W Δ Z = SAW Mıdır?
05.05.2008

W Δ Z = SAW Mıdır?

Haftanın gösterime giren en ilginç filmi “Waz” olsa gerek. Aslına bakılırsa filmin ismini Waz olarak yazmak, filmin adını yanlış yazmak demek.  W ile Z nin arasında delta işareti var. Fakat, gerek filmin isminin yazılış şekli gerekse de afiş seçimi SAW ı andırmıyor da değil. Önyargı ile gidenler arasında kendimin oluğunu da söyleyebilirim. Ancak bu filmi izleyene kadar sürüyor. Filmin başrollerini Melissa George (Helen Westcott) ve Stellan Skarsgård (Eddie Argo) paylaşıyorlar. Melissa George’ u daha önce “30 Gün Gece” filminde ”Stella Oleson” tiplemesi ile yine “WΔz” da olduğu gibi polis rolünde izlemiştik. Tek fark, bu filmde bürosuna yani atanmış olması. Stellan Skarsgård ise “Karayip Korsanları” serisindeki “Bootstrap Bill” olarak Will Turner’ın babası rolünde göz aşinalığımızı kazanmıştı. WΔz da ise sert ve kötü polis tiplemesi ile karşımıza çıkıyor. Filmin genel olarak konusu, ortalarda bir katilin olması, kurbanlarının belli kişilerden oluştuğu ve polislerin sürekli olarak katilin peşinde olması olarak sadeleştirilebilir. Fakat film hem, katil – kurban – polis üçlemesini son yıllarda bolca görülen klişelerden arındırarak gerçekleştirmiş, hem de bu klasik olaylar zincirine psikolojik darbeler bindirmiş. Katil – Kurbanlar – Polis üçlemesinden bahsetmişken, iyi filmlerin basit klişelerinin de yok edilebileceğinin çok iyi ele alındığını söyleyebilirim. Polislerin açıkça taraf tuttuğunu, elinde silah olan herkese saldıramayacağını, iki  polisin 28 mermi ile bir çeteyi yok etmek yerine oradan korkarak uzaklaşıp gitmelerini, cesetler üzerine işlenen bir ifadenin intikam ile bağlantısının bu kadar iyi yapılması ile beraber izleyici üzerinde psikolojik bir etki bırakabileceğini gördüm. Aslında filmin en ağır darbesi birbirini seven iki insanın sınanması. Fakat bu sevginin türlerine de el atılmış durumda. Kurbanlar arasında, karı – koca, iki iyi arkadaş, anne ve çocuğu, büyükanne ve torunu, son olarak “iki sevgili” var. Sevginin de çeşitliliğine inilmesi tarz olarak filmden hiç beklenmeyen durumlardan bir tanesi. Fakat bu ayrımı yapmaya mecbur olduğumuz bir formül olayı var, filmin farkı da burada ortaya çıkıyor. Filmden beklenmeyen bir diğer durum sonlara doğru aykırı bir aşk hikâyesinin senaryoda ekli olması. Bunun başından beri belli olmaması karakter seçimindeki özenden kaynaklanıyor. Aşkında eklenmesi ile psikolojik olarak etkilenilmişlik, gerilmişlik, yeterince polisiye ve intikam duygusunun matematiksel formülle kabul edilebilirliğine inandırılmış olmak filmden  pek bir performans beklemeyen, iki parçalama izleyip geri dönme önyargısı olan benim gibi izleyicileri koltuğa yapıştırıp, şanslı hissetmesini sağlıyor. Ve de bu haliyle gerek çeşitlilik gerek yok denecek kadar az klişe ile zaten “Testere” ile birbirinden açıkça ayrılıyor.   Yukarıda sayılan bağlar arası sevgi çeşitlerinin formülün mantığıyla çarpıştırılması film izlenirken bir psikolojik rahatsızlığı da beraberinde getirdiğinden mekanizmaların bir önemi kalmıyor. Zaten film de “çarpışmayı” pek önemsememiş, “Testere”deki olayların dış dünyadaki etkisini izliyoruz. WAZ – SAW kelime oyununun benzetmesi sadece bu şekilde mantıklı olabiliyor. “Waz”daki tür çeşitliliğinde , “Testere” gibi “birkaç labirent hazırladık,  fareleri de içine attık buyurun eğlenceye” mizahı yok. Testere’deki Jigsaw karakterinin savunduğu “ben katil değilim, kurtulmak için kendisi öldürdü, yani katil kendisi” olayının aynısı filmde formülün içine atılarak değişik bir anlam kazanmış. “Testere” serisinde insanların işkenceye maruz kalmasının, hayatlarının öneminin farkında olmadığı için bir dizi sınavdan geçmesi gerektiği açıklamasını hiçbir zaman yeterli bulamadım. W Δ Z bu sorunu ince bir zeka ile olması gerektiği gibi intikam duygusunu formülün merkezine yerleştirerek çözmüş. Yine “Testere”de bolca görülen “kendin için birini öldür, sevdiğin için birini öldür” mantıkları, “Waz”da, “kendin için sevdiğini öldür” mantığına dönüşünce ve de bu sevgi üzerindeki çıkar rüzgarları sert esmeye başlayınca koltukta silkelenmeniz gerekiyor. Fakat “W Δ Z” ı izledikten sonra yine “SAW” iddiasını ileri sürenler olacaksa “23 Numara” filmindeki Jim Carrey’nin canlandırdığı Walter Sparrow tiplemesine söylenen bir sözdeki gibi, “ne olursa olsun 23’ü bulurlar, sonucun 23.5 olduğu bir konuda ise zaten 5’in de 2 ve 3’ten oluştuğunu söylerler” demesi geliyor aklıma. İyi Seyirler. Premier Grup
'The Incredible Hulk'ın Fragmanı
05.05.2008

