. Kısacası senaryo çok iyi olmasa da, iyi bir örgüye sahip ve geçer not alıyor. ISSIZ ADAM İSMİNİN AÇILIMI: Issız Adam: Filmin ana karakteri Alper’e seyirci tarafından yakıştırılan ünvan. Seyircilerin aklına gelen ilk anlam budur. Ana karakterimiz, yalnızlığından ve çaresizce psikolojik girdap içinde sürüklenişinden dolayı “Issız Adam”dır. Issız Ada'm: Alper’in Ada ile olan ilişkisi irdelendiği zaman, Alper’de var olan ıssızlığın, Ada’da da var olduğu gözlenecektir. Yani Alper’in gözünde de Ada ıssızdır ve böylece filmin ismi ikinci manasına kavuşur-şimdilik-. Issız Ada'm: Birinci manada seyircinin perspektifinden, ikincisinde ise Alper’in gözünden filmin ismini açıklamıştık. Üçüncü mana ise “Ada ve Alper’e göre Issız Ada nedir?” sorusunun cevabı ile ortaya çıkıyor. “Metropol”. Şehir. Kargaşası, yoruculuğu, yiyip bitiriciliği ve inanılmaz enerjisi ile şehir. Hepimizin ıssız adası. /*/*/*/* Mesafelerin yitirilmesi ile başlar herşey. Bir görüntü. Sanal ortamda başka nesnelerle tanışıp kendini seks ile tatmin etmeye çalışan bir erkek. Seksin, cinselliğin ve kadının cazibesine dayanamayan bir erkek: Alper. Aşkı, Ada’yı gördükten sonra değişen bir erkek: Alper. Mana ile maddenin ruhunun derinliklerinde devamlı çatışma içinde olduğu bir erkek: Alper. Azlığın-kanaatkarlığın- ve insani duyguların tamamiyle terk edildiği bir yer tanıyorum ben. İçinde binlerce ıssız adamların dolaştığı bir yer. Metropol. Boynu bükülmüş bir aşk gibi içimizde geziniyor. İlişkiye girdiği bedenlerde Ada’nın kalbine rastlayamıyor Alper. Paralarıyla, Ada’nın gülücüklerini yaratamıyor. Maddenin tamamiyle insan ruhuna ve bünyesine tahakküm ettiği 21.yüzyılda bilinmesi gereken o kadar çok psikolojik travma var ki. Bunlardan sadece birisini dile getiriyor Çağan Irmak, “Issız Adam”da. Flört çağı, evlenmeden ilişkiye girme, seks, modernizm, çağdaşlık ve metropol hayatının cazip koşullarında bir mikrop. Alper , mikroptan korktuğu için mi, yoksa Ada’yı tamamiyle istediği için mi terk ediyor? Ada’yı istediği için Adayı terk ediyor Alper. ”giderken / yanımda unutma seni”... /*/*/*/* Film en az bu yazı kadar karmaşık, anlaşılması güç ve ağır. Basit birkaç gözyaşı ile “Babam ve Oğlum”a yaptığımız o boş muameleyi hak etmeyen hayat bir film. Hayat kadar gerçek bir film. Ya da film kadar gerçek bir hayat mı demeliydim.. “gideceksin git, umrumda bile değilsin güleceksin gül, umrumda bile değilsin özlemek isteyeceksin iste, farkı yok geleceksin gelme, umrumdasın” Gelmenin hasretlere olan öldürücü tesiri ne acıdır... Ne acıdır gidecek bir yolunun dahi olmaması. Bakınız:(Hayat) Sevgiyle...
Yılın En İyi Filmlerini Seçiyoruz!
18.12.2008

Yılın En İyi Filmlerini Seçiyoruz!

2008’in en iyi filmlerini Sinemalar.com kullanıcıları seçiyor! Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da, yılın en iyi yerli ve yabancı filmi sizlerin oylarıyla belirlenecek. Yerli ve yabancı film kategorilerinde listelenen filmler içinden kendi favorilerinize oy vererek, “2008’in en iyi filmleri” oylamasına katılın; binlerce Sinemalar.com puanı ve özel hediyelerin sahibi olun! 8 Aralık 2008 – 8 Ocak 2009 tarihleri arasında yapılacak oylamaya katılan herkes 2008 Sinemalar.com puanı, her 209. kişi ise yepyeni Play Station oyunları (12 adet) kazanacak.  
‘Bolt’un Özel Videosu Yayında!
17.12.2008

‘Bolt’un Özel Videosu Yayında!

Walt Disney Animasyon Stüdyoları’nda hayata geçirilen ve Amerika’da çok ses getiren animasyon film “Bolt”, Türkiye’de 26 Aralık’ta gösterime girecek. Orijinal dublajını John Travolta’nın yaptığı “Bolt”, ülkemizde Türkçe seslendirmeli olarak da gösterilecek. Filmin konusu kısaca şöyle: Süper köpek Bolt için her yeni gün macera, tehlike ve entrikalarla doludur. En azından kameralar stop edinceye kadar… Çok sevilen bir televizyon dizisinin starı olan Bolt’un yanlışlıkla Hollywood’dan New York’a götürülmesiyle hayatında yepyeni bir sayfa açılır. Biricik sahibesi ve rol arkadaşı Penny’e yeniden kavuşabilmek için ülke sınırlarını aşan bir yolculuk yapmak zorundadır. Öncelikle kamera karşısındaki tüm yeteneklerinin aslında bir yalan olduğunu anlar. Mittens adlı sokağa atılmış bir ev kedisiyle Rhino adlı televizyon delisi bir hamsterin yardımını alan Bolt, kahraman olmak için süper güçlerle donatılmaya gerek olmadığını keşfedecektir. Süper köpek “Bolt”un maceralarını izlemeden önce, filmin Türkçe dublajlı özel videosuna göz atmaya ne dersiniz?