'The Incredible Hulk'ın Fragmanı

13 Haziran 2008’de gösterime girecek “The Incredible Hulk” filminin Türkçe altyazılı fragmanı yayınlandı. Başrollerini Edward Norton ve Liv Tyler’ın paylaştığı, 2008 yazının en iddialı filmlerinden biri olan “The Incredible Hulk”ın konusu ise şöyle: Bruce Banner gama ışınlarına maruz kalmış ve hücresel bir değişikliğe uğramıştır. Artık o sinirlendiğinde yeşil bir devdir. Artık bu gerçekle yaşayan Banner, sevdiği kadından ve eski yaşam alışkanlıklarından kopar. Günün birinde bir bilim adamı sorununa çare olabilecek bir seçim fırsatı sunar: Ya Hulk gidecek, Bruce kendisi olarak hayatına devam edecek, ya da kendini tamamen bir süperkahraman olan Hulk'a teslim edecektir.
‘Seksi ve Çılgın’: Paris Hilton Markasının Son Ürünü!
02.05.2008

‘Seksi ve Çılgın’: Paris Hilton Markasının Son Ürünü!

Bir güzellik yarışmasında jüri üyeliği yapmak için geldiği Türkiye’de sergilediği samimi ve mütevazı tavırları ile hepimizin dikkatini çekti Paris Hilton. O ana kadar çoğunlukla skandalları ile tanıdığımız Paris, canlı yayında oryantal yapacak kadar “bizden” bir imaj çizerek, Türk insanının gönlünü kazandı. Yüzündeki saflık derecesindeki masumiyetle, Anadolu’nun bağrından kopup gelen, içten ve temiz bir kızcağız görünümündeki Paris Hilton, çoğumuzu hayrete düşürdü. Bu kız, o meşhur “skandallar kraliçesi” olamazdı! Aslında Paris, çoktan o defteri kapatmış, hatta hiç açmamış (!) gibi görünüyordu. Sinema ve müzik dünyasında yakaladığı başarılardan sonra, artık bir önemi yoktu belki de; ne sanal alemi birbirine katan videolarının ne de hapiste geçirdiği zor günlerin. Ülkemizden bir “rüzgar gibi geçmiş” olsa da,  2 Mayıs’ta gösterime giren “The Hottie and The Nottie” (Seksi ve Çılgın) filmiyle yeniden gündemde “dünyanın en çok fotoğraflanan kadını” Paris Hilton. “The Hottie and The Nottie” bir çeşit “güzel ve çirkin” komedisi. Konusu itibariyle hiç kafa yormadan izleyebileceğiniz, eğlenceli bir romantik komedi. Filmde güzelliği ile erkekleri büyüleyen  Cristabel Abbott rolünde izleyeceğimiz Paris Hilton, daha önceki sinema deneyimlerinin de yardımıyla, rolünün hakkını veren bir performans sergiliyor. Elbette ki, rolünün çok da üzerinde çalışılacak bir yanı yok ancak yine de beyazperdede sırıtmıyor Paris. Filmde Paris’in canlandırdığı Cristabel’in, onsuz bir adım bile atmayacak kadar bağlı olduğu, en yakın arkadaşı June Phigg rolünde Christine Lakin çıkıyor karşımıza. Sorun şu ki; Cristabel ne kadar güzelse, June da bir o kadar çirkin. Başlarda güzeller güzeli Cristabel’e yakınlaşmak için, ‘çirkinlik abidesi’ June’a erkek arkadaş ayarlamaya çalışan, ancak sonraları June’un ruhundaki güzellikleri keşfederek, aradığı aşkın onda olduğunu farkeden Nate Cooper rolünde ise Joel David Moore’u izliyoruz. İzleyiciye kavratılmak istenen mesaj ise çok açık: “Yüzü güzel olan kırk gün, gönlü güzel olan kırk yıl sevilir”. Elbette ki yapımcılar, son yıllarda giderek bir hastalığa dönüşen “güzelleşme” sevdasına kapılan bayanlara (hatta baylara), rahatlatıcı bir mesaj vermekten ziyade; Paris Hilton ismi üzerinden para kazanmanın derdinde. Esasında bu filme önyargısız yaklaşabilirseniz, benzeri birçok romantik komedi filminden aldığınız tadı, bir nebze de olsa yakalamanız mümkün. Altı çizilesi replikler ya da iddialı oyunculuklar beklemeden, gülümsemek ve görsel açıdan hoş vakit geçirmek düşüncesindeyseniz; sinemada harcayacağınız iki saat kayıp olmayacaktır sizin için. Aşk, güzellik ve kendine güven gibi evrensel temalar üzerine yoğunlaşan “The Hottie and The Nottie”nin çekim süreci Los Angeles’ta 21 günde tamamlanmış. Kadroda Paris Hilton gibi bol malzeme çıkarılacak bir ismin bulunması sebebiyle, muhtemel paparazzi saldırılarını önlemek için ekstra güvenlik önlemleri alınmış. Buna rağmen Paris Hilton’un çalıştığı her gün, setin çevresini yüzlerce paparazzi, ellerinde kamera ve fotoğraf makineleriyle kuşatmış.
Süpürge Uçmaya Hazır!
02.05.2008

Süpürge Uçmaya Hazır!

Sinemalar.com’un basın sponsorluğunu üstlendiği Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu sene 11. kez uçmaya hazırlanıyor. Dünyanın kadınlarını bir kez daha peşine takan Uçan Süpürge, 8–15 Mayıs tarihleri arasında İran’dan İsrail’e, Brezilya’dan Arjantin’e farklı ülkelerden farklı tatlar getirecek Ankara’ya. “Kendin Ol, Düşünü Yarat” temasıyla yola çıkan festivalde 27 ülkeden 88 kadın yönetmenin 89 filmi gösterilecek. Kalkış için hazırlıklarınızı yapmaya başlayın! Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivali Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu sene Vakıfbank’ın sponsorluğunda, Kültür Bakanlığı ve Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun katkılarıyla düzenleniyor. Bir kez daha baharın tazeliğiyle ‘merhaba’ diyecek festivalin mönüsü yeni ve eskilerden oluşan leziz filmlerle dolu. 11. Uluslararası Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali, 8 Mayıs Perşembe akşamı Devlet Opera ve Balesi’nde (Büyük Tiyatro) yapılacak Açılış Töreni ile başlayacak. Başak Köklükaya’nın sunuculuğunu yapacağı gecede Nilüfer Aydan’a “Uçan Süpürge Onur Ödülü” ve Meral Çetinkaya’ya “Bilge Olgaç Başarı Ödülü” verilecek. TRT 2’den canlı yayınlanacak gecede Cellisima grubu da küçük bir konser verecek. Biletler sadece 5 YTL
Murat Şeker'den ‘Aşk Tutulması’
01.05.2008

Murat Şeker'den ‘Aşk Tutulması’

Murat Şeker, romantik-komedi tarzındaki ‘Aşk Tutulması’ adlı yeni filminde aşk ve sadakat temalarını işliyor. 9 Haziran’da çekimlerine başlanacak olan “Aşk Tutulması’’nın başrollerini  “Elveda Rumeli” ile çıkış yapan Tolgahan Sayışman ve “Arka Sokaklar” dizisinin başarılı ismi  Gamze Özçelik üstleniyor. Tolgahan Sayışman fanatik bir futbol taraftarını canlandırırken Gamze Özçelik onun aşık olduğu aşka küsmüş işkolik bir sigortacıyı oynuyor. Sevilen dizi karakterleri “Aşk Tutulması’’isimli filmde sinemaseverlerle buluşuyor.  “2 Süper Film Birden ve Plajda”’nın ardından üçüncü filmi için hazırlıklara başlayan yönetmen Murat Şeker, 2 Süper Film Birden’in ardından ikinci kez hem yapım hem de yönetmenliğe soyunuyor. Yurtdışında Emir Kusturica başta olmak üzere Hal Hartley ve Fatih Akın gibi birçok yönetmenle çalışan Tim Seyfi, “En Son Babalar Duyar” dizisiyle isminden söz ettiren Ali Erkazan, Suzan Aksoy, Ayten Uncuoğlu ve Yasemin Öztürk ise filmin diğer oyuncuları. Filmde ayrıca ünlü konuk oyuncular da yer alıyor. Sarp Apak, Erhan Emre, Feridun Düzağaç ve Murat Akkoyunlu gösterecekleri performanslarla filme renk katacaklar. “Aşk Tutulması”; aşk ve sadakat temaları yörüngesinde, bir Fenerbahçe taraftarının hikayesi üzerinden, futbol olgusunu ve tutkusunu göstermeyi amaçlayan ve Türk toplumuna yönelik romantik-komedi tadında bir film olarak özetlenebilir.
Lütfen Başa Sarın: Oyuncaklarını Başkalarıyla Paylaşmak İsteyen Gondry
30.04.2008

Lütfen Başa Sarın: Oyuncaklarını Başkalarıyla Paylaşmak İsteyen Gondry

Çektiği ilk kısa film ve videokliplerden itibaren Michel Gondry ile ilgili olarak emin olduğumuz tek bir şey varsa o da oyuncaklarla oynamayı sevdiği. Her tür malzemeyi kullanan, sanki çöpleri eşeleyip eline geçen her şeyi filmlerinin içine katan biri Gondry. Hatta kafasının işleme biçiminin de böyle olduğu iddia edilebilir. Hafızanın, bilincin ve bilinçdışının malzemelerini koskocaman bir torbanın içinden rastgele çekip çıkararak, onları kesip, biçip, birbirlerine ekleyerek ‘anlamlı’ bütünler çıkaran bir illüzyonist. Büyüdükçe, gerçeklik kalıplarımız katılaştıkça artık sadece rüyalarımızdan bize tanıdık gelen yer değiştirmeleri, zaman/mekân kaymalarını hikâyelerle birleştirerek film yapan biri. Sürrealizm ve Dada’nın miras bıraktığı yöntemleri daha konvansiyonel sayılabilecek hikâye anlatma biçimleriyle iç içe örerek filmlerini gerçekleştiren bir yönetmen. Lütfen Başa Sarın’da ise Gondry ilk defa, film yapma pratiğinin arkasındaki mantığı filminin hikâyesiyle de iç içe geçirerek sinema dünyası içerisinde kendine ait, özgün, ayrıcalıklı bir dâhi koltuğunda oturmak isteyen birisi değil de, oyuncaklarını başkalarıyla paylaşmak ve beraber oynamak isteyen biri olduğunu naif bir şekilde seyircisine söylüyor. Film, Gondry kliplerini anıştıran siyah-beyaz bir kısa filmle açılıyor. Henüz ne olduğunu tam olarak anlayamıyoruz. Bu prologu anlamlandırabilmek için, film bittiği zaman, video dükkânlarına iade etmemiz gereken videokasetlere yapmamız gerektiği gibi, filmi başa sarmamız gerekiyor. Bu kısa film, Fats Waller adlı cazcının New York’ta değil de Passaic, New Jersey’de, şu an alt katında bir video dükkânı olan bir binada doğmuş ve yaşamış olduğunu anlatıyor. Film ilerdikçe, video kaset dükkânının sahibi olan Bay Fletcher’ın dükkânda çalışan Mike’a anlattığı bu hikâyenin aslında doğru olmadığını Mike ile beraber bizler de öğreniyoruz. Fakat sonra Mike bu hikâyenin pekâlâ da “doğru” olabileceğini, tarihin yeniden yazılabileceğini iddia ediyor ve herkesi de buna inandırıyor. Bu noktada da, filmin en temel dertlerinden biri olan cümle çıkıyor karşımıza: “Geçmiş bizimdir, onu değiştirebiliriz.” Tuhaf bir şekilde, filmi izlemeden bir gün önce gittiğimiz ‘68 ve Mirası’ panelinde Murat Belge de neredeyse aynı cümleyi sarfederek başlamıştı konuşmasına. Gelecek henüz bir bilinmeyen olduğu için, onu değiştirmek mümkün değildir belki de; ama elimizdeki tarihi geriye dönük olarak, farklı biçimlerde okumak geçmişi ve dolayısıyla bugünü değiştirmemize yarayabilir. Tarih yazımının olası tüm tuzaklarıyla boğuştuğumuz bugünlerde, geleceğe olan inancımızı tazelemek için belki de geçmişi değiştirmeye, yeniden okumaya ve yazmaya çalışmak devrimci bir pratik olarak anlam kazanabilir. Gondry’nin de kendi “küçük” dünyasında yapmaya çalıştığı belki de böyle bir şeydir. Mahalle Bakkalından Süpermarkete Bay Fletcher’ın sahip olduğu video dükkânı sadık birkaç müşteri dışında artık çok da iş yapmamaktadır. DVD megastore’ların olduğu bir dünyada, eski bir mahalle videocusu kaç kişinin “ihtiyaç”larını karşılayabilir ki? Bu noktada değişim ve dönüşümün kendisinin değil de yöntemlerinin zalimliğinden bahsetmek, hem filmi hem de bizi muhafazakâr bir nostalji batağından kurtarabilir. Asıl önemli olan soru şudur: Değişim ve dönüşümün tek biçimi illa dayatılan biçim midir? Bu videokaset dükkânının bugünün şartlarına uyum sağlayabilmek için geçireceği dönüşüm illa ki aynı filmlerin binlerce kopyalarının raflarda olduğu, çalışan-müşteri ilişkilerinin resmîleştiği, her şeyin sterilleştirildiği bir yönde mi gerçekleşmelidir? Yoksa bunun başka yolları var mıdır? Diğer bir deyişle, Bay Fletcher’ın eski püskü dükkânının olduğu bina, illa “onların” (hükümet, FBI, sistem… ???) talep ettiği biçimde, etraftaki diğer toplu konutlara uygun bir şekilde mutenalaştırılmalı mıdır? Onlarla aynılaştırılmalı mıdır, yoksa başka türlü bir direniş ve dönüşüm biçimi mümkün müdür? Film, hikâyesi içerisine aldığı diğer filmleri yeniden üretir ve dönüştürürken, bir yandan tarihin dönüştürülmesi, kentsel dönüşüm, üretim biçimlerinin dönüştürülmesi gibi konulara da el atıyor çaktırmadan. Filmin başındaki kısa filmin hemen arkasından gördüğümüz otoban görüntüsünde art arda giden, birbirinin tıpatıp aynısı otomobillerden, otobanın altına inerek duvara graffiti yapan iki kişiye yapılan geçiş, bize bu hikâyenin kimlerin hikâyesi olduğuna ve neye karşı durmaya çalıştığına dair de birtakım ipuçları veriyor. Merdiven mafyası Mike ve Jerry’nin nükleer santrale yapmaya çalıştıkları sabotaj girişimi başarıyla sonuçlanamadığı gibi, bu eylem sonucunda Jerry’nin beyni manyetik bir alana dönüşerek dükkândaki bütün videokasetlerin silinmesine sebep oluyor. İkili, geçici bir çözüm olarak, sadık müşterileri Miss Falewicz’in filmi daha önce izlememiş olduğunu da varsayarak, Hayalet Avcıları (Ghostbusters, 1984) filmini kendileri canlandırarak yeniden çekmeye karar veriyorlar. Filmlerin akıllarında kalan sahnelerini, ellerinde ne varsa onları kullanarak yeniden üreten ikili, farkında olmadan yepyeni bir film akımı doğurmuş oluyorlar böylece. Ve buna yine spontan bir şekilde ‘İsveçleştirme’ (Sweding) adını veriyorlar. Filmin bundan sonraki kısımlarında, uzun süre, İsveçleştirilmiş Hollywood prodüksiyonlarının yapım süreçlerini izliyoruz. (…) Bu yazının tamamını Altyazı Aylık Sinema Dergisi’nin Mayıs 2008 sayısında okuyabilirsiniz. www.altyazi.net Yazar: Senem Aytaç
Yasaklı Film Gösterime Giriyor!
29.04.2008

Yasaklı Film Gösterime Giriyor!

Erden Kıral’ın, 1978-1979 yılları arasında çekimini tamamladığı ve sıkıyönetim tarafından yasaklanan, daha sonra ise kimliği belirsiz kişilerce çalınan filmi “Bereketli Topraklar Üzerinde”, 2 Mayıs 2008’de seyircilerle buluşacak. Filmin, başlı başına filme konu olacak öyküsü, birbirinden ilginç maceralarla dolu. Ödül geri alındı, Sıkıyönetim yasakladı 1980’de 12 Eylül darbesi nedeniyle düzenlenmeyen Altın Portakal Film Festivali’nin ardından, film 1981 yılında En İyi film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu (Yaman Okay) ödüllerini alır. Ancak En İyi Film ödülü, daha sonra filmin “muzır” olduğu gerekçesiyle geri alınır. Kararı protesto eden Kıral, En İyi Yönetmen Ödülü’nü almayı reddeder. Film, başta gösterim izni almasına karşın, Adana Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yasaklanır ve yine 1981’de Avrupa’da En İyi Film seçilmesine karşın, yönetmen sıkıyönetim nedeniyle ödülü almaya gidemez. Kıral, yıllar sonra Paris’e giderek ödülü alabilecektir. Negatifi çalındı Bu sırada, filmin negatif kopyası tutulduğu depodan çalınır. Avrupa da dahil olmak üzere her yerde filmi arayan Kıral’ın çabaları sonuçsuz kalır. Yıllar sonra, filmin negatiflerinin İsviçre’de bir stüdyoda olduğunu haber alan bir yakını sayesinde filmin izi bulunur. Filmin hakları, bazıları filmin oyuncusu da olan 7 ortağa ait. Bu ortakların üçü İsveç’te yaşıyor. Filmin negatifini kaçırıp yıllarca saklayanların da, bu ortaklar olduğu sanılıyor. Kendi filmini para verip aldı Filmin İsviçre’de bulunan negatifini, para vererek geri alan Erden Kıral, “Bu duruma sevineyim mi, üzüleyim mi bilemiyorum, şaşkınlık içindeyim. Bir yandan da seviniyorum. Çocuğuma ve yakınlarıma, 'benden sonra bu filmi mutlaka bulun ve gösterin' demiştim. Şimdi ele geçirdik” diyor ve ekliyor: “28 yıl sonra çocuğumu bulmuş gibiyim”. Oyuncular set işçisi olarak çalıştı Öte yandan, filmin çekimleri de apayrı bir macera. Çukurova’nın deltalarında gerçekleştirilen çekimler sırasında, ıslak pirinç tarlalarında çalışan ekip tuhaf böcekler tarafından ısırılmış. Daha sonra yaraya dönüşen bu ısırıklar, 5-6 yıl boyunca geçmemiş. Zorlu koşullarda gerçekleştirilen filmin çekimleri sırasında, ekibin parası bitince seti terk eden işçilerin yerine filmin oyuncuları set işçisi olarak çalışmış. Parasızlık nedeniyle haftalıkları dahi ödenemeyen oyuncular, filmi sahiplenmiş ve eşleri dahi, kollarındaki bilezikleri satarak filme destek olmuşlar.
Vahşi Zarafet: Annesinin Birtanesi!
25.04.2008

Vahşi Zarafet: Annesinin Birtanesi!

Sanatın tüm dallarında ortaya konan eserler içerisinde en çok ses getirenler, bize en “farklı” gelenlerdir. Anlayamadığımız, kabullenemediğimiz ve çoğu zaman ayıpladığımız ‘öteki’ kavramını, gözümüzün içine sokan tüm çalışmalar, topladıkları tepki sayesinde uzun süre adlarından söz ettirmişlerdir. Sinema için de aynı yaklaşımdan söz edebiliriz. “Paris’te Son Tango”daki tereyağı hikayesi hala konuşulur, “Brokeback Dağı”nda tanık olduğumuz, iki erkek arasında yaşanan tutkulu aşk unutulmamıştır ya da “Dönüş Yok”ta izlemek zorunda kaldığımız tecavüz sahnesi hala midemizi bulandırmaktadır. “Vahşi Zarafet” ise, ‘eşcinsellik’ ve ‘ensest ilişki’ gibi standard dışı temalardan yola çıkarak, akıl hastalığına varan hikayesi ile dikkat çeken bir yapım. Ancak filmin trajik hikayesi, oyuncuların oldukça başarılı performanslarına rağmen, izleyici üzerinde kuvvetli bir etki bırakamıyor.  Aşırı tepki vermemiz gereken sahnelerde bile, kayıtsız kalıyoruz beyazperdeye yansıyanlar karşısında. Sanki hergün karşılaştığımız sıradan konular kadar normal geliyor bize tanık olduğumuz bu hastalıklı anne-oğul ilişkisi. Yönetmen Tom Kalin, filmin geneline hakim olan ‘zarafet’ algısı ile bağlantılı olarak, çoğumuzun kaldıramayacağı kadar rahatsız edici sahnelere bile ‘görsel çekicilik’ katarak, huzursuz olmamız gereken kareleri estetik bir dille anlatıyor. Bu nedenle hikaye izleyiciyi şaşırtmıyor, sarsmıyor. Böylesine ‘iddialı’ bir konu, hakettiği tepkiyi göremiyor.    “Vahşi Zarafet”, daha önce birçok sanat eserine konu olmuş kavramlar üzerine kuruyor hikayesini; hastalıklı ilişkiler ve doğurduğu trajik sonuçlar. Ruh sağlığı bozuk ve ‘anne olma’ yeterliliğine sahip olmayan bir annenin, çocuğunu, kendi gösterişli varlığını devam ettirecek ve kendine ‘hayat arkadaşı’ olacak bir benzerine dönüştürme çabaları neticesinde, annesinin sorumluluğunu hayatı boyunca taşıyarak, kendine ait bir dünya kuramayan zavallı Tony’nin, günden güne yıpranan ruhu, onu içinden çıkamayacağı travmalara sürüklüyor.
‘Tatil Kitabı’na Bir Ödül Daha
24.04.2008

‘Tatil Kitabı’na Bir Ödül Daha

Seyfi Teoman’ın ilk uzun metrajlı filmi "Tatil Kitabı", 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde “Kültür ve Turizm Bakanlığı Yılın En İyi Türk Filmi” ödülünü kazandı. Ulusal Yarışma Jüri Başkanı Semih Kaplanoğlu’nun açıkladığı ödülü filmin yönetmeni Seyfi Teoman ve yapımcısı Yamaç Okur’a yarışmanın jüri üyelerinden Nurgül Yeşilçay takdim etti. Seyfi Teoman, ilk filmiyle aldığı bu önemli ödülü, 12 Mayıs 2005’te aramızdan ayrılan büyük sinema ustası Ömer Kavur’un anısına ithaf etti. Festivalde, ayrıca Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği tarafından verilen FIPRESCI Ödülü’ne de layık görülen Tatil Kitabı’nın Türkiye galası 27. İstanbul Film Festivali kapsamında 17 Nisan Perşembe akşamı Emek Sineması’nda gerçekleştirilmişti. Yapımcılığını Bulut Film adına Yamaç Okur ve Nadir Öperli’nin üstlendiği filmin başrolünde, ünlü tiyatro ve sinema oyuncusu Taner Birsel yer alıyor. Birsel’e, Silifke’de yaşayan amatör iki isim Tayfun Günay ve Osman İnan ile yarı amatör oyuncular Harun Özüağ ve Ayten Tökün eşlik ediyor. Ayrıca, Rıza filmiyle de tanınan Rıza Akın da konuk oyuncu olarak filmde rol alıyor. Tatil Kitabı, Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatıyor. Filmin olay örgüsü, Ali’nin sert mizaçlı babası Mustafa ile ailenin diğer üyeleri arasındaki gerilimler üzerine kurulu.   Dünya prömiyeri, 7-17 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirilen 58. Berlin Film Festivali’nde yapılan filmin Türkiye dağıtımı Bir Film tarafından yapılacak.